Stalingrad savaşının 75.yılı
Normandiya çıkarmasının yıldönümünü her yıl çok coşkulu ve şatafatlı bir şekilde kutlanıyor. Oysa General de Gaulle bir gün bu harekatın sonucunu Fransa’nın Almanlar tarafından işgaliyle karşılaştırmıştı! Ve tarihçi Jacques Pauwels bundan tam 75 yıl önce Stalingrad Savaşının İkinci Dünya Savaşının gerçek dönüm noktası olduğunu anlatıyor. Hitler sadece iki ay içerisinde Kızıl Ordu’nun hakkından gelmeyi düşünüyordu. Ancak Sovyetler direnmesini bildiler ve Alman birliklerini bozguna uğrattılar. Bu direniş gösterilmeseydi, Whermacht Kafkasya’daki petrol yataklarına ulaşmış ve Avrupa da bugünkünden çok daha farklı bir görünüm kazanmış olacaktı. ABD’ye gelince onların müdahalesi, daha henüz 1944’te mahkum edilen Almanya’dan çok daha farklı bir düşmanı hedef almaktaydı…
Almanya ileri düzeyde sanayileşmiş olmakla birlikte sömürgeden yoksun olan bir ülkeydi. Dolayısıyla da büyük bir hammadde sıkıntısı içerisindeydi. Hatta öylesine ki Almanya’nın petrol stokları tükenmeden Hitler tarafından planlanan savaşı kazanması gerekiyordu. Büyük bölümü Amerika’dan yapılan ithalatta gerçekleştirilen bu rezervler savaş öncesi yıllarda oluşturulmuş ve yurtiçinde üretilen sentez yakıtıyla (kömür esaslı) ve/ya da Romanya ve –Ağustos 1939’daki Hitler-Stalin anlaşması sonrasında- Sovyetler Birliği gibi dost ya da tarafsız ülkeler tarafından tedarik edilen petrolle tam olarak yeniden oluşturulamıyordu.
Bu bağlamda Naziler, Blitzkrieg yani « yıldırım savaşı » stratejisini ortaya çıkardılar: çok sayıda tank, uçak ve kamyonla (piyadeleri taşımak için) eşzamanlı olarak gerçekleştirilen saldırılarla gerisinde düşman güçlerinin Birinci Dünya Savaşı tarzında konuşlandıkları düşman hatlarını yararak, bu güçleri kuşatıp onları yok olmak ya da teslim olmak arasında seçim yapmaya zorlamak. 1939 ve 1940’ta bu strateji mükemmel bir şekilde işledi: Blitzkrieg Polonya, Hollanda, Belçika ve –gösterişli bir biçimde- Fransa karşısında Blitzsieg’e yani « yıldırım zaferleri »ne yol açtı. 1941 ilkbaharında Nazi Almanya’sı Sovyetler Birliği’ne saldırmaya hazırlanıyordu ve herkes –sadece Hitler ve generalleri değil ama aynı zamanda Londra ve Washington’daki ordu komutanları da- buna benzer bir senaryo beklentisi içerisindeydi: Wehrmacht en fazla iki ay içerisinde Kızılordu’nun işini bitirecekti. Saldırı öncesinde Hitler kendisine çok güveniyordu; « yaşamının en büyük zaferini gerçekleştirmek üzere olduğuna inandığı » rapor ediliyordu.
