Tahakkümün üç aşaması
Sömürgecilik, yeni-sömürgecilik ve balkanlaştırma: tahakkümün üç aşaması
Bir savaş ve ABD’nin ve/veya Avrupa’nın askeri müdahalesi sonucunda paramparça olan milletlerin listesi durmadan genişliyor: Irak, Libya, Sudan, Somali, v.s. Kapitalizmin « birinci aşaması » sömürgeciliğe ve « ikinci aşaması » yeni-sömürgeciliğe, balkanlaştırma süreciyle bir « üçüncü aşama » eklenecek gibi görünüyor. Buna koşut olarak ırkçılık biçimlerinde de bir dönüşüm gözlenmektedir. Biyolojik ırkçılığın ardından İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan kültürel ırkçılık, son yıllarda bu kez şimdilik çoğunlukla İslamofobi biçimi altında ortaya çıkan bir dinsel ırkçılığa evrilme çabası içerisindedir. Kanımıza göre ekonomik sistemin, siyasal tahakküm biçimlerinin ve meşruluk ideolojilerinin birbiriyle sıkı sıkıya bağlı üç tarihsel gerçekliğine tanıklık etmekteyiz.
Christophe Colomb’a geri dönüş
Avrupa merkezciliğe egemen görüş, kapitalizmin Avrupa toplumlarında önce gelişimini ardından da yayılması sürecini dahili etkenlerden hareketle açıklamaktadır. Bu düşünce bazı toplumların (bazı kültürlerin, bazı dinlerin, v.s.) tarihselliğe sahip olduğu bazılarının ise olmadığına ilişkin ünlü tezden güç almaktadır. Nicolas Sarkozy 2007 yılında « Afrika’nın trajedisi Afrikalı insanın tarihte yeterince yer edinmemiş olmasıdır[i] » derken, köleliği ve sömürgeciliği meşrulaştırma ideolojilerinin bir ilahisini yeniden kullanmaktan başka bir şey yapmıyor:
« “Tarihsizleştirme” süreci sömürgeciliğin stratejisinde başat bir rol oynamaktadır. Sömürgeciliğin varlığını meşrulaştırmakta ve sömürgeleştirilenlerin yetersizliğine, zayıflığına kanıt oluşturmaktadır. Evrensel tarihlerin geleneği, ardından “sömürgecilerin bilimi” sömürgeci tarih yazımının üzerine inşa edildiği bir ön gerçeği dayattı: Avrupa “tarihseldir”, buna karşın “tarihsel olmama” durumu geleneksel ve atıl olarak tanımlanan sömürgeleştirilen toplumlara özgüdür.(…) Avrupa zihinsel ve tinsel değerleriyle dönüştürüyor, sömürgeci yayılım üzerinden, bundan yoksun olan ya da Avrupalılar tarafından aşılmış olan bir tarihsel gelişim aşamasında (vahşi yaşam, Ortaçağ v.b. gibi) saplanmış kalmış halkları tarihe dahil ederek, tarihsel bir görevi yerine getirmektedir.[ii] »
Dünya tarihine ilişkin bu özcü ve Avrupa merkezci okumanın eskiliği ve geri dönüşlü oluşu (biçim ve sunum değişikliklerinin ötesinde) toplumsal ve siyasal işlevini öne çıkarmaktadır: etkileşimlerin yadsınması. Christophe Colomb’un askerlerini karaya çıkartmasından beri, dünya tarihi tek, bütün, bağlantılı ve küreselleştirilmiş hale gelmiştir. Kimi insanların yoksulluğu artık diğerlerinin zenginliğinin nedensellik bağları sorgulanmadan açıklanamaz. Kimlerinin ekonomik gelişmesi, diğerlerinin az gelişmişliğiyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Buradaki toplumsal hakların gelişimi, ancak oradaki hakların yadsınmasıyla mümkündür.
