İsrail'in cezasızlığı
Uluslararası ilişkiler konusunda uzman deneyimli Hukuk Profesörü Robert Charvin İsrail’in durumunu ele alıyor. Sömürgeci devletin hukuku nasıl çiğnediğini bize anımsatıyor. Tanık olduğumuz “Mart 2018’de Gazze sınırındaki katliamlarla zenginleşen kümülatif bir suçluluk”tur. Robert Charvin aynı şekilde bugüne kadar İsrail’e bir tür cezasızlıktan yararlanmasını sağlayan uluslararası hukukun sınırlarına da dikkat çekiyor. Ancak tüm umutlar henüz kaybolmuş değildir. “Verilecek tek yanıt Filistin halkına yönelik uluslararası dayanışmaya yeniden ivme kazandırmaktır”.
Auschwitz’den canlı kurtulan Arié Biro, 1956’daki sefer sırasında bir grup İsrailli silahlı milise komuta ediyordu; adamlarıyla birlikte elliye yakın savaş esirini katleder. Yaptıklarını kabul eder. Bir gazeteci ona: « bu bir savaş suçudur!» deyince yanıt olarak ona « e tamam da, ne olacak? »der.
(Alain Gresh’in İsraël, Palestine. Vérités sur un conflit kitabından –Fayard yayınları, 2007–)
Giderek artan bir yargısal kargaşa, abartılı yorumlar ve iç düzende olduğu kadar uluslararası düzende de « soft law » alanında oldukça iyi düzenlenmiş gibi görünen normları çiğneyen uygulamaların yaşandığı bir dönemindeyiz. Bu siyasal-yargısal iklim en güçlülerin zorbalığını kolaylaştırmaktadır [1].
Uluslararası hukuk ve insanlık hukukunun bu yapı sökümünün ayrıcalıklı aktörleri bulunmaktadır: İsrail, Washington’un bir çırağı olmanın çok ötesindedir. İsrailli hukukçuların Amerikalıları bizzat etkileyen bir tahayyülü vardır: örneğin Birleşmiş Milletler sözleşmesi tarafından kınanan yeni bir tür saldırganlık biçiminden başkası olmayan akıldışı « önleyici meşru müdafaa » kavramını onlar yaratmıştır.
Yine aynı zamanda meşruluğun ihlali olduğu ölçüde « ahlak »ın gittikçe daha ısrarlı bir himayesi aracılığıyla Amerikan Mesihçiliğini teşvik edenler de onlardır! İsrail, hukukun varsayılan bir meşrulukla ikamesi sürecini, uluslararası ilişkilerin tamamına uygulanan ve bir III. Dünya Savaşının kaynağı olabilecek çok eski dinsel kökleri üzerinde temellendirdiği eylemleriyle tamamlıyor.
İsrail ideolojik alanda Avrupa ve ABD’deki müttefiklerinin yardımıyla aynı şekilde kamuoyunun bir bölümünde İsrail’in izlediği siyasetin eleştirilmesinin anti-semitizm ile eşdeğer olduğu düşüncesini dayatmayı da başarmıştır. Bu kısmen resmi karanlıkçılık Siyonizm karşıtlığı ile anti-semitizm’i bir tutmaktan çekinmemektedir.
Filistin, Libya, Suriye üzerine eserler yayınlayan faal editör Michel Collon tarafından yönetilen, benim de katkıda bulunduğum merkezi Brüksel’de bulunan anti-emperyalist « Investig’Action » sitesi, sözde anti-semitizm suçlamasıyla çok sayıda saldırı ve takibata uğratıldı. İsrail devletine yönelik her türlü eleştiri, yasaklama ve yaptırımları meşrulaştıran bir Yahudi karşıtı ırkçılıkla bir tutulmaktadır. Çünkü hedef açıktır: Investig’Action’u susturmak gereklidir! Bu durum başka birçok site için de geçerlidir.