Hitler ve generalleri, önceki yıldırım seferlerine oranla Doğu’da gerçekleştirdikleri Blitzkrieg yani Ostkrieg’ten çok şey bekliyorlardı. Uçakları ve panzerleri Polonya ve Batı Avrupa’ya ölüm ve yıkım getirdikten sonra yakıt ve kauçuk stokları zaten azalmış durumdaydı. 1941 ilkbaharında kalan yakıt, lastik, yedek parça v.s. stokları sadece birkaç aylık motorize muharebe yürütecek kadardı. Açık, hala tarafsız olan ABD’den özellikle de İspanya üzerinden yapılmaya devam edilen ithalat ile karşılanacak durumda değildi. Ve Almanya kısıtlı miktarda aldığı Sovyet petrolü karşılığında, Sovyetlerin er ya da geç gerçekleşmesini bekledikleri olası bir Alman saldırısı karşısında savunmalarını güçlendirmek üzere kullandıkları yüksek kalitede sanayi ürünleri ve askeri teknolojiler vermek zorunda kalıyordu. Bu açmazın, dirençli Büyük Britanya henüz yenilmemiş olsa da Sovyetler Birliğine saldırılarak ve de en kısa süre içerisinde saldırılarak aşılması gerekiyordu. Doğu’da kısa sürede gerçekleştirilecek « yıldırım zaferi », çok benzin tüketen Panzer ve Stukas’ların gelecekte depolarını silme doldurabilecekleri Kafkasya’daki zengin petrol yataklarını Almanya’ya kazandırabilecekti. Böylece Almanya, hangi rakip karşısında olursa olsun uzun süreli savaşları dahi kazanabilecek yetenekte gerçek bir yenilmez über-Reich haline gelebilecekti. Bu plana « Barbarossa » adı verildi. 22 Haziran 1941’de uygulanmaya başlandı ama işler Berlin’deki tasarımcılarının öngördüğü gibi yürümeyecekti.
Başlangıçta Kızıl Ordu feci bir darbe yese de, tüm güçlerini sınıra yığmamış ama derinlemesine bir savunma yapmayı tercih etmişti. Göreli olarak düzenli bir şekilde geri çekilmiş ve Hitler ve generallerinin hayalini kurduğu devasa bir kuşatma savaşında topyekun imha olmaktan kurtulmayı başarmıştı. Almanlar ilerlemesini sürdürmekle birlikte gittikçe hız kaybediyor ve karşılığında ağır kayıplar veriyordu. Eylül ayının sonunda, hala Moskova’nın bir hayli uzağında ve heveslerinin gerçek sebebi olan Kafkasya’daki petrol yataklarının ise çok daha uzağındaydılar. Ve sonbaharın ve kış mevsiminin çamuru, karı ve soğuğu böylesi koşullar altında çarpışmak zorunda kalacaklarını hiçbir zaman akıllarından geçirmemiş olan birlikler için yeni zorluklar anlamına geliyordu. Bu arada Kızıl Ordu başlangıçta aldığı darbelerden sonra toparlanmayı başarmıştı. Aralık 1941’de Moskova önlerinde yıkıcı bir karşı saldırı başlattı. Nazi kuvvetleri geri püskürtülmüş ve Sovyetlerin saldırılarının son bulmasından sonra kışın hayatta kalmalarını sağlayacak savunma mevzilerine geri çekilmek zorunda bırakılmıştır. Oysa 5 Aralık 1941 gecesi Wehrmacht’ın kurmay generalleri Hitler’e Almanya’nın Blitzkrieg’ler stratejisinin başarısızlığı nedeniyle savaşı kazanma umudunun kalmadığını beyan ederler.
Moskova savaşı, Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen yıldırım savaşı stratejisinin başarısızlığını ortaya koymuştur. Doğu cephesinde kazanılacak şanlı bir zafer, bir Blitzsieg savaşın geneli içerisinde bir Alman bozgunu yaşanmasını kesinkes önleyecekti. Ve gerçekten de öyle olurdu. Nazi Almanya’sı 1941’de Sovyetler Birliği’ni yenmiş olsaydı Almanya’nın bugün Avrupa’nın ve büyük olasılıkla Ortadoğu’nun ve Kuzey Afrika’nın egemen gücü olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Öte yandan Aralık 1941’de Moskova kapılarında Nazi Almanya’sı topyekun bir Alman zaferini imkansız kılacak bir bozgun yaşadı. Sadece Sovyetler Birliği’ne karşı değil ama aynı zamanda Büyük Britanya’ya karşı ve genel olarak savaş içerisinde bir zaferi.
