Hizbullah İsrail'e nasıl diz çöktürdü?
11 Eylül 2001 saldırılarından beş yıl sonra, Amerikalı askeri uzman Anthony Cordesman, Hizbullah ve İsrail arasındaki çatışmaya ilişkin bir rapor yayınladı. « Preliminary Lessons of the Israeli-Hezbollah War » (İsrail-Hizbullah savaşından çıkarılacak ilk dersler) başlıklı bu rapor, silahlı kuvvetlerin ortak genelkurmayına bağlı strateji uzmanları tarafından ayrıntılı bir şekilde incelendiği Pentagon’da yoğun ilgiyle karşılandı. Daha da geniş kapsamlı bir şekilde, Washington’daki askeri uzmanlar arasında elden ele dolaştı. Cordesman yaptığı alçakgönüllü çıkarımlarında sözünü budaktan sakınmadı; dürüst bir şekilde gerçekleştirdiği incelemenin sadece bir « ön » araştırma olduğunu kabul etmekle kalmadı, Hizbullah’ın savaşı nasıl yürüttüğünü değil ama sonuçlarını değerlendirdiğini belirtti.
Cordesman « bu analiz… bu kapsamda Lübnan’a hiçbir inceleme gezisi gerçekleştirilmediği ve dolayısıyla Hizbullah ile görüşülmediği için sınırlıydı ». Ama araştırması eksiksiz olmamakla birlikte savaşı İsraillilerin bakış açısıyla anlamamızı sağlayan bir temel bakış açısı sunmuş ve Hizbullah’ın savaş yöntemine ve ulaştığı başarı düzeyine ilişkin önemli belirsizlikleri ortadan kaldırmıştır. İsrail ve Hizbullah arasındaki çatışmanın üzerinden yaklaşık iki aydan fazla süre geçtikten sonra, Cordesman tarafından belirsiz bırakılan bazı noktaları tamamlamak mümkün hale gelebilmiştir.
Burada sunduğumuz tanımlama da sınırlıdır. Hizbullah sorumluları, doğal olarak nasıl savaştıklarına ilişkin ne kamuoyu önünde, ne de « for the record » olarak kendilerini ifade etmemektedirler. Konuşlanışlarını ayrıntılı olarak ortaya koymuyor ve geleceğe ilişkin stratejilerini hiç kimse ile tartışma taraftarı değiller. Ama bu savaştan çıkarılacak dersler, Hizbullah’ın bakış açısıyla bugün artık ortaya çıkmaya başlamış ve aynı şekilde Amerikalı ve İsrailli stratejik planlayıcıları da bunlardan bazı basit dersler almaya başlamışlardır. Vardığımız sonuçlar savaş sırasında yaşanan çatışmayı askeri stratejilerle tartışan sahadaki İsrailli, Amerikan ve Avrupalı askeri uzmanlarla, çatışmanın sonucuyla yakın bir şekilde ilgilenen Ortadoğu’daki üst düzey sorumlu ağıyla yapılan mülakatlara dayanarak yapılan değerlendirmeleri temel almaktadır. Vardığımız genel sonuç, Lübnan’a yönelik İsrail saldırısının Hizbullah’ın askeri yeteneğine ağır hasar vermesini isteyen Beyaz Saray ve İsrail’in bazı yetkililerinin bugün bize satmaya çalıştıkları, İsrail’in Hizbullah’ın onu bir olası çatışmaya sürükleme kapasitesine ciddi bir darbe vurmayı başardığını ve İsrail Ordusunun Güney Lübnan’daki büyük yığınağından sonra düşmanlarına kendini kabul ettirmeyi ve İsrail’in siyasi müesses düzenine kendine uygun bir çözümü dikte etmeyi başardığı yönündeki bakış açısını yalanlamaktadır.
Gerçek ise bunun tamamen tersidir. Çatışmanın başlangıcından beri ve son harekatlara kadar Hizbullah komutanları, istihbarat operasyonları, askeri harekatlar ve siyasal operasyonlar bütünü sayesinde Hizbullah’ın İsrail’e karşı yürüttüğü savaşta kesin ve eksiksiz bir zafer kaydetmesi sonucuyla birlikte, İsrail’in stratejik ve taktik karar alma sürecine müdahil olmasyı başardılar.
BİRİNCİ BÖLÜM: İSTİHBARAT SAVAŞI
Çatışmanın ertesi günü Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, İsrail’in sekiz askerini kaybetmesi ve iki tanesinin ise kaçırılmasına verdiği karşılığın –tam olarak 12 Temmuz sabahı saat 9’u 4 geçe- Hizbullah yönetimince şaşkınlıkla karşılandığını kabul etti.
Nasrallah’ın yaptığı bu yorum, Hizbullah’ın İsrail ile savaşı kasten kışkırttığına ve askerlerin kaçırılmasının Hizbullah ve Rusya’nın ortaklaşa onayladığı bir planın parçası olduğuna ilişkin gazeteci dedikodularına son vermiştir. Hizbullah uzun yıllardan beri İsrailli askerleri kaçırma niyetinde olduğunu yinelediği için, bunu yazın ortasında, yani diasporada hali vakti yerinde olan çok sayıda Şii ailesinin Lübnan’a geldiği (Şii cemaati içerisinde paralarını harcamak üzere) ve her yıl olduğu gibi Körfez ülkesinden çok sayıda Arap’ın gelmesinin beklendiği bir sezonda yapmayacağını düşünmemiz için çok neden vardı.
Çatışmanın başında söylendiği gibi Hizbullah’ın eylemini Hamas’la eşgüdüm içerisinde gerçekleştirdiği de doğru değildir. Hamas olaylara hazırlıksız yakalanmış ve her ne kadar Hamas önderliği Hizbullah’ın eylemini savunmuş olsa da, biraz sezgiyle eylemin çok da hoşuna gitmediğini düşünmek zor olmayacaktır. Lübnan’daki anlaşmazlığın tam ortasında dahi İsrail, Gazze’de Hamas’a karşı çok sayıda askeri operasyon yürütmüş ve onlarca savaşçı ve yüzlerce sivilin ölümüne neden olmuştur. « Ortadoğu yandığında, Filistinliler unutulur… » şeklindeki eski sözü yeniden dolaşıma sokacak şekilde bu saldırı Batı’da büyük ölçüde görmezden gelinmiştir.
İşin gerçeği eylem, İsrail’in askeri zayıf noktalarından yararlanma yönünde daimi bir talimat alan Lübnan-İsrail sınırı boyunca konuşlu Hizbullah birimlerinin kendi kararıyla gerçekleştirildiği için, sekiz İsrail askerinin öldürülmesi ve ikisinin kaçırılması karşısında Hizbullah önderliği de hazırlıksız yakalanmıştır. Eski Hizbullah tutsakları ile İsrailli esirlerin değişimi sırasında İsrail Başbakanı Ariel Şaron’ın tüm Hizbullah tutsaklarını –toplamda üç– serbest bırakma yönünde verdiği sözden dönmesi üzerine, Nasrallah uzun süre önce Hizbullah’ın İsrailli askerleri kaçırma niyetini bizzat dile getirmişti.
Aslında bu kaçırma eylemi çok da zor olmamıştır. Sınır yakınında İsrailli askerler, yürürlükte olan harekat prosedürlerini açıkça ihlal ederek, komutanlıklarıyla temas içerisinde olmadan korumasız bir şekilde araçlarını Hizbullah mevzilerinin görüş alanı içerisinde terk etmişlerdi.
Batılı medyalar İsrail-Lübnan sınırında yaşanan olayları sürekli olarak çarpıtırken, İsrail’deki Ha’aretz gazetesinin olayların gelişimini somut bir şekilde ortaya koyduğunu görüyoruz: « Tank ve zırhlı araçlardan oluşan bir birlik saldırganları [Hizbullah üyelerini] takip etmek üzere hemen Lübnan topraklarına gönderildi. Bu takip sırasında sabah saat 11 dolaylarında bir Merkava tankı, sınır geçiş noktasının yaklaşık 70 metre kuzeyinde [dolayısıyla Lübnan topraklarında], muhtemelen 200 ila 300 kg patlayıcı içeren güçlü bir mayının üzerinden geçti. Tank büyük oranda imha edildi ve dört personeli patlamayla yaşamını yitirdi. İzleyen saatlerde İsrailli askerler Hizbullah’ın keskin nişancılarıyla çetin bir mücadele verdiler… Bu çatışma sırasında, yaklaşık olarak öğleden sonra saat üçte bir başka İsrail askeri öldü ve iki tanesi hafif yaralandı ».
Askerlerin kaçırılması, normal sınır prosedürlerini ihlal eden komutanlar olduğu gibi İsrail Ordusuna ilişkin bir dizi uydurma haberin de başlangıç işaretini verir. Söz konusu devriyenin üyeleri Kuzey bölgesinde konuşlanışlarının son günlerindeydiler ve dikkatleri zayıflamıştı. Aynı şekilde Hizbullah’ın sekiz İsrail askerini, iki askeri kaçırırken öldürdüğü bilgisi de doğru değildir. Sekiz asker, İsrail Ordusuna bağlı bir sınır güvenlik komutanının görüldüğü kadarıyla yürürlükte olan prosedürleri çiğnemiş olmanın verdiği rahatsızlıkla zırhlı araçlara askerleri kaçıranları izleme emri vermesi sonucunda öldürülmüştür. İki zırhlı araç Hizbullah’ın tanklara karşı döşediği mayınlı bir bölgeye girmiş ve bu nedenle tahrip olmuşlardır. Sekiz İsrailli asker bu harekat sırasında ya da hemen bunun ardından gerçekleşen çatışmalarda ölmüştür.
Topçunun ateş desteği olmadan İsrail Ordusuna ait bir birliğin sınırın bu kadar yakınında dolaşması ve bu yüzden Hizbullah’ın bir saldırısına maruz kalması İsrailli subayları bu birliğin kaza eseri komuta zinciri dışında hareket edip etmediği konusunu araştırmaya yöneltmiştir. İsrail Ordusunun üst rütbelileri tarafından, yaşananlar konusunda gerçeklerin ortaya çıkarılması ve Kuzey sınırında hareket eden birliklerin komutasına ilişkin prosedürlerin yeniden değerlendirilmesi için olayın hemen sonrasında bir iç soruşturma komisyonu oluşturuldu. Bu komisyonun tespitlerine ilişkin bugüne kadar hiçbir açıklama yapılmadı.