Suç işleyen bir siyaset tarzı karşısında uluslararası kamuoyunu anestezi altına alma ve « duyarsızlaştırma » girişimleri, unutmaya eğilimli olduğumuz gibi kökenini Filistin’de Yahudi ulusuna yönelik İngiliz desteğinden alan, Tel Aviv rejiminin uluslararası meşruluğa, özelde ise insan haklarını hedef alan uygulamalarına ilişkin eksiksiz bir dökümünü hazırlamamızı engelleyemez [2].
İsrail’in başına buyrukluğu (ABD’nin ki gibi) ve uluslararası meşruluk karşısındaki topyekun kayıtsızlığı çok eski bir öyküdür ve Filistinliler bunun tek kurbanıdırlar.
Tüm uluslararası ilişkiler, özellikle de Arap ve Batı halkları arasındaki ilişkiler yapaydır. Başta Fransa olmak üzere, müdahaleleri için insan hakları ve insani yardımı araçsallaştıran Batılı ülkelerin bizzat kendileri İsrail’in uygulamalarıyla sıkıntı içerisindedirler. Bunları « sıradanlaştırmışlar » ve « insani » aşağılamaları başka hedeflere yöneltmeye çalışmışlardır.
Batılıların, « dost diktatörlükler » ve İsrail [3] dışında, iyi ve kötü notları dağıtma konusundaki alışılageldik tutumlarındaki çelişki çarpıcıdır.
* İsrail, tasarı halinde olan « Yahudi » devleti her iki halkın demografik gelişimi nedeniyle çoğunluktaki Arap yurttaşlarına yer tanımazken, « iki devletli » çözümün sürdürülemez kılmak için Filistin topraklarının genelinde giderek çoğalan « yerleşimler » aracılığıyla bir doğrudan sömürgeleştirme süreci yürüten son devlettir.
« Barış sürecinin » (gerçekte hiçbir zaman var olmadığı anlaşılan) başarısızlığı karşısında, tüm Filistin toplumuna yönelik bir parçalara bölme ve tasfiye operasyonu yürürlüktedir ve İsrail, Yahudiler ve Filistinliler « ırk » olarak nitelendiği için daha şimdiden bir apartheid suçu işlenmektedir.
* Toprak anlamında ise, Suriye’nin Golan bölgesinin hemen hemen tamamının ilhakını, Mısır’ın Sina bölgesinin ilhakı sürecini, Kudüs’ün Filistinlilere ait bölümünün ilhak edilmesi ve İsrail’in başkenti haline dönüştürülmesini (BM kararlarına aykırı bir şekilde) anımsatmamız gerekir.
Filistin özerk yönetimine ait olduğu kabul edilen araziler üzerinde, Uluslararası Adalet Mahkemesi (9 Temmuz 2004) tarafından mahkum edilen, « Duvar »ın inşasını da buna eklememiz gerekir.
* İsrail, Güvenlik Konseyinin onayı olmaksızın, çekinmeden tek taraflı olarak kuvvet kullanımına başvurmaktadır. ABD ve Avrupa devletlerinin suç ortaklığıyla çeşitli ülkelerin egemenliğini hedef alan çok sayıda askeri operasyon yürütmektedir.
İsrail zaten İran’dan farklı olarak meşru olarak nükleer silaha sahip olan tek devlet olduğu düşüncesinden hareket ederek bu alanda bölgedeki tekeli elinde bulundurmaktadır.
Buna karşın, bir bıçaklı saldırı ya da roket atışı, İsrail’in güvenliğini ve bölge ve uluslararası barışı tehdit eden bir terörist eylem olarak nitelenecektir!
* İsrail, Filistin’i 130’dan fazla devlet tarafından tanınmış, UNESCO’ya kabul edilmiş ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından BM’nin « üye olmayan devlet » niteliğine yükseltilmiş (29 Kasım 2012 tarihli karar) bir devlet olduğu gerçeğini hiçbir şekilde kabul etmemektedir. İsrail, Filistinlilere kötü davranarak Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin tüm kurallarını açıkça ihlal etmektedir, çünkü yasal zorunlulukları ihlal ederek bu devlet Filistinli devletin sahip olduğu hakları yok saymaktadır.