O ana kadar –Pearl Harbor’dan birkaç gün öncesine kadar- ABD’nin Almanya’ya karşı yürütülen savaşa müdahil olmadığını hatırlatmamızda yarar var. Gerçekte ise ABD Almanya’ya karşı yürütülen savaşa sadece Moskova savaşı nedeniyle girmiştir. Alman Führer’i Rusya’dan kötü haberler almasından birkaç gün sonra 7 Aralık’ta Japonların Pearl Harbor saldırısını ve bunun sonucunda Amerika’nın Japonya’ya (ama Almanya’ya karşı değil) karşı savaş ilan ettiğini öğrendiğinde, 11 Aralık’ta bizzat Almanya’ya savaş ilan eder. Bazı tarihçilerin iddia ettiğinin aksine Almanya’yı buna zorlayan Japonya ile olan ittifakı değildir çünkü güneşin doğduğu topraklar saldırının nesnesi değil öznesi idi. Bununla birlikte Japon ortaklarına yönelik bu gösterişli dayanışma hamlesiyle Hitler onları kendi ezeli düşmanı Sovyetler Birliği’ne karşı savaş ilan etmeye zorlamayı umuyordu. Bu durumda Kızıl Ordu iki ayrı cephede çarpışmak zorunda kalacak, bu da Almanya’nın Doğu’da yürüttüğü savaşı kazanma ihtimalini güçlendirecekti. Ancak Japonya zokayı yutmadı. Ve Nazi Almanya’sı kendisini bir başka büyük düşmanın pençeleri arasında buldu. Ancak Amerikan güçlerinin Nazi birliklerine karşı gerçek bir savaşa girmelerini görmek için daha uzun süre beklemek gerekecekti.
Moskova savaşı İkinci Dünya Savaşının nihai dönüm noktası oldu. Ancak Hitler ve generalleri dışında hemen hemen kimse Almanya’nın artık savaşı kaybetmeye –uzun vadede tabi- mahkum olduğunun farkında değildi. Ne Almanya’da, ne işgal altındaki ülkelerde, ne Büyük Britanya’da ne de ABD’de geniş halk kesimleri bundan haberdar değildi. Wehrmacht’ın muhtemelen –Nazi propagandasına göre- kışın erken ve beklenmedik gelişi karşısında geçici bir sıkıntı içerisinde olduğu sanılıyordu. Ama Alman Ordusu Sovyet topraklarının derinliklerine saplanmıştı ve başka yerlerde yaptığı gibi ancak 1942’de yeniden saldırıya geçmesi bekleniyordu. Oysa Hitler’in kendisi ve en yakınındaki askeri danışmanları ve siyasi dostları dışında, 1941 yılı sonunda ve bazı durumlarda hatta daha da erken olmak üzere Almanya’nın savaşı kaybetmeye mahkum olduğunu bilen bilgi sahibi başka gözlemciler de vardı. Bu bilgiyi yaymamaya özen gösterdiler. Onlar arasında Fransa’daki işbirlikçi Vichy rejimine bağlı bir avuç general, İsviçre’nin gizli servisleri ve Vatikan da yer alıyordu.