İsrail’in misillemesi karşısında hazırlıksız yakalansalar da, Güney Lübnan’daki Hizbullah savaşçıları askerlerin kaçırılmasını izleyen dakikalar içerisinde üst düzey teyakkuz durumuna getirilmişti. Özellikle sağlam olan ve daha da güçlendirilen Hizbullah’ın savunması, İsrail’in 2000 yılında bölgeden geri çekilmesinden hemen sonra gerçekleştirilen altı yıl süren özverili çabaların sonucuydu. Hizbullah’ın istihkam güçlerine bağlı mühendisler tarafından tasarlanan ve inşa edilen birçok komuta merkezi sığınağı tahkim edilmiş ve hatta bunların bazılarına klimalar bile yerleştirilmişti.
Önceki yıllarda silah depoları kazılırken aynı zamanda tuzakların yerleştirilmesi programı da yürütüldü. Bazı sığınaklar açık havada, İsrail’in insansız hava araçlarının görebileceği şekilde ve İsraillilerle sıkı bağları olan Lübnanlı sivillerin bilgisi ve görgüsü dahilinde inşa edilmişti.
Gerçek sığınakların inşaatı ise bunların uzağında, Lübnan halkına yasak bölgelerde gerçekleştiriliyordu. En önemli komuta ve silah depolama sığınakları Lübnan’ın kayalık dağlarında, kırk metreye yakın bir derinliğe kazılmıştı. Bu şekilde Litani Nehrinin Güneyindeki stratejik mevkilere 600’e yakın silah ve cephane depolama sığınağı kazıldı.
Güvenlik gerekçeleriyle hiçbir komutan tek başına bu sığınakların her birinin yerini bilmiyordu ve Hizbullah milislerinin belirli bir biriminin kullanımına sadece üç sığınak –bir asıl cephane sığınağı ve birincinin imhası durumunda kullanılmak üzere iki yedek cephane sığınağı- sunulmuştu. Aynı şekilde her bir savaşçı birim için cephe ve cephe gerisine ait birbirinden ayrı komuta noktaları belirlenmiş, savaşan birlikler belirli ve sınırları hassasiyetle çizilmiş savaş bölgelerinde silahlanmak, destek almak ve savaşmakla yükümlüydü. Birliklerin komutasıyla ilgili güvenlik kurallarına büyük titizlik gösteriliyordu. Hiçbir Hizbullah üyesi sığınakların yapısının geneline ilişkin bilgi sahibi değildi.
Çatışmanın ilk 72 saatinde, İsrail Hava Kuvvetleri Hizbullah’ın öne çıkan cephaneliklerini ve komuta merkezlerini hedef aldı. İsrailli komutanlar bu sığınakların yerlerini istihbarat servislerinden gelen raporlarının (Hizbullah’ın iletişim sinyallerinin dinlenmesi, ABD Ordusuyla işbirliği anlaşmaları sayesinde elde edilen uydu keşif görüntüleri, İsrail Hava Kuvvetlerinin bölgenin üzerinden uçarken çektiği fotoğrafların incelenmesi, Güney Lübnan üzerinde konuşlandırılan insansız hava araçlarının aldığı görüntüler ve özellikle de Güney Lübnan’da yaşayan İsrailli istihbarat görevlilerince maaşa bağlanan, bir kısmı ülkedeki işbirlikçiler olarak kayda geçen bazı yabancı « milliler » de dahil insan istihbarat kaynağı ağlarından alınan bilgilerin birleştirilerek değerlendirilmesi sonucunda belirlemişti.
Savaşın ilk 72 saati boyunca Hizbullah’ın komuta merkezleri ve yeraltı sığınağı komplekslerine yönelik başlangıçta yürütülen saldırı başarısız oldu. 15 Temmuz’da İsrail Hava Kuvvetleri Hizbullah’ın Beyrut’taki ana karargahını hedef aldı. Ancak bu saldırı da etkisiz kaldı. İsrail’in örgütün komuta kademesinin kayıplar verdiğine yönelik yaydığı haberlere karşın savaşın hiçbir aşamasında hiçbir Hizbullah yetkilisi öldürülmedi.
Savaşı çok yakından izleyen bir Amerikalı yetkiliye göre, İsrail Hava Kuvvetlerinin saldırısı, Hizbullah savaşçıların çatışmaların ilk üç günü boyunca sahip olduğu askeri kaynakların « en çok %7’sini » imha edebildi. Ona göre İsraillilerin Hizbullah yöneticilerine yönelik hava saldırıları « kesinlikle gereksizdi ».
Her ne kadar tam olarak nereye sığındıkları bilinmese de, Hizbullah’ın üst düzey yöneticilerinin Beyrut’taki İran Büyükelçiliği’ne (İsrail hava saldırısında hedef alınmayan) sığındığı yönündeki haberler doğrulanmadı. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, yardımcılarından birine « ben bile nerede olduğumu bilmiyordum » demiştir. İsrail Hava Kuvvetlerinin çatışmanın ilk günlerinde Hizbullah’ın askeri yeteneğini zayıflatmayı başaramamasının İsrail Ordusunun Lübnan’ın tüm altyapısını yok etmeyi hedefleyen planları yürürlüğe sokmasına yol açtığını söylemek doğru olmayacaktır.
İsrail Ordusunun planları, Hizbullah’ın askeri ve siyasi yeteneklerinin imha edilmesi projelerine ek olarak, Lübnan’ın başlıca otoyol ve limanlarının acımasızca ve güçlü bir şekilde bombalanmasını da öngörüyordu. İsrail hükümeti, Hizbullah’ın Lübnan’daki Hıristiyan, Sünni ve Dürzi toplulukları nezdinde sahip olduğu desteği baltalama niyetini hiçbir zaman gizlememiştir. Hizbullah’a sığınma hakkı tanıdığı için Lübnan’ı cezalandırma düşüncesi, 2000 yılında Güney Lübnan’dan geri çekilmesinden beri İsrail’in planlarının bir parçasıydı.
Kendi aralarında ya da kamuoyu önünde saldırılarının başarılı olduğunu açıklayan İsrail Ordusunun sorumlularının tersine, üst düzey komutanlar Başbakan Ehud Olmert’e, bombardımanların ilk haftasının sonunda marjinal hedef bölgelerinde Hizbullah’ın olası sığınaklarına karşı hava saldırılarının yoğunlaştırılmasına yeşil ışık yakması yönünde öneride bulunuyorlardı. Olmert, her ne kadar yüksek rütbeli subayların bu yönde bir talepte bulunarak, Hizbullah’a ağır hasarlar verildiği şeklinde başta yaptıkları değerlendirmelerin fazlasıyla abartılı ve iyimser olduğunu kabul ettikleri anlamına geldiğini bilse de bu saldırılara onay verir.
Olmert’in « hedefin genişletilmesi »ne yönelik verdiği onay Kana Katliamına yol açar. Çatışmaları çok yakından izleyen İsrailli bir askeri uzman, Kana bombardımanından sonra şu yorumu yapar: « İşler söylemekten çok hoşlandığımız kadar karmaşık değil. Baştaki bombardımanın başarısız olmasından sonra, hava kuvvetlerinin planlama subayları önemli bir şeyi atlayıp atlamadıklarını kontrol etmek üzere hedef dosyalarını gözden geçirdiler. Bir şeyin gözde kaçmadığına karar verdikten sonra aralarından biri muhtemelen yan odaya geçmek üzere ayağa kalktı ve ardından halkın yoğun yaşadığı bölgelerdeki hedefleri içeren bir zarfla geri döndü ve “dostlar peki bu yeni hedef bölgelerine ne dersiniz?” dedi. Ve böylece buna ikna oldular ». Yani Güney Lübnan’da halkın yoğun olduğu bölgelere « çok yakın » hedeflerin bombalanması, hiçbir şekilde İsraillilerin başarılarının değil ama savaşı yürütme yöntemlerindeki başarısızlığın sonucudur.
« Söz konusu hedeflerin yaygınlaştırılması » süreci çatışmalar boyunca sürekli olarak yaygınlaştırıldı. Hizbullah’ın başlıca askeri avantajlarının belirlenmesi ve imhası konusundaki başarısızlığı karşısında hayal kırıklığına uğrayan ve Hizbullah’ın sığınaklarını belirleme ve vurma konusundaki yetersizliğinin Hizbullah’ın başlıca stratejik yapılarını sivillerin yoğun olduğu noktalara gizleme iradesine bağlayan İsrail Hava Kuvvetleri, okulları, sosyal merkezleri ve camileri hedef alarak intikam almaya başladı.
Hava kuvvetleri subayları, Hizbullah’ın İsrail’e karşı füze saldırılarını ara vermeden sürdürme yeteneğinin bu milis gücünün sürekli olarak silah tedariki aldığı anlamına geldiğini düşünüyorlardı. Kana, Hizbullah’ın denetimi altındaki bölgenin tam merkezinde yer alan beş otoyolun kesiştiği bir iletişim kavşağıydı. Hizbullah’ın tedarik zincirinin ortadan kaldırılması, İsrail Hava Kuvvetlerine Hizbullah’ın harekatlarını özellikle karayollarının kesiştiği bu kilit önemdeki kentlerin sağladığı tedarik ağı sayesinde sürdürebildiği görüşünü kanıtlama imkanı verecekti. Bununla birlikte Hava Kuvvetlerinin komuta kademesi Lübnan’da hedef sayısının arttırılmasının [bombardımanlardaki] Hizbullah’ın yeteneklerini zayıflatma anlamında çok etkili olmayacağını biliyorlardı çünkü örgüt yeniden tedarik etme umudu olmaksızın saldırılarını sürdürüyordu. İsraillilerin ulaşamayacağı şekilde tahkim ettiği silah ve roketlerin bulunduğu gizli depolardan ikmal etme imkanının da olması bunda etkiliydi. Yirmi sekiz sivilin öldürüldüğü Kana katliamının ertesi günü İsrail 48 saatlik ateşkes ilan eder.