Etkileşimlerin görünmez kılınışı, hiyerarşileştirici açıklayıcı parmaklıkları biçimlendirmek için ideolojik makamın seferberliğine ihtiyaç duyar. Bu parmaklıklar aynı zaman hem değişmez genel eğilimlerinde, hem de değişimlerinde olmak üzere « ırkçılığı » oluşturmaktadır. Burada bir değişmezlik söz konusudur çünkü biyolojizmden İslamofobi’ye kadar ırkçılığın tüm tezahürleri aynı sonuçta birleşmektedirler: insanlığın hiyerarşik hale getirilmesi. Aynı zamanda bir dönüşüm de söz konusudur, çünkü ırkçılığın her bir tezahürü bir ekonomik asalaklık sistemi ve siyasal güç ilişkileri haline karşılık gelir. Tekelci kapitalizme, tahakküm biçimi olarak yeni-sömürgecilik ve ırkçılık biçimi olarak ise kültüralizm karşılık gelecektir. Küreselleşmiş ve köhnemiş tekelci kapitalizme tahakküm biçimi olarak balkanlaştırma ve kaos, ırkçılık biçimi olarak ise İslamofobi (balkanlaştırılacak ülkelere göre Güney’in diğer dinleri için başka sapmalar beklenirken) karşılık gelecektir.
Kapitalizmin ekonomik yapısının gelişimiyle tahakküm biçimleri arasındaki bağlar uzun zaman önce, doğrudan sömürgeciliğin ardılı olarak yeni-sömürgeciliğin ortaya çıkışına ilişkin analizinde Mehdi Ben Barka tarafından ortaya konulmuştu. « Bahşedilen bağımsızlıkları » incelerken, bunları egemen ülkelerin ekonomik yapısındaki değişimlerle bağlantılandırmaktadır:
« Bu [yeni-sömürgeci] yönelim dış politika alanında basit bir seçenek konusu değildir; Batı kapitalizminin yapılarında derin bir değişimin ifadesidir. Batı Avrupa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Marshall yardımı ve Amerikan ekonomisiyle gittikçe artan bir iç içe geçişle, Amerikan kapitalizmine uyum sağlamak için XIX. yüzyıldaki yapısından uzaklaştığı için, ABD’nin aynı zamanda dünyayla olan ilişkilerini de kabul ederek uygulaması olağandı. Tek bir kelimeyle o da onun “Latin Amerika”sıydı [iii].»
Fas devriminin önderi için, sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçişe yol açan kapitalizmin tekelci hale gelmesidir. Hatta ABD’deki tekelciliğin erken gelişimi, Latin Amerika’da tahakküm biçimi olarak yeni-sömürgeciliğin de vaktinden önce ortaya çıkışının nedenidir.
Tahakküm biçimi ve ırkçılık biçimlerinin gelişimi arasındaki bağlara gelince, bu olgu Frantz Fanon tarafından ortaya konulmuştur. Tahakküm biçimlerinin (örneğin sömürgecilik) neden olduğu direnişler, onu değişmeye zorlarlar. Bu değişim bu arada insanlığın hiyerarşileştirilmesinin devamını gerektirir ve bunun sonucu olarak da ırkçı ideolojinin yeni bir çağa girmesine yol açar. Fanon’a göre « akılcı, bireysel, kararlı, genotipik ve fenotipik olma çabası içerisindeki bu ırkçılık, kültürel ırkçılığa dönüşür ». Irkçılığı dönüşmeye zorlayan etkenlere gelince, Franz Fanon sömürgeleştirilenlerin direnişinden, Nazizm deneyiminden yani « Avrupa’nın bağrındaki topraklarda sömürgeci bir rejimin kurumlaşmasından » ve Ben Barka’nın ortaya koyduğu gibi « tekniklerin gelişimi[iv] »nden yani kapitalizmin yapısındaki değişimlerden söz etmektedir.
Dolayısıyla kapitalizmin belirli bir tarihte dönemselleştirilmesine yönelik karmaşık bir tartışmaya girmeden, ekonomik yapı, siyasal tahakküm biçimleri ve ırkçı ideolojinin dönüşümleri gibi üç somut niteliği birbiriyle bağlantılandırmak mümkündür. Kapitalizmin üç « aşaması », ırkçılığın üç « aşaması »na yol açan tahakkümün üç « aşaması »nı doğurmaktadır.