Bu kümülatif suçluluk, yıllardır « abluka altında » bulunan Gazze sınırında Mart 2018’de İsrail Ordusunun gerçekleştirdiği katliamlarla daha da « zenginleşmiştir ». İsrail stratejilerinin « El Fetih » karşısında « Hamas »’ı kullandığı zamanlar artık geride kalmıştır. Bugün, ne olursa olsun, « tehlikeli olduğu » izlenimini azami ölçüde büyütmenin gerekli olduğu terörist örgüt olarak nitelenen Hamas dahil tüm Filistinli oluşumların imhası söz konusudur. Özünde gösterilere katılanların, uluslararası kamuoyuna var olduklarını ve onlara dayatılan boğulmuşluğa karşın direndiklerini hatırlatmak için kitleler halinde gelen siviller olması onlar için önemli değildir.
Silahsız göstericilere (ellerindeki sapanları saymazsak) yönelik olarak gerçekleştirilen bu katliamların (yüzlerce ölü ve binlerce yaralıya yol açan) hiçbir savunma gerekçesi yoktur (her ne kadar İsrail bazı İsrailli köylerin korunmasını gerekçe gösterse de).
Bu yaşananlar ilk değildir. İsrail iktidarı sivil halklara karşı silahlı gücünü her zaman orantısız ve yasalara aykırı bir şekilde kullanmıştır.
Bununla ilgili olarak İsrail’in kuruluş yıllarına kadar dayanan birkaç örnek sayabiliriz. Nisan 1948’de gerçekleşen 200’e yakın sivilin öldürüldüğü Der Yasin, Safsaf, Salha ve benzer katliamlarından, Gazze’ye yönelik 2006, 2008, 2009’daki hava saldırılarını ya da yoğun bombardımanlara, 1982’de Sabra ve Şatilla kamplarındaki binlerce ölüyü unutmadan ya da yüzlerce mülteci sivilin öldüğü (« Öfke Üzümü » Operasyonu) ya da 2002’deki en az 200 Filistinlinin ölümüne yol açan Cenin kentine yönelik kanlı operasyon gibi. Oysa hukuken işgalci devlet fethettiği topraklardaki kamu düzeninden ve işgal altındaki topraklarda yaşayan sivillerin güvenliğinden ve mallarının güvence altında olmasından sorumludur.
Batı Şeria’da Filistinlilere ait topraklara el konulması, evlerin yıkılması vs. her türlü askeri gerekliliğin dışında izlenen yasadışı ihlallerdir.
İsrail Ordusu Mart 2018’de, hukukun zorunlu kıldığı « orantılılığın » tüm sınırlarını aştı: üstünlüğüne güvendiği görülüyor, bu da onu uluslararası hukukun « savaş suçu » ve « insanlığa karşı suç » ve hatta « soykırım » olarak nitelediğini suçları işlemeye götürmektedir [4].
2018’de işlenen suçlar açıkça savaş suçudur (1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi, 1977 tarihli ek Protokol – İsrail tarafından onaylanmayan –, Uluslararası Ceza Mahkemesinin 1998 tarihli tüzüğü). « Sivil halka » yönelik « kasıtlı saldırılar » olduğu andan itibaren « savaş suçu » oluşur; söz konusu saldırılar beklenen « askeri faydaların bütünüyle » (ki aslında hiç var olmayan) karşılaştırıldığında « açıkça abartılı » olduğunda ise bu niteleme daha da pekişir. Sivil halkın arasında askerlerin var olması durumunda dahi sivillere yönelik saldırının bir savaş suçu olmaya devam ettiği belirtilmektedir.