Bu ateşkes, Hizbullah’ın İsrail’i hava saldırılarından başarıyla çıktığının ve Güney Lübnan’da güçlü ve uzun süreli bir savunmaya girişmeye hazırlandığının ilk kanıtı oldu. Hizbullah komutanları, siyasi sorumlularının emirleri üzerine ateşkese uyarlar. İki ya da üç istisna dışında, ateşkes süresince İsrail’e karşı hiçbir roket atışı yapılmaz. Her ne kadar Hizbullah’ın etkili bir şekilde « ateşkes yapma » yeteneği İsrailli ve Batılı istihbarat uzmanlarınca fazlasıyla görmezden gelinse de, Hizbullah’ın sahadaki komutanları üzerindeki disiplin uygulama gücü, İsrail Ordusunun komuta kademesi için şok etkisi yaratmıştır. Bu durumdan Hizbullah’ın iletişim yeteneğinin İsrail’in hava bombardımanından ayakta kalarak çıkmayı başardığı, Hizbullah’ın harekat sahasındaki komutanlarıyla iletişimde olduğunu ve İsraillilerin kullanım dışı bırakmak üzere ortaya koyduğu çabalara rağmen komutanlarının iletişim ağlarını ayakta tutmayı başardıkları sonucunu çıkarırlar.
Daha da basit ifade etmek gerekirse, Hizbullah’ın ateşkese uyma konusundaki başarısı, İsrail’in Hizbullah savaşçılarının komuta kademesiyle her türlü bağlantısını kesmeye (ileri teknoloji bir savaş alanında çarpışan modern ordular için mutlak bir zorunluluk olarak kabul edilen) yönelik asıl hedefine ulaşılamadığını ortaya koyuyordu. İsrail Ordusunun üst düzey komutanları bundan tek bir sonuç çıkarabildiler: Hizbullah’ın stratejik avantajlarına ilişkin savaştan önce elde ettiği istihbarat can sıkıcı bir şekilde eksik, hatta ölümcül olacak kadar hatalıydı.
Hizbullah istihbaratının sorumluları iki yıl boyunca karşı istihbarat sinyalleri iletme konusunda yeteneklerini arttırmayı başarmışlardı. Savaş boyunca Hizbullah komutanları, İsrailli askerlerin ve bombardıman uçaklarının nereyi ne zaman vuracaklarını önceden öngörecek durumdaydılar. Üstelik Hizbullah, Lübnan’da istihbarat anlamında kullanılan insan kaynaklarının [yani İsrailli ajanların, ç.n.] kimliklerini belirlemişti. İsrail sınır devriyesinin kuşatılmasının ve bundan sonra yaşanan saldırıdan bir ay önce, Lübnanlı istihbarat sorumluları ülke sınırları içerisinde faaliyet gösteren bir İsrailli casus şebekesini çökermeyi başarmışlardı.
Şebekenin başındaki ismi ortaya çıkarmayı ve hatta yakalamayı başaramasalar da, Lübnan ve Hizbullah’ın istihbarat sorumluları gerçekten de Lübnan’da en az 16 İsrailli ajanı tutuklamışlardı. Üstelik 2004’ten savaş öncesine kadar, Hizbullah iki yıl boyunca, İsrail’in istihbarat servislerine Hizbullah’ın Güney Lübnan’daki başlıca gizli silah depolarına ilişkin bilgiler vermekle görevli belli sayıda Lübnanlı İsrail casusunu « döndürmeyi » başarmıştı. Hizbullah’ın üst düzey sorumluları, Hizbullah milislerinin az sayıda olmakla birlikte çok büyük önem taşıyan, İsrail’e yönelik en önemli mevzilerine ilişkin yanlış bilgiler « geri göndermeyi » başardılar. Bu da İsrail’in potansiyel hedef tanımlama dosyalarının gerçekte boş olan mevzilere ilişkin olmaları sonucuna yol açtı…
Son olarak Hizbullah’ın İsraillilerin faaliyetlerini önleme ve « okuma » konusundaki başarısının, savaşın sonunda gerçekleşecek olan kara saldırısı üzerinde etkisi büyük olacaktır. Hizbullah istihbarat sorumluları düşman sinyallerini deşifre etme yetenekleri öylesine geliştirmişlerdi ki İsrailli komutanlar arasındaki kara iletişimini dinleme noktasına gelmişlerdi. İsrail, komutanlarının kendi aralarında iletişim kurmalarına olanak vermek için tasarlanan çok sofistike « frekans atlama » teknikleri bütününe çok güvenerek, Hizbullah’ın karşı sinyal teknolojilerini kullanma yeteneğini küçümsemiş oldu. Bunun, sadece kendi askerlerine savaşı kazanmaları için imkan verecek şok etkisine güvenen İsrailliler üzerinde yaşamsal etkisi olacaktır. Bugün İsrail’in müesses siyasi düzeninin, silahlı kuvvetlerinin aralarında özellikle Hizbullah’ın silah varlığının ve komuta harekat yeteneklerinin yok edilmesi olmak üzere yaşamsal öncelikteki hedeflerini yerine getirme konusundaki başarısızlığı karşısında şaşkınlık yaşadığı kesindir.
Ama İsrail’in müesses siyasi düzeni daha da kötüsüne hazırlıklı olabilmek için hiçbir şey yapmamıştı: askerlerin kaçırılmasının ertesi günü olan 12 Temmuz’da gerçekleştirilen İsrail’in güvenlik kabinesinin ilk toplantısı üç saat sürdü. Her ne kadar Olmert ve güvenlik kabinesi İsrail Ordusunun savaşın ilk üç gününe yönelik planına ilişkin somut ayrıntılar istemiş olsa da, kabine üyeleri ne çatışma sonrasıyla ilgili açık siyasi hedefleri dile getirme, ne de saldırının başarısız olması durumunda çıkışa yönelik bir siyasi strateji taslağı oluşturmak konusunda başarılı olabildiler. Olmert ve güvenlik kabinesi her savaşta geçerli olan en önemli ilkeyi ihlal ederek düşmanlarını küçümsedi. Birçok değerlendirmeye göre Olmert ve kabinesi İsraillilerin caydırıcılığına aşırı güvenmişlerdi. İsrail kamuoyu gibi onlar da İsrail Ordusunun yeteneğinin sorgulanmasını kutsala saygısızlık olarak değerlendiriyorlardı.
İsrail istihbaratının çatışma süresince gösterdiği başarısızlık felaket boyutundaydı. Bu durum, çatışmaların ilk üç gününde Hizbullah’ın askeri tesislerini büyük ölçüde imha etmeyi hedefleyen İsrail Hava Kuvvetlerinin başarısız kalması sonrasında, İsrail’in Hizbullah’a karşı belirgin bir zafer elde etmesi olasılığı gittikçe öngörülemez olması sonucuna yol açtı.
Bir ABD’li askeri uzman « İsrail savaşı ilk üç gününde kaybetti » demiştir. « Bu tür bir sürprizle karşı karşıyaysanız ve bu düzeyde bir ateş gücüne sahipseniz, kazanmak zorundasınız! Aksi taktirde yandınız demektir, hem de sürekli olarak ». İsrail Ordusundaki üst düzey yetkililer hava saldırısının başarısız kalması nedeniyle tek bir seçenekle karşı karşıya oldukları sonucuna vardılar: Hizbullah’ın zafer iradesini yok etme umuduyla kara birlikleri aracılığıyla Lübnan’ı işgal etmek.
İKİNCİ BÖLÜM: KARA SALDIRISINI KAZANMAK
İsrail’in, hava kuvvetlerinin başaramadığını gerçekleştirmek için bir kara saldırısı başlatma kararı çekinerek ve rastlantı sonucu alındı. Savaşın ikinci haftasında, İsrail Ordusuna bağlı birlikler Güney Lübnan toprakları içerisine sızma harekatları gerçekleştirirken, komuta kademesi kara birliklerini ne zaman ve nerede –ve hatta bunun gerekli olup olmadığını tartışarak- harekete geçireceği konusunda hala kararsız görünüyordu.
Ordunun asıl kara birliklerini nerede, ne zaman hareket geçireceği ve bunun gerekli olup olmadığı konusundaki kararsızlığının derecesi, hava kuvvetlerinin zafer açıklamalarına bağlıydı. İsrail Hava Kuvvetleri, sadece bir gün daha ve ardından bir gün daha diyerek hala hava yoluyla bunda başarılı olacağını iddia etmeyi sürdürüyordu. Bu kararsız tutum bir kara harekatının ne zaman olacağı ve hatta gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine yönelik Batı’nın belirsizliğine de yansıdı.
İsrailli üst düzey yetkililer basında ilişkide oldukları kişilere bir kara saldırısının zamanlamasının kesinlikle gizli tutulduğunu söylemeyi sürdürürken, gerçekte bunu onlar dahi tam olarak bilememekteydiler… Bu kararsızlık hali biraz da daha şimdiden Lübnan topraklarına sızmış olan İsrail Ordusuna bağlı küçük birliklerin yaşadığı deneyimin de bir sonucuydu. Güney Lübnan’da harekat yürüten İsrail Ordusuna bağlı özel birlikler komutanlarına daha 18 Temmuz’dan itibaren Hizbullah birliklerinin İsrail’e bir uçurumun tepesinden hakim olan ilk mevzi hattındaki konumlarını korumak için kararlı bir şekilde çarpıştıklarını rapor ediyorlardı.
İşte tam da bu sırada Başbakan Ehud Olmert bir siyasal karar alır: danışmanları İsrail’in bir ateşkesi ve uluslararası güçlerin konuşlanışını kabul etmeye hazır olduğu mesajları verirken, Hizbullah’ı yenmek üzere İsrail Ordusunun tüm gücünü seferber edecekti. Olmert İsrail’in yelkenleri suya indirmemesinde kararlıydı: İsrail bir BM gücünün konuşlanmasını kabul edecekti, ama sadece son çare olarak.
Olmert, her şeyden önce İsrail’in bir NATO gücünü kabul edeceğini söylemeye karar verdi. Bu stratejiye uygun olarak 21 Temmuz’da İsrail’in yedek güçleri seferber edildi ve cepheye gönderildi. Bu beklenmedik seferberlik (beklenmedik çünkü İsrail Ordusu Hizbullah’ı hava kuvvetleriyle yenme beklentisi içerisindeydi, ardından da –başarısızlık halinde– yedekleri çağırmadan düzenli birliklere başvurulacaktı) yedeklerden oluşan birliklerin başlangıçta harekete geçirilmesi stratejisinin erken doğmuş ve taslak niteliğinde olmasına yol açmıştır (İsrail’in bu çatışma boyunca yedeklere çağrı yapmayı düşünmediği, onları çok daha önce seferber etmemesinden dolayı bir kez daha anlaşılıyor).