Kapitalizmin çocukluk dönemi
Ekonomik üretim modeli olarak kapitalizmin özü kar yasasıyla daimi bir büyümeyi doğurmasıdır. Her ne kadar kalkınma eşiklerine sahip olsa da hemen küreselleşmektedir. Küreselleşmeyi teknolojik değişimlere bağlı tamamen yeni bir fenomen olarak sunan bugünkü söylemdeki aldatmaca göze çarpmaktadır. Samir Amin’in de altını çizdiği gibi, kapitalizmin doğuşu ve küreselleşmesi atbaşı gitmektedir:
« Küresel sistem, “emperyalizmin” (Lenin’in bu deyime verdiği anlamla) ve buna bağlı olarak dünyanın sömürgeci paylaşımının oluştuğu XIXncu yüzyılın sadece üçüncü dört aylık bölümüne uzanan kapitalizmin görece olarak bugünkü biçimine karşılık gelmemektedir. Aksine, bu küresel boyutun, daha başından beri birden anlamını bulduğunu ve kalkınmasının birbirini izleyen aşamaları üzerinden sistemin bir sabit değeri olduğunu söylüyoruz. Kapitalizmin esas unsurlarının Rönesans’tan –Amerika’nın fethine ilişkin 1492 tarihi, kapitalizmin ve küresel sistemin eşzamanlı doğum tarihidir– itibaren belirginleştiğini kabul edersek, iki fenomenin birbirinden ayrılmaz olduğu görülecektir[v]. »
Başka bir deyişle, Amerikan yerlilerine ait uygarlıkların talan ve yok edilmesi olduğu kadar kölecilik de, kapitalist üretim biçiminin Avrupa toplumlarına egemen olması için gerekli koşulları oluşturmuştur. Kapitalizmin doğuşu, ardından yayılımı değil ama kapitalizmin yerleşmesi için gerekli maddi ve mali koşulları bir araya getiren topyekun bir talan ve şiddet yaşanmıştır. Zaten Eric Williams’ın da altını çizdiği gibi Amerikan yerlilerine ait uygarlıkların yok edilmesine, onların köleleştirilmesi süreci eşlik etmiştir. Böylece kölecilik ırkçılığın bir sonucu değildir, ama ırkçılık yerlilerin köleleştirilmesinin sonucudur. « Karayiplerde, diye vurguluyor yazar, kölecilik deyimi siyahilere çok özel olarak uygulandı. […] Yeni Dünya’da ilk köle ve köleci işgücü ticareti siyahilere değil ama yerlilere yöneliktir. Yerliler çok kısa süre içerisinde aşırı çalışmaya dayanamazlar ve beslenmeleri yetersiz olduğundan, bunlar beyazlar tarafından taşınan hastalıklardan ölüyorlardı[vi] ».
Bundan sonra sömürgecilik kapitalist ilişkilerin dünyanın geri kalanında genelleştirilmesi sürecinden ibarettir. Gezegenin geri kalanına bu toplumsal ilişkilerin ihracı ve dayatılması için nihayet bulunmuş siyasal tahakkümün biçimidir. Bunun için doğal olarak yerlilerin ürettikleri toplumsal ilişkileri ve toplumsal ve kültürel örgütlenme biçimlerini yok etmek gerekecektir. Cezayirli ekonomist Youcef Djebari, önceki toplumsal örgütlenme biçimlerinin direnişini ve bunları yok etmek için kaçınılmaz olarak kullanılan şiddetin yoğunluğunu ortaya koymuştur: « Fransız sermayesi, Cezayir’e yönelik tüm ilhak ve tahakküm girişimlerinde, ülkeye nüfuz etmesine karşı çıkan bir toplumsal ve ekonomik oluşumla karşı karşıya kalmıştır. Yerli halkları ezmek ve onlara boyun eğdirmek için her türlü yöntemi seferber etmiştir[vii]. » Dolayısıyla da topyekun şiddet sömürgecilikle eştözlüdür.
Biyolojik ırkçılık, bu şiddeti ve yıkımları meşrulaştırmak üzere ortaya çıkmıştır. Fanon’un da altını çizdiği gibi ırkçılık « belirli bir bütün içerisine girmektedir: bir grup insanın bir başka grup insan tarafından utanç verici şekilde sömürülmesi. […] Bu yüzden askeri ve ekonomik baskı çoğu zaman ırkçılığı mümkün kılmakta, onu meşrulaştırmaktadır. Dolayısıyla ırkçılığı aklın bir duygusu, bir psikolojik kusur olarak kabul etme alışkanlığı terk edilmelidir[viii] ».