Her halükarda uzun zamandan beri işgal altındaki topraklarda çeşitli biçimler altında yeni Yahudi yerleşimlerinin kurulması da savaş suçu kapsamına girmektedir [5]: Cenevre Sözleşmesinin IV. maddesinde tanımlandığı şekliyle « koruma altındaki kişilerin » (yani işgal altındaki topraklarda yakalanan Filistinlilerin) İsrail’e nakli ve tutuklanması; aynı topraklara İsrailli « yerleşimcilerin » yerleştirilmesi; Filistinlilere ait mallara el konulması ve bunların imha edilmesi; « koruma altındaki kişilere » yönelik şiddet ve cinayetler söz konusudur.
Bu suçların sorumlusu yetkililer, Güvenlik Konseyinin engellemesi ya da büyük olasılıkla ABD’ye hoş görünmek için süreci sonsuza kadar oyalama kaygısında olan Savcının çok « siyasi » unutkanlığı olmazsa Uluslararası Ceza Mahkemesi önüne çıkarılabilir.
Dolayısıyla UCM önünde başarılı olunması garanti olmadığı için, burada bir devletin yargısına, savaş suçları gibi uluslararası suçları yargılama hakkı tanıyan « evrensel yetki » [6] ilkesinin kabul edildiği yerlerde de bunun uygulanması olanağı vardır, ama bu yetkinin yürürlüğe sokulması süreci biraz karmaşıktır.
Sonuç olarak, ne yazık ki, hukukun uluslararası dayanışma ve Filistin davası için etkin militanlığın uyanışı karşısındaki eksiklikleri konusuna geri geliyoruz. Bu, hukuk yollarına başvurulmasının silah olarak kullanılamayacağı anlamına gelmiyor; ama bu arada bunun güçlü bir medyatikleştirme ve güçlü bir siyasi irade tarafından desteklenmesi ihtiyacı vardır.
Sonuç olarak İsrail’in aktif bir şekilde uluslararası hukukun ve insani hakların çöküşüne katkıda bulunduğunu, Filistin’in ise aksine nesnel gereklilikle bunları korumaya ve hatta desteklemeye yöneltildiğini, hukuka saygının tek savunma imkanı olmaya evrildiği tespitinde bulunuyoruz.
Ancak fetihçilerle direnişçiler arasındaki bu çatışmada, her iki taraf da kaybedebilir. Rakibin « insanlıksızlaştırılması » her iki kamp içerisinde kural haline geliyor: A. Gresh’in yazdığı gibi « bir tarafta öldürülen siviller, öbür tarafta sivillerin öldürülmesini meşrulaştırıyor » [7].
Geçen zaman içerisinde tutsaklara yönelik kötü davranışla (işkencenin « sınırlı » ama meşrulaştırılarak ve yaygın olarak uygulanması dahil ) birlikte yerleşimci siyasetinin sürdürülmesi, İsrail toplumunda kangrene yol açmış, ahlaki düzeyini düşürmüş ve Yahudi olmayanları dışlayan demokrasiye zarar vermiştir.
Filistinlilere gelince, direniş yetenekleri benzersizdir ama ABD’nin yaptığı gibi hem yargıç hem taraf olmayan bir dış müdahale olmaksızın eğer tecrit altında kalmaya devam ederlerse boğulmaya mahkum kalacaklardır.
Aslında İsrail-Filistin anlaşmazlığı bir çifte bozgunu temsil etmektedir: bir anlamda sahte Batılı dostları tarafından teşvik edilen, uzun bir tarihsel dönem için ahlaki olarak soykırıma layık olmayan İsrail toplumunun yıkımı. A. Einstein dile getirdiği kaygılarında haklıymış gibi görünüyor: « toplumumuzun maneviyatından devşirilen dar bakışlı bir milliyetçiliğin gelişimiyle » birlikte « İsrail Devletinin Yahudilik üzerinde yaratacağı dahili tahribatlardan kaygılanıyorum …».
Arap « kardeşliğinin » zayıflığı ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararlarının zorlayıcı olmayan niteliğiyle birlikte kaçınılmaz olarak askeri olarak yenilen, Nakba’dan beri kendilerinden başkasına güvenemeyen Filistinliler, siyasi bir varlık ve hatta halk olarak da yok olma tehdidi altındadır.