Üstelik genelde yakın zamanda bir seferberlik olması durumunda en başta bilgilendirilen yedek üst rütbeli subaylar dahil yedeklerin göreve çağrılması herkes için sürpriz olmuştur. Yedeklerin seferber edilmesi kaotik bir şekilde gerçekleştirildi, lojistik destek « konvoyu » yedek birliklerin konuşlandırılmasında yirmi dört ila kırk sekiz saat kadar gecikti.
21 Temmuz’daki seferberlik, Pentagon’daki askerlere İsrail savaşında her şeyin yolunda gitmediği yönünde belirgin bir sinyal vermiştir. Bu durum aynı zamanda İsrail’in yedeklerden oluşan birliklerinin cepheye gerekli olan teçhizatlar, uygun savaş planı ve hatta çatışmayı sürdürebilmek için gerekli cephane olmaksızın cepheye vardığını ortaya koymaktadır (tüm çatışma boyunca, İsrail yedek askerlerine yeterli lojistik vermek konusunda zorlandı: gıda, cephane ve hatta içerecek su tedarikleri, bir birliğin İsrail’in Kuzeyinde kendileri için belirlenen konuşlanma üssüne varışından ancak bir ila iki günlük bir süreden sonra ulaşılıyordu).
Bu organizasyon bozukluğunun etkisi askeri gözlemciler tarafından hemen algılandı. Bir Amerikan komutan « İsrail birlikleri hazırlıksız, isteksiz ve moralsiz görünüyorlardı » değerlendirmesinde bulundu. « Bunun daha önceki savaşlarda tanık olduğumuz ateşli Tsahal ile hiçbir ilgisi yoktu ».
Olmert tarafından alınan siyasi karara uygun olarak, İsrail Ordusunun belirlediği Hizbullah’ın topyekun imhası hedefi de belirgin bir şekilde azalmıştı. İsrail genelkurmayı üyesi İdo Nehuştan Tugayı Generali, yedeklerin göreve çağrılmasının ertesi günü « askeri hedeflerimizle siyasi hedeflerimiz arasında bir tür sınır var » açıklamasını yaptı. « Hedef illa ki Hizbullah’ın en son roketine kadar imha etmek değil. Yapılması gereken, Hizbullah’ın askeri mantığını yıkmaktır. Bunun da gün meselesi olmadığını söylemek isterim… ».
Bu tabi ki ilginç bir askeri strateji sunum tarzıdır, ne olursa olsun tek amacı « düşmanın askeri mantığını » yıkmak olan bir savaş yürütmek. Neşustan’ın açıklaması, İsrail Ordusunun bu savaşın tam olarak amacının ne olabileceği sorusu üzerinde kafa yoran sahadaki birliklerinin komutanları üzerinde soğuk duş etkisi yarattı. Ama her ne kadar İsrail Hava Kuvvetlerinin saldırıları Hizbullah’ın İsrail kentlerini füzelerle hedef almayı sürdürmesini önleyemese sayılarının azalması nedeniyle diğer komutanların morali yüksekti. Bu füze atışları 19, 20 ve 21 Temmuz’da olduğu kadar hiç azalmamıştı (19’da çok az sayıda füze atışı kaydedildi, 20 ve 21 Temmuz’da en fazla kırk ve 22’sinde 22 adet füze fırlatıldı).
Aynı 22 Temmuz’da ABD’nin çatışmaya ilişkin ilk yanıtına tanık olundu. 21’i gecesi geç saatlerde, Olmert ve İsrail Ordusu Beyaz Saray’dan bol miktarda yüksek hassasiyete sahip güdümlü mühimmat talebinde bulunması, hava kuvvetlerinin savaşın ilk aşamasında Hizbullah’ın askeri yeteneğini imha konusunda başarısız olduğunu ortaya koyuyordu.
İsrail’in talebi hemen karşılandı ve söz konusu mühimmatlar 22 Temmuz şafağından itibaren uçaklara yüklenerek İsrail’e gönderildi. Pentagon’daki üst düzey yetkililer, İsrail mühimmatlarının çoğunu savaşın ilk on gününde kullanmasından dolayı –ki bu mühimmatın çok israf edildiği anlamına geliyordu- bu sevkiyatlardan derin kaygı duyuyorlardı. İsrail’in Hizbullah hedeflerine yönelik stratejik darbe vurma seçeneğini terk ettiğini bunun yerine Lübnan’ın altyapısında ayakta kalmayı başaran her şeye saldırma kararlılığını değerlendiren yetkililer, İkinci Dünya Savaşında ABD ve İngiltere’nin Almanya’nın altmış altı kentini yerle bir etmesinin ne Almanların morali, ne de askeri yetenekleri üzerinde önemli bir etkide olmadığını bildikleri için bu stratejinin işe yaramayacağını düşünüyorlardı.
Ama her ne kadar eski bir subay ABD’nin İsrail’e sağladığı mühimmatın, 1973’te İsrail tarafından Ekim Savaşının en yoğun günlerinde dile getirilen benzer bir talebi anımsattığı gözleminde bulunsa da Pentagon’un çok da abartılı değerlendirmelerde bulunmadığı söylenebilir. Söz konusu subay « bunun tek bir anlamı olabilir » şu yorumda bulunur: « büyük güçlüklerle karşı karşıyalar ».
İsrail’in misillemesi konusundaki derin rahatsızlıklarına (bu rahatsızlık hiç kimse ortaya koymamış olsa da çok derin ve ciddi boyuttaydı) rağmen, Amerikan Ordusunun üst düzey subayları düşüncelerini kamuoyu önünde dile getirmekten kaçındılar. Ve bunun için çok sağlam gerekçeleri de yok değildi: 1973 savaşının en şiddetli anında İsrail’in silah talebine yönelik eleştiriler, dönemin Genelkurmay Başkanı General George Brown’un istifasıyla sonuçlanmıştı. Brown, Amerikan Hava Kuvvetlerinin Vietnam’daki komutanlığının Güneydoğu Asya’daki savaşını yürütmesi için gereksinim duyduğu mühimmat tedarikinin yetersizliğinden şikayet ettiği bir dönemde silah ve mühimmatların İsrail’e gönderilmesini kabul edemiyordu.
İsrail ve Hizbullah’a karşı yürütülen savaş boyunca dikkat çekici bir şekilde sessiz kalmış olan, birleşik komutanlığın bugünkü sorumlusu Peter Pace, tarihten iyi ders almıştır. Topuk selamıyla, boyun eğmeyi ve çenesini kapatmayı tercih etmiştir. Ana birleşik komutanlığın ve farklı ordu birliklerinin üst düzey komutanları İsrail’in çok zayıf performansından dolayı derin kaygı duyan tek Amerikalı sorumlular değillerdi. Yeni Amerikan mühimmatları hava yoluyla İsrail’e gönderilirken (İskoçya’daki Prestwick üzerinden), istihbarat yetkilileri savaşın ilk günlerine ilişkin ilk değerlendirmelerini yapıyorlardı. Aralarından biri İsrail’in çok ağır hava bombardımanına ve İsrail Hava Kuvvetlerinin Lübnan’ın başlıca televizyon kanallarının vericilerini imha etmesine karşın El Manar televizyonunun Beyrut’tan yayın yapmayı sürdürdüğünü ortaya koydu (Bu durum tüm savaş boyunca sürecektir, El Manar hiçbir zaman birkaç dakikayı aşan yayın kesintisi yaşamayacaktır). Daha bir televizyon kanalının yayınlarını kesmeyi başaramamışken, İsrail hava bombardımanının herhangi bir şekilde başarılı olduğunu kim iddia edebilirdi ki?
Yedeklerin göreve çağrılmasının Güney Lübnan’daki mücadeleye güç katması ve kara saldırısının etkisini arttırması bekleniyordu. 22 Temmuz’da Hizbullah’ın Nasır Tugayına bağlı birlikleri, Marun el Ras yerleşiminde İsrail güçlerine karşı kent savaşı verdiler. İsrail Ordusu gün bitiminde bu yerleşimi ele geçirdiğini ilan etse de durum hiç de böyle değildi. Çok kanlı çatışmalar yaşanmış ama Hizbullah savaşçılarının hiçbiri yerlerini terk etmemişti. Nasır Tugayına bağlı birçok savaşçı İsrail saldırısını sabırsızlıkla beklemiş ve Hizbullah’ın İsrail’in askeri iletişimini dinleme konusundaki başarısı sayesinde İsrail askerleri, çok güçlü bir şekilde mevzilenmiş Hizbullah birlikleri karşısında çok zorlanmıştır.
İsrail Ordusunun öncüleri hiçbir şekilde savunma hatlarını yarmayı başaramamış ve hatta yerleşimin Batısında karşı saldırılara maruz kalmışlardır. Nasır Tugayına bağlı üçer savaşçıdan oluşan özel timler çatışmalar sırasında omuzdan atılan hafif tanksavar silahlarıyla İsrail’e ait çok sayıda zırhlı aracı tahrip etmişlerdir. Bitkin düşen İsrailli Yarbay İlay Talmor bunun üzerine « bunu yapacaklarını biliyorduk… » dedi. « Bu toprakların kendilerine ait olduğunu söylüyorlar. Biri İsrail’i işgal etmeye kalkışsa biz de tamamen aynı şeyi yapardık! »
İsrail Ordusu ısrarla taarruzlarının « hedefinin sınırlı » olacağını yinelerken, binlerce yedeğin göreve çağrılması nedeniyle yeni İsrail birlikleri sınırın Güneyinde oluşturulmaya başlanır. Hükümet sözcüsü Avi Pazner « Lübnan’ın işgaline hazırlanmıyoruz » açıklamasını yapar. İsrail Ordusu Marun el Ras’ı Güney Lübnan’daki ilk « sıçrama noktası » olarak belirler. Palmer, « Hava Kuvvetleri, topçu birliklerimiz ve kara kuvvetlerimizin birleşik baskısı, Lübnan’ı fethedip işgal etme noktasına gelmemize ihtiyaç olmayacak bir şekilde Hizbullah’ın direniş gücünü kıracaktır » der.
Bir gücü « kovmak » ile bir yerleşimi işgal etmek arasındaki fark artık belirlenmişti ki bu da Amerikan askeri uzmanlarına İsrail Ordusunun bir yerleşime girebileceği ama onu işgal edemeyeceği yolunda çok açık yeni bir işaret veriyordu. ABD’deki askeri okullarda eğitim gören bir ABD subayı İsrail’in Güney Lübnan saldırısını, ABD İç Savaşı sırasında Komutan Robert E. Lee’nin Pensilvanya Gettysburg’taki Birlik yanlıları mevzilerine yönelik kanlı saldırısıyla karşılaştırır. Komutan o dönem « oraya gidebilirim gerçi ama asıl sorun orada kalabilmektedir » demişti.