İnsanlığı hiyerarşileştiren, şiddeti ve sömürüyü meşru kılan bir ideoloji olarak ırkçılık insanlığın özelliklerinden biri değil, ama kapitalizmin geliştiği Avrupa’da yerleşik olan bir tarihsel ve coğrafi üretimdir. Irkçılığın ilk tarihsel yüzü olarak biyolojizm, sanayi patlaması ve sömürgeci akınla eş zamanlı olarak on dokuzuncu yüzyılda altın devrini yaşar. Fransız hekim ve antropolog Paul Broca karşılaştırma amacıyla insan kafataslarını sınıflandırır ve “Afrikalı siyahinin, beyin kapasite karşılaştırmasında hemen hemen Avrupalı ve Avustralyalı arasında ortalama bir konumda olduğu[ix]” sonucuna varır. Dolayısıyla siyahinin daha da altında aborjin olsa da, tartışmasız olarak bir üstün vardır ki o da Avrupalıdır. Ve tüm tahakkümler meşrulaştırma süreçlerine ihtiyaç duyduklarından, tıpatıp tam uymasa da yöntemini en azından benzer durumda olan cinsiyet ayrımına yayarak « kadının kafatasının görece olarak küçük oluşu aynı zamanda hem fiziksel, hem de düşünsel yetersizliğine bağlıdır[x] » sonucuna varır.
Tekeller, yeni-sömürgecilik ve kültüralizm
Yirminci yüzyıl kapitalizmin tekelcilik yüzyılıdır. Bu süreç güçlerin her biri için eşit olmayan hızlarda gerçekleşmektedir. Ekonomiyi giderek büyük sanayi grupları yönetir ve finans kapital ağır basmaya başlar. Borsadaki hisse senedi kuponuyla yatırımcı arasındaki bağ, malik ile mülkü arasındaki fiziksel ve öznel bağın yerini alır. Büyük toprak sahibi yerleşimci, maden hissesi yatırımcısına birincilik konumunu terk eder. Kapitalizmin bu yeni yapısı siyasal tahakkümün yeni bir biçimi olan yeni-sömürgeciliği doğurur. Bunu Kwame Nkrumah şöyle tanımlar: « Yeni-sömürgeciliğin özü, buna tabi olan devletin kuramsal olarak bağımsız olması, uluslararası planda egemenliğin tüm belirteçlerine sahip olmasıdır. Ama gerçekte ekonomisi ve dolayısıyla politikası, ülke dışından yönlendirilmektedir[xi] ».
Milliyetçilik bilincinin güçlenmesi ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin gelişmesi doğal olarak bir tahakküm biçiminden diğerine geçiş sürecini hızlandırır. Ancak asıl hedef tahakkümü sürdürmek olduğu için, hala insanlığının hiyerarşileştirilmesini meşrulaştırma ihtiyacı sürmektedir. Yeni politik tahakkümün, yeni bir ırkçılık devrine ihtiyacı vardır. Kültüralist ırkçılık, 60 ila 80’li on yıllarda egemen hale gelerek, giderek bu ihtiyaca bir cevap olarak ortaya çıkacaktır. Bundan böyle, biyolojik olarak değil ama kültürel olarak hiyerarşileştirmek söz konusudur. Yerleşimci ile askerin yerini uzman ve danışman alır. Artık « kafataslarının eşitsizliği » değil ama « kültürlerin kalkınmayı frenlemesi » incelenmeye başlanır. Artık biyolojik temelde kendini meşrulaştıramayan insanın hiyerarşileştirilmesi, « kültürlere » eskiden « biyolojik ırkları » belirlemeye çalışan aynı özellikleri (değişmezlik, homojenlik, v.s.) atfederek kültürele yönelir.
Uluslararası planda, ırkçılığın yeni yüzü, kültürlerin taşıdığı bağımsızlık ve kurtuluş umutlarının aleyhine, halkın sefaletinin ve yoksulluğunun sürmesini meşrulaştırma imkanı tanımaktadır. Yeni bağımlılık biçimlerini (küresel piyasanın işleyişi, uluslararası yardımın rolü, CFA Frangı, v.s.) dikkate almazsak, açıklayıcı neden olarak geriye sadece eski sömürgelerdeki halkları nitelemeye çalışan kültürel çizgiler kalmaktadır: kavimcilik, kabilecilik, klancılık, şatafat isteği, savurgan harcama v.s. Böylece « Afro-kötümser » kuramsal topyekun bir akım harekete geçirildi. Stéphan Smith « kendine özgü muskaları gibi kutsallaştırdığı sosyo-kültürel engeller tarafından “hareketsiz” bırakıldığı için Afrika’nın geri dönmediğini » ya da yine « bir bilgisayara sahip olan daktilo, yazma makinesinin üzerinde öğle uykusuna yatılması yüzünden daktilo şeridinin renkli yüzüne artık sahip olmadığını[xii] » düşünmektedir. Buna yanıt olarak Bernard Lugan iyilikseverlik, merhamet, hoşgörü ve insan hakları « ata Afrikalılar arası ilişkilere yabancıdırlar[xiii] » demektedir.