Hitler 1942 ilkbaharında, elindeki mevcut tüm güçleri Kafkasya’daki petrol sahalarına yönelik bir saldırı için -« Mavi Harekat » (Unternehmen Blau) kod adlı) bir araya getirir. Hala savaşı kazanma şansı olduğu ama bunu « Maykop ve Grozni’deki petrolü almadan kesinlikle yapamayacağı » konusunda kendini ikna ettiği anlaşılıyordu. Bu arada sürpriz baskın unsuru kaybedilmişti. Ve Sovyetler hala büyük sayıda askeri, petrolü ve başka kaynakları elinde tutuyordu. Buna karşın Wehrmacht 1941’de Sovyetler Birliği’ne karşı başlattığı « Haçlı Seferi »nde yaşadığı devasa kayıpları telafi edecek durumda değildi: 6.000 uçak ve 3.200 tank ve benzeri zırhlı araç ve yaklaşık olarak Alman ordularının ortalama gücünün üçte birine karşılık gelen çatışmalarda verilen 900 000’den fazla ölü, yaralı ya da kayıp. Dolayısıyla Kafkasya’daki petrol yataklarına yönelik bir ilerleme için eldeki güçler oldukça kısıtlıydı. Bu koşullar altında 1942 yılında Almanların bunu götürebilecekleri en uzun noktaya kadar gerçekleştirebilmiş olmaları çok dikkat çekicidir. Ama aynı yılın Eylül ayında taarruzları kaçınılmaz olarak güç yitirdiğinde, yüzlerce kilometreye yayılan zayıf, savunmasız mevzileri Sovyetlerin bir karşı saldırı için mükemmel bir hedef oluşturuyordu. İşte bu bağlam içerisinde kocaman Alman Ordusu, 1942 sonbarında başlayan ve bundan tam 75 yıl önce Şubat 1943 başında sona eren devasa bir muharebede, Stalingrad’da kuşatılmış ve nihai olarak imha edilmiştir. Kızıl Ordu’nun bu muhteşem zaferinden sonra, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın kaçınılmaz olarak bozguna uğrayacağı gerçeği herkes tarafından kabul edildi. Bu da, her iki tarafın da verdiği benzeri görülmemiş kayıplarla birlikte, çok sayıda tarihçinin Stalingrad savaşını, İkinci Dünya Savaşı’nın dönüm noktası olarak değerlendirmesine yol açtı.
Ne olursa olsun, Stalingrad savaşının etkileri büyük oldu. Almanya’da halk artık acıyla da olsa ülkelerinin onursuz bir bozguna doğru yöneldiğinin farkına varmıştı. O güne kadar Nazi rejimini destekleyen çok sayıda insan artık ona karşı tavır almaya başlamıştı. Hitler’e karşı Temmuz 1944’te girişilen suikast girişimine karışan askeri ve sivil önderlerin birçoğu bugün Alman « Nazi karşıtı direnişinin » kahramanları ve şehitleri olarak sunulmaktadır. Örneğin bu durum Stauffenberg ve Goerdeler için söz konusudur. Kuşkusuz bunlar cesur insanlardı ama zaferler kazandığı dönemde, yani Stalingrad’dan önce Hitler’i coşkuyla desteklemişlerdi. Stalingrad sonrası Hitler’den kurtulmak istedilerse bu onunla birlikte kaybetmekten korktukları içindi. Almanların yaşadığı bozgunun öneminin farkına varılması Nazi Almanya’sının Volga kıyılarındaki müttefiklerinin de moralini bozmuştur. Bu durum onları savaştan çıkış için yeni yöntemler arayışı içerisine sokmuştur. Fransa ve işgal altındaki başka ülkelerde ön saflarda yer alan sayısız işbirlikçi gizlice Almanlar ile aralarına mesafe koymaya başladılar. Tersine, Stalingrad’dan gelen haberler Almanya’nın düşmanlarının moralini yükseltti. Nazi Almanya’sının tüm Avrupa’ya ebediyen egemen olacakmış gibi göründüğü karanlık ve umutsuzluk içerisinde geçen uzun yıllardan sonra, Fransa ve diğer yerlerdeki direnişçiler tünelin ucundaki ilahi ışığı nihayet algıladılar. Stalingrad’dan gelen iyi haberleri alana kadar başını kuma gömenlerin elindeki silahlar yeniden kuşanıldı. Başta Fransa’da olmak üzere Stalingrad, direnişin savaş sloganı haline dönüştü.