Çatışmalara ilişkin Hizbullah komutanlarından gelen raporlar, İsrail birliklerinin hiçbir zaman sınır hattını tamamen güvenli hale getirmeyi başaramadığını ve Marun el Ras yerleşiminin hiçbir zaman tamamen ele geçirilmediğini teyit ediyordu. Üstelik Hizbullah, İsrail’in yaptığı gibi hiçbir zaman kendi yedeklerini seferber etme gereğini duymamıştı. Bölgeyi çok iyi bilen bir askeri uzman « Hizbullah tüm savaşı 3 000 kişiden oluşan tek bir tugayıyla yürüttü… ». « Savaşın başından sonuna kadar Nasır Tugayı savaştı. Hizbullah, bu Tugayı desteklemek konusunda en küçük bir ihtiyaç duymadı… »
Lübnan’dan gelen raporlar da bu noktanın altını çizmektedir. Hizbullah komutanları, İsrail birliklerinin kötü tertiplendiğini ve disiplinsiz olduklarını büyük şaşkınlıkla tespit ettiler. Çok sayıda Lübnanlı gözlemciye göre işini iyi yapan tek İsrail birliği Golani Tugayı olmuştur. Bir resmi yetkili Amerikan argosuna kayarak İsrail Ordusunun « a motley assortment » yani « toplama unsurlardan » oluştuğunu belirtti. « Tabi kırk yılınızı Batı Şeria ve Gazze’de kadın ve çocukların üzerine plastik mermi atmakla geçirirseniz olacağı budur… »
İsrailli komutanlar da birliklerinin gösterdiği acınası performanstan ötürü derin üzüntü içerisindeydiler ve en talimli muvazzaf askerleri arasında dahi bir disiplinsizlik olduğunu gözlemlediler. Yedeklerin durumu daha da kötüydü ve hatta kimi İsrailli komutanlar bunları çatışmalara sürmekten çekindiler…
25 Temmuz’da, Olmert’in başlangıçta açıklanan Hizbullah’ın ortadan kaldırılması hedefinin küçültülmesine ilişkin stratejisi tümüyle yürürlükteydi. İsrail Savunma Bakanı Amir Peretz bu gerilemeyi duyurmakla görevlendirildi ve İsrail’in mevcut hedefinin Güney Lübnan’da bir « güvenlik bölgesi » oluşturmak olduğunu söyledi. Bununla birlikte sözlerine bir tehdidi eklemekten de kaçınmadı: « Eğer bir uluslararası güç sınırı denetlemeye gelmezse, belirlenen güvenlik bölgesine yaklaşan herkesin üzerine ateş açarak sınırı kendi imkanlarımızla denetlemeye devam edeceğiz. Bu uyarımızı yönelttiklerimiz her an hedef olabileceklerini bilmelidirler! »
Hiç beklenmedik bir şekilde, İsrail’in Hizbullah’ı ortadan kaldıracağı ifadesinden artık söz edilmez olur… Yine sınırda barış gücü olarak sadece NATO’nun kabul edilebileceği açıklaması da unutulur… İsrail 25 Temmuz’da Hizbullah’ın « merkez bölge » Komutanı Ebu Cafer’in Lübnan sınırında henüz ele geçirilemeyen Marun el Ras köyü yakınlarında, İsrail askerleriyle giriştiği « silahlı çatışma sırasında » öldürüldüğünü açıklar. Oysa bu haber doğru değildir: Ebu Cafer, savaş biter bitmez kamuoyu önünde açıklama yapmaktan büyük bir zevk alır…
Daha sonra yine aynı 25 Temmuz günü içerisinde, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Kudüs ziyareti sırasında, İsrail Ordusu « Hizbullah terörünün başkenti » olarak anılan Bint Cebel’e doğru ilerler. Bint Cebel’in alınması için verilen savaş dokuz gün sürer. Ama bu kent savaşın sonuna kadar Hizbullah’ın elinde kalacaktır. Savaş sona erdiğinde kent tamamen harabeye dönmüş, Hizbullah savaşçıları, İsrail topçusunun ve hava kuvvetlerinin kesintisiz bombardımanına karşın en güçlü bombalara dahi dayanıklı sığınaklarında hayatta kalmayı ve ancak İsrail birliklerinin daha sonra gerçekleştirdikleri kara harekatlarında kente « barış » getirmeye giriştiklerinde yeniden ortaya çıkmayı başarmışlardır.
Hizbullah’ın taktiği, Vietnam savaşının ilk günlerinde Kuzey Vietnam Ordusununkini hatırlatıyordu. Bu dönemde Kuzey Vietnam Ordusu komutanları adamlarına « bombalardan kaçmaları » gerektiği, ardından küçük birliklerle yürütülen girişimlerle Amerikalılara karşı savaşmalarını söylüyorlardı. Bu taktiğin ne anlama geldiğini daha iyi anlatabilmek için « onları kemerlerinin tokalarından yakalamalısınız » diyordu bir Vietnamlı komutan.
24 Temmuz’da, Lübnan’da uğradığı başarısızlığa bir ek kanıt olarak İsrail, « Hizbullah’ın mevzilenmeleri » olarak nitelediği yerlere karşı ilk binlerce misket bombasını kullanmaya başlar. Misket bombaları etkili bir savaş aracıdır – her ne kadar çok vahşice olsa da – ve tüm NATO üyesi ülkeler dahil (Rusya ve Çin de dahil) bunları kullanan ülkeler, bu tür bombaların kullanımını yasaklayan uluslararası anlaşmalara imza atmaktan her zaman kaçınmışlardır.
Bunları kullanan en çok sorumluluk sahibi ülkeler, misket bombalarının kullanımı sonrasında « küçük bombaların » başarısız olma oranını azaltmak için mühimmatlarının « fünyelerini ikiye » yükseltmektedirler. Clinton yönetimi boyunca, Savunma Bakanı William Cohen, söz konusu mühimmatların başarısızlık oranını % 14’ten (bazı uzmanlar daha yüksek bir oran telaffuz etmektedirler) % 3’ün (bazı tahminler daha da düşük bir sayı vermektedir) altına düşürebilmek için misket bombalarının fünyelerinin ikiye yükseltilmesine ve Amerikan cephaneliklerinde stoklanan mühimmatların « uzun süreli ateş oranının » ortadan kaldırılmasına yeşil ışık yakmıştır.
İsrail’in bu tür mühimmatları kullanmasına ilişkin soruşturmalar henüz başlangıç aşamasında olsa da, İsrail Ordusunun artık tek fünyeli mühimmatlar kullandığı anlaşılıyor. İsrail basınında yer alan yakın tarihli raporlar, İsrail topçu subaylarının bu minyatür bombaları kullanarak onlarca köyü yerle bir ettiklerini ortaya koyuyor. Bu da topçu atışları için kullanılan « ayrım gözetmeyen » deyimiyle örtüşmektedir.
İsrail’in söz konusu mühimmatlarının büyük olasılıkla ikinci fünyeleri olmadığı için Amerikalıların artık kullanılmayan bir modeline ait silah stoklarından indirimli olarak satın alındığı anlaşılıyor ki bu da ABD’yi tümüyle yasadışı bombardımanların suç ortağı yapmak için yeterlidir. Böylesi bir sonuca varmak İsrail’in mühimmat tedariki için belirlenen 22 Temmuz tarihiyle de örtüşmektedir. İsrail Ordusu aldığı bu yeni mühimmatları rahatlıkla topraklarına indirmiş ve Lübnan’da tanık olmaya devam ettiğimiz ve ortaya çıktığı 24 Temmuz’dan beri bu ülkeye ağır darbe vurmayı sürdüren misket bombası krizinin ortaya çıkmasından sorumlu olabilmesine yetecek kadar hızlı bir şekilde bunları kullanılır hale getirebilmiştir.
26 Temmuz’da İsrail Ordusu yetkilileri, Bint Cebel’i ele geçirmeye yönelik girişimlerinden önceki yirmi dört saatin « bizimkilerin Güney Lübnan’da verdikleri tüm savaşların en zor günü » olduğunu itiraf ediyorlardı. Sabah saatlerinde yerleşimi Hizbullah’ın elinden alamayınca, İsrail Ordusunun komutanları buraya elit birliklerini göndermeye karar verir: Golani Tugayı. Öğleden sonra saat ikide bu tugaya bağlı dokuz asker öldürülür ve yirmi dört tanesi yaralanır. Daha sonra akşamüstü İsrail Ordusu Nasır Tugayı ile üç gündür çetin çarpışmaların sürdüğü Marun el-Ras’ta bir başka seçkin birliği olan Paraşütçülerini kullanır.
27’si, bu yerleşimleri ele geçiremeyen birliklerinin başarısızlığına yanıt olarak İsrail hükümeti yedeklerden oluşan üç bölüğün, yani toplam 15 000 kişinin seferber edilmesine onay verir. Hizbullah’ın İsrail’e yönelik füze saldırılarını sonlandırmaya yönelik sonuçsuz girişimleriyle birlikte İsrail Ordusunun büyük başarısızlığı iyice belirginleşir. Aynı gün Hizbullah 100 kilogram patlayıcı taşıyan Hayber-1 adlı yeni tip füzesiyle Hayfa kentinin güneyindeki liman yerleşimi Afula’yı vurur.
28’i, İsrail istihbaratının başarısızlığının büyüklüğü İsrail kamuoyuna mal olmaya başlar. Aynı gün MOSSAD sorumluları, Hizbullah’ın askeri yeteneklerinin önemli bölümünün ağır hasar almadığı ve bunun sonucunda örgütün çatışmaları birkaç ay daha sürdürebilecek durumda olduğuna ilişkin bilgilerin « sızmasına izin verir ». Hizbullah’ın ağır hasar aldığını belirten İsrail Ordusu aynı düşüncede olmadığını açıklar. İsrail istihbarat topluluğu içerisinde ilk çatlaklar ortaya çıkmaya başlar.