Bu çifte felakete verilecek tek yanıt, Filistin halkına yönelik uluslararası dayanışmanın yeniden başlatılmasıdır, çünkü da tehlikeye girmeden « zayıf daima haklıdır » sonucuna ulaşmamız mümkündür..
Robert Charvin
[1] Böylece en uzak olanlar da dahil olmak üzere meşruluğun tüm yorumları uygulanmıştır: 2013 yılında İsrail’in yakın dostu Fransız Dışişleri Bakanı Laurent Fabius, Suriye’de meşru hükümete karşı « demokratik-İslamcı » isyancılara Fransız silahlarının teslim edilmesi konusunda şu açıklamayı yapabilmiştir: « Beşar’a silah teslim edebiliriz ama direnişlerin kendilerini savunmalarına izin veremeyiz demek için şu ya da bu hukuksal değerlendirmeyi bahane olarak gösteremeyiz ». Adaletin özünden geriye ne kaldığını kimse bilmiyor!
D. Lagot. Droit international et conflits armés. L’Harmattan. 2013, sayfa 12.
[2] Birleşmiş Milletler’in Filistin topraklarındaki İnsan Haklarına ilişkin eski raportörü R.Falk’ın deyimiyle, İsrail-Filistin sorunun özünde Büyük Britanya’nın bu « örtülü sömürgeci davranışı » yatmaktadır. (Bakınız 13 Eylül 2017 tarihli L’Humanité).
[3] Mart 2018’de Gazze sınırında yaşanan katliamlardan sonra, ordusunun ihlalleriyle tehdit altında olan dayanışmanın yeniden güvence altına alınması arayışında olan Netanyahu’nun ziyareti sonrasında siyasi akrobasiler ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Macron bu fırsatla Filistinliler ya da İran söz konusu olduğunda « uyumsuzluklar » İsrail’in « hedefi değil, izlediği yöntem konusundadır » dedi. Öncesinde yaşanan katliamların gerçekten de hiçbir önemi olmadığı anlaşılıyor! Batılı egemen oluşumların koridorlarında İsrail’in daimi varlığı etkili oluyor: bu durum örneğin İsraillilerin kriminalize etmek istedikleri « BDS »’ye (Boykot, Yatırımların geri çekilmesi, Yaptırım) karşı İsrail çabaları için geçerlidir.
[4] Soykırım suçu « Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir öbeğin tümünü ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle » tanımlanmaktadır (1948 tarihli Sözleşme) İsrail devletinin siyasi niyetinin Filistin halkını yok etmek olduğu ortaya çıktı, ancak şu ana kadar uygulamanın sadece başlangıç bölümüne tanık olduk.
[5] Cf. Geraud de la Pradelle. « La Palestine et le droit international depuis le vote de l’A.G.N.U qui lui reconnaît la qualité d’État non membre », in N. Anderson et D. Lagot (sous dir.). Droit international et conflits armés. L’Harmattan. 2013, sayfa 83 ve s.
[6] Savaş suçlarını yargılamak üzere dava açılabilecek ülke olarak İspanya, Belçika, Hollanda, Portekiz, İsviçre, Almanya, Norveç ve Danimarka’yı sayabiliriz.
Bakınız FIDH’nin Onursal Başkanı P. Baudouin’in ve Jan Fermon, N. Anderson et D. Lagot (sous dir.) La justice internationale aujourd’hui. Vraie justice ou justice à sens unique ? L’Harmattan. 2009 kitabındaki katkıları.
[7] Israël, Palestine. Vérités sur le conflit, op. cit, sayfa 225.
(İnvestig’action sitesinde 20 Haziran 2018 tarihinde Robert Charvin imzasıyla yayınlanan Fransızca yazıdan Türkçeleştirilmiştir https://www.investigaction.net/fr/crimes-de-guerre-et-impunite-israelienne/ )