Ulusal planda, kültüralist ırkçılık aynı işlevi görmektedir, ama göçmen halkların olduğu yerde. Kurbanı oldukları sistemik eşitsizliklere işaret eden olguları kültürel olarak açıklamak, neden oldukları talepleri ve isyanları gayrimeşru hale getirme imkanı vermektedir. Okul başarısızlığı, suçluluk, işsizlik oranı, ayrımcılıklar, varoşların isyanı v.s. artık toplumsal ve ekonomik etkenlerle değil ama kültürel ya da kimlikçi nedenselliklerle açıklanacaktır.
Köhne kapitalizm, balkanlaştırma ve İslamofobi
« Küreselleşme » olarak adlandırılan durumdan beri, kapitalizm yeni yapısal zorluklarla karşı karşıyadır. Farklı sanayi güçleri arasındaki rekabetin sürekli olarak derinleşmesi en küçük bir istikrarlaşmayı imkansız kılar. Aralıksız olarak krizler birbirini izler. Toplumbilimci İmmanuel Wallerstein şunu düşünür:
« Otuz yıldan beri kapitalist sistemin nihai aşamasına girmiş bulunmaktayız. Bu aşamayı daha önceki konjonktürsel kesintisiz çevrimlerin birbirini izlemesinden ayıran şey, kapitalizmin Fizikçi ve Kimyacı İlya Prigojin’in (1917-2003) anladığı şekliyle artık “sistem yaratmayı” başaramıyor olmasıdır: biyolojik, kimyasal ya da toplumsal bir sistem istikrarlı durumundan çok ve çok sık olarak sapıyorsa, artık yeniden denge halini bulmayı başaramamakta ve böylece bir sapmaya tanık olmaktayız. O güne kadar ona tahakküm eden güçler için durum kaotikleşir ve kontrolden çıkar[xiv]. »
Artık sadece bir aşırı üretim krizi söz konusu değildir. Bunun tersine, durgunluk hiçbir yeniden canlanmayı hazırlamamaktadır. Hiçbir yeniden canlanma olmaksızın krizler zincirleme bir halde birbirini izler, giderek daha düzenli bir şekilde mali balonlar birikir ve sonuçta patlarlar. Dalgalanmalar gittikçe daha kaotik ve dolayısıyla öngörülemez bir hal alırlar. Bunun sonucu hangi yolla olursa olsun bir azami kar arayışıdır. Bu sürekli istikrarsızlık hali içerisindeki şiddetli rekabette, hammadde kaynaklarının denetim altına alınması konusu geçmişe göre daha da önem kazanır. Artık sadece kendisi için bu hammaddelere ulaşmak değil ama aynı zamanda rakiplerin (ve özellikle de Çin, Hindistan, Brezilya v.b. gibi yükselen ekonomilerin) bu kaynaklara erişimini engellemek de söz konusudur.
Hegemonyası tehdit altında olan ABD buna silahlanmayla yanıt vermekte ve diğer güçler de kendi şirketlerinin çıkarını korumak için onu izlemektedir. « ABD 2001’den beri, diye vurguluyor ekonomist Philip S. Golub, küresel siyasetin dilini temelden sarsan bir silahlanma ve emperyal genişleme aşamasına girmiştir[xv] ». Orta Asya’dan Basra Körfezi’ne, Irak, Somali ve Mali dahil Afganistan’dan Suriye’ye, savaşlar petrol, gaz, stratejik maden sahalarının yolunu izlemektedir. Artık rakiplerin ve/veya hasımları caydırmak değil ama « önleyici savaşların » yürütülmesi söz konusudur.