ABD’deki uzmanlar da İsrail’in stratejisini ve yeteneklerini sorgulamaya başlarlar. Genelde çok ihtiyatlı olan Brookings Enstitüsü, Hizbullah’ı krizin sorumlusu olmakla suçlayan Philip H. Gordon’un özellikle aşağıdaki görüşünü içeren bir yorumunu yayınlar: « Asıl sorun Hizbullah’ın sorumlu olup olmadığını – çünkü sorumludur – ya da İsrail’in kendini savunma hakkı olup olmadığı – çünkü hakkıdır – değil ama bu özel stratejinin [özellikle yoğun ve yinelenen hava bombardımanı kampanyalarına dayanan] işe yarayıp yaramayacağını bilmektir. Bu işe yaramayacaktır. Bu Hizbullah’ı zayıflatmayacaktır çünkü hareketli, iyi gizlenmiş ve olası bir hava köprüsüyle kolayca ikmal edilebilir binlerce küçük füzeyi ortadan kaldırmanın imkansız olduğu aşikardır ».
Gordan’ın bu yorumu, Beyaz Saray’ın emretmesi durumunda İran nükleer tesislerine yönelik kendi tozlanmış hava saldırısı planlarını ortaya çıkarmak için can atan çok sayıdaki subayın bakış açısını yansıtıyordu. Pentagon’daki üst düzey yetkililerle görüşen bir Ortadoğu uzmanı bize « Amerikan Hava Kuvvetlerinin İsrail’in Lübnan’daki savaşı yürütme şeklinden memnun olduğuna ilişkin yanlış bir izlenim var » dedi. « Hayrete düşmüşlerdi. Kendi güçlerinin sınırlarını gayet iyi biliyorlardı ve aynı zamanda bunun nasıl kullanılabileceğini de ».
« Onlara göre [Amerikan Hava Kuvvetleri subayları] İsrail talimnameleri ayaklar altına almıştı; bombardıman ne cerrahi, ne de hassastı ve yaptıkları şey hiç de akıllıca değildi! Bir ülkeyi bomba şarapnellerine boğduktan sonra sadece oturup umut edemezsiniz! »
Savaşa ilişkin soğuk ve acımasız veriler, havada olduğu kadar karada da İsrail saldırılarının saçmalığını ortaya koyuyordu. Hizbullah çatışmalar başlamadan önce cephaneliğine 18 000’e yakın füze depolamıştı. Bu tesisler İsrail’in hava saldırılarına karşı güçlendirilmişti ve yoğun bombardıman kampanyasına kolayca dayandılar. Hizbullah yetkilileri füzeleri ateşledikleri anla, İsrail Hava Kuvvetlerinin füzelerin atıldığı yerleri belirleyip seyyar füzeleri ele geçirmek için buraya birlikler göndermesi için yaklaşık bir buçuk dakikalık bir süre geçtiğini hesaplamışlardı. Yıllar süren yoğun hazırlıklardan sonra, Hizbullah’ın topçu ekipleri bir dakika içerisinde füzeleri ateşleyip seyyar rampaları gizlemeyi öğrenmişlerdi ki bunun sonucunda, İsrail Hava Kuvvetlerine ait uçak ve helikopterler Hizbullah’ın İsrail topraklarını füzeleriyle vurmasına engel olamadı.
Hizbullah İsrail’e karşı yaklaşık 4 000 füze fırlattı (kesin olmamakla birlikte 4 180 füzenin fırlatıldığı söyleniyor) bu da elindeki stokun yaklaşık olarak 14 000 füzeye düşmesine yol açmıştır ki bu da savaşı en az üç ay daha rahatlıkla sürdürebilmesi anlamına geliyordu.
Üstelik Hizbullah savaşçıları kararlı ve disiplinli olduklarını daha da somut olarak ortaya koymuşlardır. İstihbarat alanındaki becerilerini kullanarak İsrail piyadesinin akınlarını durdurmuş ve İsrail’in en seçkin birlikleriyle eşit düzeyde olduklarını kanıtlamışlardır. Bazı yerlerde İsrail birlikleri savaş alanında yenilmiş ve beklemedikleri şekilde geri çekilmek ya da bazı unsurlarını kurtarmak için hava desteği istemek mecburiyetinde bırakılmışlardır. Savaşın sonuna doğru bile, 9 Ağustos’ta İsrail Ordusu, Marcayun, Kıyam ve Kila köylerindeki çatışmalar sırasında on beş yedeğinin öldürüldüğünü ve kırk tanesinin yaralandığını açıklamıştır ki bu küçük bir yerleşim alanı için oldukça yüksek bir kayıp oranı anlamına gelmektedir.
Hizbullah’ın güçlü savunması İsrail zırhlı araçlarına da ağır bir bedel ödetmiştir. Sonuç olarak İsrail ateşkesi kabul etmiş, sınır bölgesinden geri çekilmeye başlamış ve sahada arkasında hemen hemen tümü büyük beceriyle kullanılan AT-3 « Sagger » (bu, NATO’nun omuzdan ya da araçtan fırlatılan, kablo güdümlü ikinci nesil 9M14 Malyutka –Malyutka « küçük bebek » anlamına gelmektedir– adlı Rus yapımı bir füzeyi tanımlamada addır) tanksavar füzeleriyle imha edilmiş olan kırk zırhlı araç bırakmıştır.
Üç kilometre uzaklığa kadar hedefleri vuran Sagger (Malyutka) İsrail tanklarının imhasında çok etkili olmuş ve Hizbullah’ın kullandığı Sagger füzesinin eski bir sürümü (1973’te geliştirilen ve dağıtımı yapılan) olmasına rağmen İsrail zırhlı araçlarının komutanlarının soğuk terler dökmesine neden olmuştur. Eğer İsrail Ordusu zırhlı araçlarını 1973 sürümlü « ikinci nesil » füzelere karşı koruyamadıysa, komutanlarının bugün daha modern, daha gelişmiş ve ölümcül bir sürüme karşı kendilerini nasıl koruyacakları sorusunu kendilerine sormaları lazım.
Ateşkesin yürürlüğe girmesinden önce İsrail’in siyasi müesses düzeni, İsrailli paraşütçüleri küçük ve birbirinden ayrı tugaylar halinde [« clear drop »] Litani Irmağı yakınlarındaki kilit mevzilere gönderme kararı alır. Bu kararın uluslararası kamuoyunu Litani Irmağının hemen güneyinde bir BM gücünün konuşlandırılması konusunda ikna etmek amacıyla alındığı anlaşılıyor. Lübnan’ın İsrail sınırıyla Litani Irmağı arasında kalan bu bölgesini temizleyebilecek durumda olmadığı ortaya çıkmasaydı İsrail bu girişimde bulunamazdı.
Dolayısıyla çok sayıda İsrailli paraşütçü, bu hedefi yerine getirmek için uçakla Litani’nin hemen güneyindeki kilit bölgelere uçakla taşındı. Bu karar bir felakete yol açabilirdi. Bölgeye havadan indirilen İsrail güçlerinin büyük çoğunluğu Hizbullah birliklerince hemen kuşatıldı ve eğer ateşkes onların imdadına koşmasaydı rahatlıkla imha edilebilirlerdi. Siyasilerin kararı emekli İsrailli subayları hiddetlendirdi ve aralarından biri Olmert’i « orduyla hasbara (devlet propagandası) yapmakla » yani orduyu halkla ilişkiler amacıyla kullanmakla suçladı.
İsrail’in askeri başarısızlığının en belirgin göstergesi kuşkusuz ölü ve yaralı bilançosudur. İsrail bugün itibariyle 400 ila 500 Hizbullah savaşçısını öldürdüğünü, kendi kayıplarının bunun çok altında olduğunu iddia etmektedir. Ama daha kesin bir hesaplama Hizbullah ve İsrail’in kayıplarının birbirilerine çok yakın olduğunu ortaya koymaktadır. Şiiler için (ve dolayısıyla da Hizbullah için) şehitlerinin hak ettikleri şekilde gömülmelerine izin verilmemesi mümkün değildir, dolayısıyla Şii tarafı için kayıpların sayısını belirlemek kolaydır: cenaze törenlerini saymak yeterli olacaktır. 180’den az Hizbullah savaşçısı için cenaze töreni sayılmıştır ki bu da İsrail tarafının kayıp sayısıyla aynıdır. Bu sayı çok az da olsa yukarıya doğru gözden geçirilebilir. Lübnan’dan gelen en son bilgiler Güney Lübnan’daki Şii (yani Hizbullah) şehitleri mezarlarının sayısının tam olarak 184 olduğunu ortaya koymaktadır.
Ama değerlendirme yöntemi ne olursa olsun –yani füzelerin, zırhlı araçların ya da ölü ve yaralıların sayısı- Hizbullah’ın İsrail’e karşı ortaya koyduğu direniş askeri olduğu kadar siyasi olarak kesin bir zaferden başka bir şekilde nitelenemez. Hizbullah’ın İsrail’e karşı yürüttüğü savaşın toplam etkisi, Temmuz ve Ağustos’taki 34 günlük dönemde bölgenin genelinde siyasi deprem etkisi yaratmıştır.
Hizbullah’ın İsrail’i bozguna uğratması belirleyici olmuştur ama anlaşmazlık boyunca açıkça İsrail’in yanında saf tutan ve çatışmaları sonlandırmayı reddeden ABD’ye yaşattığı siyasi bozgun felaket boyutundadır ve ABD’nin bölgedeki itibarı üzerinde uzun süreli etkisi olacaktır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: SİYASİ SAVAŞ
İsrail ve Hizbullah arasındaki anlaşmazlığın ertesinde Mısır’da bir kamuoyu araştırması gerçekleştirildi: Mısır halkını temsil eden bir kitleye en çok hayranlık duydukları iki siyasi liderin kim olduğu soruldu. Mısırlıların ezici çoğunluğu Hasan Nasrallah’ı işaret ederken, onun hemen ardından İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad geliyordu.
Bu kamuoyu yoklaması, sadece çatışmaların başlangıcından beri Hizbullah’ı eleştirmekten kaçınmayan Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in değil ama aynı zamanda Sünni dünyasının İran’a destek vermesini engellemek amacıyla Şii hareketini eleştiren aralarında Suudi Arabistan Kralı Abdullah ve Ürdün Kralı II. Abdullah gibi Sünni liderlere yönelik somut bir memnuniyetsizliğin ifadesidir.