Kızıl Ordu’nun Stalingrad’da kazandığı zaferden sonra, Nazi Almanya’sı ve müttefikleri kaçınılmaz bir bozgunla yüzleşirken, Fransa ve Nazi Almanya’sının işgali altında bulunan diğer tüm ülkeler kurtuluş umuduna yeniden kavuşmuştu. Ama Almanya’nın bozgunu ve Fransa ve Avrupa’nın geri kalanının Kızıl Ordu tarafından özgürleştirilmesi perspektifi, Londra ve Washington’daki iktidarların koridorlarında alarm zillerinin çalınmasına yol açtı. Amerikan ve İngiliz yöneticiler, Naziler ve Sovyetler Doğu cephesinde ölümüne çarpışırken oyunun dışında kalabildikleri için mutluydular. Kızıl Ordu Almanya’yı yenmek için kurban edilecek askerleri sağlarken, Batılı müttefikler kayıplarını asgari düzeyde tutmuş ve güçlerini pekiştirmişti. Bu da onlara, Nazi düşman ve çok sevilmeyen Sovyet müttefiklerin her ikisi de güçten düşmüş iken onlara uygun zamanda kaderi değiştirecek şekilde müdahalede bulunma imkanı verecekti. ABD, Büyük Britanya ile aynı saflarda böylece galipler kampında başat rolü oynayabilecek ve Almanlara olduğu kadar Sovyetlere de barış koşullarını dikte edebilecekti. Washington ve Londra bu nedenle 1942 yılında Fransa’ya birliklerini çıkartarak « ikinci bir cephe » açmayı reddederler. Bunun yerine, aynı yılın Kasım ayında burada bulunan Fransız sömürgelerini işgal etmek üzere Kuzey Afrika’ya ordularını göndererek « Güney Stratejisi »ni izlemeyi tercih ettiler (daha önce sözünü ettiğimiz Vichy’nin kimi generalleri o dönemde Kuzey Afrika’da idiler ve sonunun geldiğini anladıkları Pétain rejimini terk etmek ve General de Gaulle’ün özgür Fransa Güçlerine katılmak için bu fırsattan yararlandılar).
Stalingrad savaşının sonuçlanması nedeniyle mevcut durum kökten değişti. Tümüyle askeri bakış açısıyla Stalingrad tabi ki Batılı müttefikler için beklenmedik büyük bir kazançtı, çünkü bu bozgun düşman Nazilerin savaş makinesini raydan çıkarmıştı. Ancak Roosevelt ve Churchill, Kızıl Ordu yavaş ama kararlı bir şekilde Berlin’e ve hatta daha da Batıya doğru ilerlediği için memnun olmaktan çok uzaktılar. Üstelik Sovyetler Birliğinin sosyoekonomik sistemi, işgal altındaki tüm ülkelerin yurtseverleri arasında artık büyük bir desteğe sahipti. Tersine « Anglosaksonlar », kısmen Nazizm’e karşı mücadeleye verdikleri zayıf katkıdan ve kısmen de Fransa ve diğer işgal altındaki ülkelere yönelik yürüttükleri hava saldırılarında verilen büyük sivil kayıplar nedeniyle Fransa gibi ülkelerde pek destek görmüyorlardı. Bu durum, Mareşal Pétain’in Vichy’deki işbirlikçi hükümetiyle uzun süre diplomatik ilişkilerini sürdüren Washington’un da işini zorlaştırıyordu. Washington aynı zamanda Pétain’cilerin Kuzey Afrika’da « geri dönüşümü » ile de kötü bir nam yapmıştı. Amerikalı tarihçiler Peter N. Caroll ve David W. Noble’un yazdıkları gibi, bundan böyle artık « Batı Avrupa’yı kurtarmak ve ülkenin büyük bir bölümünün Sovyetlerin eline geçmesini önlemek için Almanya’ya girmek için Fransa’ya birlikler çıkarılmasına yönelik Amerikan ve İngiliz stratejisi kaçınılmaz bir hal » almıştı. Artık 1943 yılında böylesine karmaşık bir harekatı planlamak için çok geçti ve dolayısıyla 1944 ilkbaharını beklemek gerekecekti.