Kapitalizmin maddi temelindeki değişime, politik tahakküm biçimlerindeki değişiklik karşılık gelmektedir. Artık asıl hedef, halk kitlelerinin öfkesine sürdürebilir bir şekilde dayanamayacak kukla hükümetleri işbaşına getirmek değildir. Yönetilemez hale getirmek için bu ülkeleri savaş yoluyla balkanlaştırmak söz konusudur. Afganistan’dan Somali’ye, Irak’tan Sudan’a, savaşlar her yerde aynı sonuca yol açmaktadır: Milletlerin bizzat temellerinin yıkılması, yönetme olanağı veren tüm altyapıların çökertilmesi, kaosun tesisi. Bundan böyle milletlerin balkanlaştırılması söz konusudur.
Böylesi bir tahakküm, medeniyetler çatışması teorisinde biçimlendirilen yeni bir meşrulaştırma sürecine ihtiyaç duyar. Bu süreç, korunma talebine ve savaşların onaylanmasına yol açmak amacıyla panik ve korku tutumlarının uyandırılmasına ihtiyaç duyar. Önleyici savaşları gerektiren terörizm söyleminden, Batı ülkelerinin İslamlaşması ve terörizmin etkeni mülteciler üzerine yürütülen kampanyalar ve büyük vekalet teorisine kadar, beklenen sonuç hep aynıdır: korku, panik, güvenlik talebi, savaşların meşrulaştırılması, yeni tarihsel düşman olarak Müslüman’ın inşası. İslamofobi, köhnemiş yani insanlığa artık hiçbir olumlu katkıda bulunamayacak, savaş, yoksulluk ve herkesin herkese karşı mücadelesinden başka bir şey getiremeyecek bir kapitalizmin değişimlerine denk gelen ırkçılığın üçüncü çağıdır. Dolayısıyla medeniyetler çatışması değil ama gerçek bir kopuşa doğru giden emperyalist medeniyetin krizi söz konusudur. Bu kuşkusuz dünyanın sonu değildir ama her türlü yolu kullanarak kaçınmaya çalıştıkları kendi dünyalarının sonudur.
Saïd BOUAMAMA
(www.bouamamas.wordpress.com sitesinde 9 Mayıs 2016 tarihinde yayınlanan Fransızca yazıdan Türkçeleştirilmiştir)
[i] Nicolas Sarkozy, 26 Temmuz 2007 tarihli Dakar konuşması http://www.lemonde.fr/afrique/article/2007/11/09/le-discours-de-dakar_976786_3212.html.
[ii] Pierre Singaravelou, Des historiens sans histoire ? La construction de l’historiographie coloniale en France sous la Troisième République, Actes de la Recherche en Sciences Sociales, n° 185, 2010/5, s. 40.
[iii] Mehdi Ben Barka, Option révolutionnaire au Maroc. Ecrits politiques 1957-1965, Syllepse, Paris, 1999, s. 229-230.
[iv] Frantz Fanon, Racisme et Culture, Pour la Révolution africaine. Ecrits politiques, La Découverte, Paris, 2001, s. 40.
[v] Samir Amin, Les systèmes régionaux anciens, L’Histoire globale, une perspective afro-asiatique, éditions des Indes savantes, Paris, 2013, s. 20.
[vi] Eric Williams, Capitalisme et esclavage, Présence Africaine, 1968, s. 19.
[vii] Youcef Djebari, La France en Algérie, la genèse du capitalisme d’Etat colonial, Office des Publications Universitaires, Alger, 1994, s. 25.
[viii] Frantz Fanon, Racisme et culture, op.cit., s. 45.
[ix] Paul Broca, Sur le volume et la forme du cerveau suivant les individus et suivant les races, Cilt 1, Hennuyer, Paris, 1861, s. 48.
[x] Paul Broca, Sur le volume et la forme du cerveau suivant les individus et suivant les races, op.cit., s. 15.
[xi] Kwame Nkrumah, Le néocolonialisme, dernier stade de l’impérialisme, Présence Africaine, Paris, 1973, s. 9.
[xii] Stephen Smith, Négrologie, : Pourquoi l’Afrique meurt, Fayard, Paris, 2012, s 49 ve 58.
[xiii] Bernard Lugan, God bless Africa. Contre la mort programmée du continent noir, Carnot, Paris, 2003, s. 141-142
[xiv] Immanuel Wallerstein, Le capitalisme touche à sa fin, Le Monde, 16 Aralık 2008, http://www.lemonde.fr/la-crise-financiere/article/2008/12/16/le-capitalisme-touche-a-sa-fin_1105714_1101386.html
[xv] Philip S Golub, De la mondialisation au militarisme : la crise de l’hégémonie américaine, A Contrario, 2004, n°2, s. 9.