Ağustos ayı sonunda bölgede görev yapan bir Amerikalı diplomat « çatışmaların sonuna doğru bu adamlar acil çıkışlara doğru kendilerine yol açmak için birbirilerine dirsek darbeleri indirmeye başlamıştı » dedi. « Son zamanlarda onların pek sesi çıkmıyor, ne dersiniz? »
Çıkış kapısına yönelen sadece Mübarek ve her iki Abdullah değildir, ABD’nin Ortadoğu’daki dış siyaseti de Irak’ta yaşadığı devasa sorunlar göz önünde bulundurulduğunda yerlerde sürünmektedir. « Bu da [bundan böyle] Kahire, Amman ve Suudi Arabistan’da kapıların yüzümüze kapandığı anlamına gelmektedir » diye onun sözlerini doğruluyor bir başka Amerikalı diplomat. « Artık iletişim yollarımız kesilmiş durumda. Kimse yüzümüzü dahi görmek istemiyor. Telefonla aradığımızda telefonu kimse açmıyor… »
Bu çöküşün bir yansıması George W. Bush’u çatışmaya son vermesi için ikna etmekte zorlanan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın izlediği güzergahta da izlenebilir.
ABD, daha kamuoyuna henüz açıklanmamış bilmem kaçıncı İsrail-Filistin barış planını destekleyerek konumlarını korumaya çalışacağını açıklamıştır, ama Amerikan hükümetinin demokratik yollarla işbaşına gelmiş Filistin yönetimini nefessiz bırakmaya çalışması bu girişimi ölü doğmuş bir siyasi program haline dönüştürmüştür. Bunun nedeni artık gayet açıktır. Savaşın tam ortasında Kahire’de görev yapan bir Avrupalı yetkili Mısırlı siyasi çevreleri sarsan duygusal iklim konusunda şu yorumu yapar: « Mısır halkı sokakta siyasi liderleriyle karşılaştıklarında, kaldırım değiştiriyorlar ».
İsrail ordularının felaket boyutuna ulaşan başarısızlığı, İranlıların dünyanın birçok kilit bölgesinde Müslüman dünyasının liderliğine oynama hevesini canlandırmıştır.
İlk olarak Hizbullah’ın zaferi İsrail’in –ve dolayısıyla da modern ve sofistike herhangi bir Batılı ordunun– uzun vadede uygun askeri taktik kullanıldığı ve izlendiği taktirde kolayca yenilebileceğini ortaya koymuştur. Hizbullah bir modern ordunun nasıl etkisiz hale getirilebileceğinin örneğini vermiştir. Taktik gayet basittir: Batılıların ilk hava saldırısı kampanyasına izin vermek, ardından düşmanın askeri olduğu kadar ekonomik hedef noktalarını vurabilen füzelerle donatılmış güçleri harekete geçirmek, ardından daha yoğun ve katlanılması daha zor bir ikinci hava bombardımanını atlatmak ve çatışmayı olabildiğince zamana yaymak. İsrail’in Hizbullah’a yönelik saldırısında olduğu gibi bir an gelecek düşman hava kuvvetlerinin bitiremediği işi tamamlamak için kara kuvvetlerini devreye sokmak zorunda kalacaktır. İşte bu kritik son aşamada iyi eğitilmiş, savaşa hazır ve iyi komuta edilen bir güç modern bir askeri yapıya oldukça ağır kayıplar yaşatabilecek ve onu yenebilecektir.
İkinci olarak Hizbullah’ın zaferi Müslüman halklarına, Batı’nın müttefiki Arap ve Müslüman hükümetleri tarafından izlenen stratejinin (Filistinlilerin haklarının tanınması, bölgedeki siyasi yapılara müdahalede bulunulmaması, Ortadoğu’dan ithal edilen kaynaklar için adil fiyat gibi önemli siyasi telafiler elde etme umuduyla [çoğu zaman karşılanmayan]Amerikan çıkarlarıyla çelişmeme politikası) işe yaramadığını ve hiçbir zaman yaramayacağını göstermiştir. Hizbullah’ın zaferi, Amerikan hegemonyasını tuzla buz eden ve bölgedeki saygınlığını yok eden farklı bir örnek sunmaktadır. Bölgede yakın zamanda yaşanan en önemli iki olay arasında (Irak’ın işgali ve Hizbullah’ın İsrail karşısında kazandığı zafer) ikincisi açık ara farkla en önemlisidir. Amerikan karşıtı olup aynı zamanda Hizbullah karşıtı olan oluşumlar da dahil, özellikle Şii’leri hain olarak gören Sünni devrimci direniş hareketlerine bağlı olanlar bile Hizbullah’a daha anlayışla yaklaşmaktadırlar.
Üçüncü olarak Hizbullah’ın zaferinin Amerika’nın bölgedeki müttefikleri üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. İsrail istihbaratı yetkilileri çatışmaların sona erdiği Ağustos ortasından itibaren Hizbullah’ın üç ay daha savaşı sürdürebilecek durumda olduğunu hesaplamışlardır. Hizbullah’ın tahminleri de İsrail’in tespitleriyle örtüşmektedir, çünkü ne Hizbullah, ne de İranlı yöneticiler Hizbullah’ın zaferi sonrasında hangi adımın atılacağını öngörememişlerdir. Bu arada, Ürdün’ün istihbarat servisleri Ürdün’de herhangi bir Hizbullah yanlısı gösteri yapılmaması için yirmi dört saat aralıksız çaba harcıyor ve Mısır’daki meslektaşları Mısır halkının İsrail’in Lübnan’daki bombardımanlarına yönelik artan öfkesini kontrol altında tutmaya çalışıyorlardı.
Arap dünyasının genelinde Hizbullah’a verilen bu açık destek (Te Deum ayinlerinin yapıldığı bazı kiliselere Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın portrelerinin asıldığını not etmemiz gerekir) ABD’yle sıkı ilişkiler içerisinde olan Arap yöneticileri teyakkuza geçirir. Saygınlıklarının giderek azalması, kendi uyrukları üzerindeki nüfuzlarının kaybına yol açabilecektir. Bu durumun Mübarek ve her iki Abdullah’ı İran’a yönelik bir ekonomik, siyasi ve hatta askeri yaptırım girişimini desteklememeye itmesi de beklenebilir. ABD’nin İran’ın nükleer tesislerine yönelik olası bir askeri saldırısıyla gelecekte yaşanabilecek bir savaşın, Tahran hükümetinden daha çok Mısır, Ürdün ve hatta Suudi Arabistan’daki rejimleri sarsması beklenebilir.
Savaşın sonuna doğru çatışmanın dönüm noktasında birçok ülkedeki İslamcı partilerin yöneticileri, kendi hareketleri üzerindeki denetimlerini sürdürüp sürdüremeyeceklerini ya da korktukları gibi siyasi hareketlerin sokak önderleri ve devrimcilerin eline geçme tehlikesiyle karşı karşıya olmadığını sorguluyorlardı. Bugün ABD istihbarat çevrelerinde tanık olduğumuz gibi 10 Ağustos’tan beri ümitsiz bir şekilde çatışmadan çıkış yolu arayan İsrail (Hizbullah değil) olmuştur!
Dördüncü olarak Hizbullah’ın zaferi İsrail hükümetini tehlikeli bir şekilde zayıflatmıştır. 1973’te İsrail’in en son yaşadığı bozgunun ertesinde dönemin Başbakanı Menahim Begin, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın barış önerisini kabul etmek zorunda kalmıştır. Her iki ülke de ABD’nin müttefiki olduğu için bu çok büyük bir başarı sayılmazdı. Hizbullah ve İsrail arasındaki savaşın ertesi bu türden bir yarılma yaşanmamıştır.
İsrail caydırıcı gücünü yitirdiğini ve bunu yeniden kazanması gerektiğine ikna olmuştur. Washington’da görev yapan İsrailli yetkililerin bazıları bugün asıl sorunun İsrail’in « saldırıp saldırmayacağını » değil ama « ne zaman » yeniden saldıracağını bilmek olduğunu doğrulamaktadırlar. Ancak buna karşın İsrail’in bunu nasıl yapabileceğini söyleyebilmek zordur. Hizbullah’la savaşmak ve kazanmak için İsrail’in ordusunu yeniden düzenlemeye ve eğitmeye ihtiyacı olacaktır. Vietnam batağındaki ABD gibi İsrail’in de askeri hiyerarşisini yeniden yapılandırması ve istihbarat alanındaki üstünlüğünü yeniden inşa etmesi gerekecektir. Bu iş için birkaç ay değil ama yıllar gerekecektir.
İsrail’in yeni operasyonlar yapması durumunda, gittikçe daha yaygınlaşan hedeflere karşı daha da güçlü silahlar kullanmayı tercih etmesi olasıdır. Ancak Lübnan’da elde ettiği acınası performansı dikkate alındığında, daha da güçlü silahları tercih etmesi daha çıldırtıcı bir yanıtı doğurma tehlikesini doğuracaktır. Ancak bu olasılık da hesaba katılmalıdır. ABD’nin İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırısı kuşkusuz İran’ın İsrail’in nükleer tesislerine ve büyük kentlerine yönelik bir karşı saldırısına yol açacaktır. İsrail’in böylesi bir saldırıya nasıl yanıt vereceğini kimse önceden tahmin edemez ama Bush’un yaşanan çatışmalar sırasındaki tutumu göz önünde bulundurulduğunda ABD’nin İsrail’i durdurmak için herhangi bir adım atmayacağı kesindir. Kırılgan yapısı nedeniyle Basra körfezinin İran füzelerine hedef olması durumunda kısa sürede yerle bir olacağı kesindir.
Beşinci olarak Hizbullah’ın zaferi, kısa ve orta vadede İsrail-Filistin sorununa yönelik her türlü çözüm umudunun sonu anlamına gelmektedir. İlke olarak « ilerici » olarak kabul gören İsrailli siyasi şahsiyetler bile, daha da yoğun güç, askeri birlik ve daha fazla bomba kullanılması çağrısında bulunarak, Filistinlilerle ilişki anlamında kendi siyasi duruşlarıyla çelişen bir tavır sergilediler. Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas siyasi müttefikleriyle yaptığı özel görüşmeler sırasında, Hizbullah’ın zaferini kutlayanları « Hamas’ın destekçisi » ve « İsrail düşmanları » olarak niteleyerek kınamıştır. Abbas bu konuda Mübarek ve iki Abdullah’tan daha da çamura batmış durumdadır ve kendisine BM Güvenlik Konseyi toplantısı sırasında yurttaşlarıyla [yani Hamas’taki] her türlü ulusal birlik hükümeti kurma girişimine son vermesi gerektiğini söyleyen George W. Bush’la tamamen mutabık olmayı sürdürmektedir.