Haziran 1944’teki Normandiya çıkarması İkinci Dünya Savaşının dönüm noktası değildir. Askeri olarak Nazi Almanya’sı zaten Moskova ve Stalingrad muharebelerinde ve yine 1943 yazındaki Kursk savaşında ağır darbeler almıştı. Ve çıkarma harekatı resmi olarak Fransa ve Avrupa’nın geri kalanını kurtardığını iddia ederken, çıkarmanın « gizli » yani gerçek işlevi, Sovyetler Birliği’nin, Batı Avrupa’nın Manş Denizine kadar olası bir özgürleştirilmesi de dahil (ki bu perspektif öncelikle Kızıl Ordu’nun Volga kıyısındaki zaferinden sonra ortaya çıkmıştı) tek başına Avrupa’yı kurtarmasını önlemekti. Fransa’yı kurtarmak –ya da General de Gaulle’ün Normandiya çıkarmasının sonuçları fırsatıyla dile getirdiği gibi Almanların yaptığı gibi işgal etmek!- çoğunluğu Sovyetlere büyük sempati ve hayranlık duyan Fransız direnişi önderlerinin ülkelerinin yeni inşasında başat rol oynamasını da engelleyecekti. Örneğin bu yurtseverlerin, özellikle Naziler ile işbirliği yapan şirket ve bankaların kamulaştırılması dahil « [Fransız] Direniş Bildirgesi »nde önerilen radikal sosyoekonomik reformları uygulamaya koymasından korkuluyordu. Bu konuda daha sonra CIA Başkanı olan, Amerikanların İsviçre’de konuşlu baş casusu Allen Dulles düzenli olarak uyarıda bulunan raporlar gönderiyordu. Fransa ve genel olarak Avrupa’da savaş sonrası vahşi kapitalizmi yürürlüğe sokmayı hedefleyen böylesi bir senaryonun gerçekleşmesini önlemek için Amerikalıların Fransız direnişinin popüler ama muhafazakar bir önderi olan Charles de Gaulle’ü desteklemeleri gerekecektir.
Aslında ABD ondan nefret ediyordu. Ama nihayetinde Paris’in kurtuluşu sırasında Champ Elysées’ye yaptığı şanlı ve çok medyatikleştirilmiş gezintisini kullanarak iktidara gelmesi konusunda anlaşmaya vardılar. De Gaulle çok da kolay lokma olmadığını göstermiş ve direniş içerisindeki radikal unsurların hükümet politikasına katkıda bulunmasına izin vermiştir. Ancak o olmasaydı, Direniş Bildigesi’nde yer alan çok daha derin reformlar uygulama imkanı bulabilecek ve ABD büyük olasılıkla, soğuk savaş bağlamında Avrupa’da oluşturulan Sovyet karşıtı ittifak içerisine Fransa’yı dahil edemeyecekti.
Savaştan hemen sonra, Fransa’da yaşayanların büyük çoğunluğu ülkelerinin kurtuluşunun başta Sovyetler Birliğinin çabalarına ve fedakarlıklarına bağlı olduğunun bilinceydi. Ve bugünkü durumun aksine, Fransızların büyük bir bölümü Ruslara ve diğer Sovyet halklarına yönelik büyük bir sempati duyuyorlardı. Kentin en büyük meydanlarından birine Temmuz 1945’te verilen “Place de la Bataille de Stalingrad” (Stalingrad savaşı meydanı) adı, Paris’in ziyaretçilerine tarihin bu kısa anını anımsatmaktadır.
Jacques PAUWELS
Jacques R. Pauwels (1946 yılında Belçika’nın Gand kentinde doğan)1969 yılından beri Kanada’da yaşamaktadır. Siyasal Bilgiler ve Tarih doktoru Pauwels Toronto Üniversitesi’nde bu alanda dersler verdi. Aden Yayınlarından çıkan Le mythe de la bonne guerre, Big business avec Hitler ve 1914-1918. La grande guerre des classes adlı eserlerin yazarıdır.
Özgün kaynak: Global Resarch
(Investig’Action sitesinde 27 Mart 2018 tarihinde Jacques PAUWELS imzasıyla yazıdan Türkçeleştirilmiştir https://www.investigaction.net/fr/il-y-a-75-ans-la-bataille-de-stalingrad/)