Altıncısı Hizbullah’ın zaferi İsrail’in siyasi önderliğinin jeostratejik konumunun gerçeklerine gözlerini kapatması gibi çok üzücü bir sonuç doğurmuştur. Lübnan savaşının en çetin günlerinde İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Bush’un « teröre karşı savaş » söylemini kullanarak, yöneticilerine Hizbullah’ın « şer ekseni »nin ayrılmaz parçası olduğunu hatırlatmıştı. Olmert’in gözlemleri, BM Genel Kurulu önünde yaptığı konuşmada « El Kaide »’nin adını bir, ama Hizbullah ve Hamas’ın her birini beş kez anan Bush tarafından daha da zenginleştirildi. Dolayısıyla da bu durum ABD ve İsrail’in, içerisinde yaşadıkları ülkenin siyasi sürecine katılmak isteyen İslamcı hareketlerle kendilerini bölgeyi kana boğmaya adamış tekfirciler [kimi Müslümanları kafir olarak ilan edenler] ve selefiler arasında ayrım yapmaya başlamıştır.
İsrail de ABD’nin en güçlülerine yani İsrail’i Ortadoğu bölgesinde bir istikrar ve demokrasi adası olarak kabul eden neo-kon şebekesine artık güvenemeyeceğini anlamıştır. İsrail’in Lübnan’daki savaşı, İsrail ve Hizbullah arasındaki çatışmayı açıkça bir vekalet savaşı olarak gören uzmanların bakışını çok iyi yansıtmaktadır. Meslektaşımız Jeff Aronson’un da ortaya koyduğu gibi « eğer ABD’ye kalacak olsa İsrail hala savaşıyordu. ABD terörizmle savaşı İsraillilerin kanının son damlasına kadar sürdürecektir! »
Yaşadığı bozgunu kabul etmemesiyle bağlantılı olarak İsrail siyasi önderliğindeki süre giden zayıflık ABD için olduğu gibi Arap ülkeleri için dikkat çekici olmalıdır. İsrail kriz dönemlerinde yaratıcı diplomatik stratejiler uygulayabileceğini ve saygınlığını korumak için esnek manevralar yapabileceğini göstermiştir. İsrail aynı zamanda bir askeri bozgunun ertesinde şeffaflık içerisinde dürüst bir sorgulama yapabileceğini de ortaya koymuştur.
Bir İsrailli yetkili yakınlarda yaptığı açıklamada « Ortadoğu’nun Hizbullah’ın zaferiyle radikalleşmiş olması daha fazla Hamas üyesinin öldürülmesi için mükemmel bir fırsat sunmaktadır » dedi. Bu sapma ancak felaketle sonuçlanır. ABD’nin Ortadoğu’da değişime yol açacak girişimlerde bulunma yeteneğinin olmamasının, Washington’daki bazı analistlerde Olmert’in gerçek bir barışa doğru giden uzun süreci başlatmak için yeterince siyasi cesareti göstermesi için küçük bir umut ışığının doğmasına neden olmuştur. Bu süreç acılı olacaktır, uzun ve zor tartışmaları gerektirecektir ve hatta ABD’nin dünyanın bu bölgesi için öngördüğü programla bir kopuş anlamına dahi gelebilir. ABD’liler Ortadoğu’da yaşamak zorunda değillerse de, İsrail açısından bu durum geçerlidir. Komşularıyla bir siyasi diyalog yürütmek onlara zor görünebilirse de, Lübnan’daki gibi bir savaş kaybetmeden daha az acı verici olacaktır.
Yedinci olarak Hizbullah’ın ve başlıca müttefiklerinin Lübnan’daki konumu yadsınamayacak kadar güçlenmiştir. Çatışmanın en çetin anlarında Lübnanlı Hıristiyanlar Hizbullah üyesi mültecilere kapılarını açtılar. Hıristiyan lider Mişel Aun Hizbullah’ın verdiği mücadeleyi açıkça desteklemiştir. Bu oluşumun liderlerin biri « bu adamın bizim için yaptıklarını hiçbir zaman unutamayız, en azından bizim kuşağımız bunu hiçbir zaman alından çıkarmayacaktır… » demiştir. Mişel Aun’un tavrı Şii’lerin övgüsüne mazhar olmuştur ve kendi siyasi konumunun da güçlenmesine yol açmıştır.
Öte yandan Sünni önderliği de anlaşmazlık sırasındaki kararsız tavrı ve kendi cemaatini sahiplenememesi nedeniyle ağır darbe almıştır. Savaşın ilk haftası boyunda Hizbullah’ın eylemlerine büyük bir şüpheyle yaklaşmışlardır. Savaşın sonunda Sünnilerin Hizbullah’a verdiği destek pekişmişti ve Lübnan’daki mezhep ayrılıklarının ötesinde siyasi yelpazenin geneline yayılıyordu. Bugün Lübnan’daki Sünni önderliğin önünde yeni liderlerle yüksek temsil gücüne sahip bir ulusal birlik hükümeti kurmak ya da seçimlere gitmek tercihi vardır. Lübnan Meclisinde çoğunluğa sahip Saad Hariri’nin hangi tercihte bulunacağını tahmin etmek için siyasi uzman olmaya gerek yoktur.
Sekizinci olarak İran’ın Irak’ta konumu ciddi bir şekilde güçlenmiştir. Lübnan’daki çatışmanın tam ortalarında ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld yaptığı özel görüşmelerde, İsrail’in Lübnan’a saldırmasının Irak’taki Şii toplumunun ve Şii siyasi liderlerin artan düşmanlığıyla karşı karşıya kalan Irak’taki Amerikan askeri varlığı üzerinde tehlikeli sonuçlar doğurmasından çekindiğini belirtmiştir. Rice’ın Bağdat’ta gerçekleştirilen Hizbullah yanlısı gösterilerin Tahran’ın kışkırtmasıyla düzenlediğine ilişkin yaptığı açıklama bölgenin en temel siyasi gerçeklerinden habersiz olduğunu ortaya koymuştur. Dışişleri ve Savunma Bakanları Bağdat’taki Sadr’ların Lübnan’dakilerle bağlantılı olduğundan haberdar değillerdi. Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin Hizbullah’ı eleştirmemesi ve son çatışmalarda İsrail’den yana tavır almaması, « Irak Hizbullah’ı » Irak’taki ulusal birlik hükümetinin taraflarından biri olmasına rağmen, Washington’daki siyasi müesses düzen tarafından şaşkınlık verici olarak değerlendirildi. Pentagon ve Dışişleri Bakanlığının konuyla ilgili olarak Amerikan istihbarat servislerince brifingle bilgilendirilmemiş olmasına karşın, Lübnan savaşın Amerika’nın Irak’taki durumunu nasıl etkileyebileceğini hala anlamadığı söyleniyor. ABD, düşman faaliyetleri hakkında istihbarat toplamak ve bunları analiz etmek için her yıl milyarlarca dolar harcamaktadır. Bütün bu paralar boşa mı harcanmaktadır?
Dokuzuncu olarak Suriye yaşanan çatışmalardan güçlenmiş olarak çıkmıştır ve Lübnan’a yönelik Amerikan-Fransız programı başarısız olmuştur. Lübnan’da açıkça Amerikan yanlısı ya da Suriye karşıtı bir hükümet kurulacağına ilişkin hiçbir işaret yoktur. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın savaşın hemen ertesinde İsrail ile bir siyasi mutabakat girişiminde bulunması onun zayıflığını değil, gücünü yansıtmaktadır. Çatışmalardan olumlu sonuçlar çıkarabildiği ve onun da İsrail’e karşı başarıyla karşı koyabileceğini düşünmesi muhtemeldir.
Refik Hariri’nin ölümünden sonra Suriye’nin Lübnan’a müdahalesine karşı protesto gösterileri düzenleyen Lübnanlı binlerce öğrenci ve yurtseverin, İsrail’in hava bombardımanları sırasında Suriye Hükümeti tarafından onlar için hazırlanan barınaklara sığınmış olması bir ironidir.
Onuncu olarak ve belki de en önemli nokta olarak bundan böyle ABD’nin İran’ın nükleer tesislerine yönelik olarak gerçekleştireceği bir saldırının Müslüman dünyasında desteklenmeyeceği gayet açıktır. Hatta böylesi bir saldırı, ABD’nin bölgedeki gücünün son kalıntılarının da yıkılmasıyla sonuçlanacak bir askeri misillemeye de yol açacaktır. Eğer ABD Tahran hükümetine karşı bir askeri saldırı başlatırsa, ABD’nin dostlarını da uçuruma sürükleyecek, Körfez ülkeleri korkudan titreyecek, Irak’taki 138 000’nin üzerindeki Amerikan askeri Şii halkının rehinesi olacak ve İran buna İsrail’e saldırarak karşılık verecektir. Kesin olan bir şey varsa, böylesi bir saldırıyı gerçekleştirirse ABD bozguna uğrayacaktır.
SONUÇ
Hizbullah’ın İsrail karşısında kazandığı zaferin anlamı, ABD ve Avrupa’daki analistlerin anladıklarından çok daha derindir. Hizbullah’ın zaferi 1967 dalgasını tamamen tersine çevirmektedir: Mısır, Suriye ve Ürdün için o dönem feci bir bozgun söz konusuydu. İsrail ve Amerikan gücü aşağılanmış ve altüst edilmiştir ve bölgede yeni bir önderlik doğmaktadır. 1967’de Arap Orduları yenilmeden önce altı gün boyunca çarpışmışlardır. Lübnan’da Hizbullah milisi otuz dört gün boyunca çarpıştı ve galip gelmesini bildi. Bunu Kahire ve Amman’daki kahvehanelerde kendi gözlerimizle gördük; televizyon ekranları karşısına mıhlanmış esnaf, köylü ve işçiler çaylarını içerken, İsrail’in kayıplarını birer birer saymaktaydılar: « yedi, sekiz, dokuz …»
Alastair CROOKE ve Mark PERRY
Özgün Kaynak: Atimes 12-14 Ekim 2006
(www.arretsurinfo.net sitesinde 5 Kasım 2017 tarihinde Alastair Crooke ve Mark Perry imzalarıyla yayınlanan Fransızca yazıdan Türkçeleştirilmiştir)