İkinci Dünya Savaşı 1943'te sona erebilirdi
Tarih, gerçekliği ve efsaneleri daimi olan siyasi bahislerden oluşmaktadır. Berlin Duvarı'nın yıkılmasından on beş yıl sonra ve NATO'nun, Avrupa Birliği'nin hedefleri ve sınırları belirsizlik içerisinde kaybolurken, İkinci Dünya Savaşı’na ilişkin okumamız, yaklaşmakta olan çok kutuplu dünyaya ilişkin vizyonumuzu belirlemektedir. Tarihçi Valentin Falin’nin RİA-Novosti’den gazeteci Viktor Litovkin'e açıkladığı gibi Rusya, Nazizm’e karşı kazandığı zaferin 60. yıldönümünde Atlantikçilerin efsanelerine meydan okumaktadır.
Anglosaksonlar, eski Varşova Paktı devletlerini Avrupa Birliği ve NATO'ya dahil ederek Orta ve Doğu Avrupa'daki nüfuzlarını genişletirken, II. Dünya Savaşı'na ilişkin bir tarihsel revizyona girişmektedirler. Londra ve Washington'un amacı, Nazizme karşı zaferin münhasırlığını kendilerine mal etmek, kendilerini demokrasinin mükemmel örnekleri olarak sunmak ve Komünizm ile Nazizmi aynı utanç potası içerisinde eşitlemektir. Stalinizmin suçları, Hitlerizmin suçları ile aynı düzeye indirgenirken, sömürgeleştirmenin suçları tamamen silinmektedir. Müttefiklerin zaferinin 60. yıldönümünde bu saldırıya yanıt veren Rusya, kendi payına resmi tarihi gözden geçirmektedir. Bugün iddia ettiklerinin aksine, Anglosaksonların II. Dünya Savaşı'na faşizmi yenmek için değil, ama Nazilerin egemenliği yerine kendilerinkini ikame etmek için girdiklerini ve Mihver devletlerinin SSCB’den kurtulmalarını sağlayacağı umuduyla kasten savaşın sürmesine izin verdiklerini ortaya koymaktadır. Atlantik medyasının ihmal ettiği Rusların bakış açısını anlamak için, RİA-Novosti ajansından Viktor Litovkin'in Profesör Valentin Falin ile gerçekleştirdiği bir mülakatı yayınlıyoruz.
Viktor Litovkin: Modern tarih yazımında, İkinci Dünya Savaşı'nın son aşaması farklı bir şekilde anlatılmaktadır. Bazı uzmanlar, savaşın çok daha erken bitirebileceğini iddia ediyorlar ki bu, diğer verilerin yanı sıra Mareşal Şoykov'un anılarını okuduğumuzda da anlaşılmaktadır. Bazıları savaşın en az bir yıl fazla sürmüş olabileceğine inanmaktadır. Gerçeğe kim daha yakın? Bu varsayım neye dayanmaktadır? Bu konudaki görüşünüz nedir?
Valentin Falin: Doğru, bu tema günümüz tarih yazımında tartışılıyor. Ancak 1942'den itibaren, savaş sırasında da çatışmanın süresi hakkında tahminler yapılıyordu. Daha doğrusu, Franklin Roosevelt ve Winston Churchill de dahil olmak üzere devlet adamlarının büyük çoğunluğunun Sovyetler Birliği'nin en fazla dört ila altı hafta dayanabileceğini tahmin ederken, politikacılar ve askerler 1941 gibi erken bir tarihte bu soruyu ele almışlardı. Yalnızca Edvard Benes, SSCB'nin Nazi işgaline direneceğini ve sonunda Almanya'yı ezeceğini savunuyordu.
Yanlış hatırlamıyorsam, Edvard Benes, Çekoslovakya'nın sürgündeki cumhurbaşkanıydı. 1938 Münih Antlaşması'ndan ve ülkesinin işgal edilmesinden sonra Büyük Britanya'da mı bulunuyordu?
Valentin Falin: Evet. Sonra, bu tahminlerin ve izninizle bu hesapların hatalı olduğu ortaya çıktığında, Almanya Moskova karşısında II. Dünya Savaşı'ndaki ilk stratejik başarısızlığını yaşadığında, görüşler birden değişti. Batı'da bazıları Sovyetler Birliği'nin savaştan çok güçlü çıkmasından korkmaya başladı. Çünkü gerçekten de çok güçlü olursa, Avrupa'nın gelecekteki çehresini o belirlerdi. ABD istihbarat servislerinin eşgüdümünden sorumlu ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Adolph Berle, böyle diyordu. Savaştan önce ve savaş sırasında İngiliz silahlı kuvvetlerinin ve tüm İngiliz siyasetinin eylemlerinin doktrinini geliştirmiş olan çok yetenekli kişiler de dahil olmak üzere Churchill'in çevresi de aynı şeyi düşünüyordu
Bu, Churchill'in 1942'de İkinci Cephe'yi açmak istememesi konusundaki inatçılığını büyük ölçüde açıklamaktadır. Ve tam da İngiliz yönetimi içerisinde yer alan Beaverbrook ve Cripps ve özellikle de Eisenhower ve ABD askeri planlarının diğer tasarımcıları 1942 yılından itibaren Almanlara ağır bir yenilgi yaşatmak için maddi ve diğer olasılıkların var olduğuna inanırlarken. Onlara göre, Alman silahlı kuvvetlerinin ana gövdesinin doğu cephesinde olmasından ve 2.000 kilometrelik Fransız, Hollanda, Belçika, Norveç ve hatta Alman kıyı şeridinin müttefik ordulara açık olmasından yararlanmak gerekiyordu. Bu tarihlerde Nazilerin Atlantik kıyısı boyunca hiçbir kalıcı savunma yapısı bulunmuyordu.
Dahası, ABD ordusu, Roosevelt'i (Eisenhower ABD başkanına bu konuda birkaç muhtıra göndermişti) ikinci cephenin açılmasının Avrupa'daki savaşı büyük ölçüde kısaltacağına ve Almanya'yı en geç 1943'te teslim olmaya zorlayacağına ikna etmeye çalışıyordu.
Bununla birlikte, bu tür hesaplamalar ABD’de bol miktarda bulunan muhafazakarlara ve Büyük Britanya’nın işine gelmiyordu.
Kimleri ima ediyorsunuz?
Valentin Falin: Örneğin, Cordel Hull yönetimindeki tüm Dışişleri Bakanlığı, SSCB'ye şiddetle düşmandı. Bu, Roosevelt'in Tahran konferansına giderken dışişleri bakanını neden yanına almak istemediğini ve « Üç Büyükler » buluşmasına ilişkin toplantı tutanaklarının Tahran'dan altı ay sonra kendisine verilmesini açıklamaktadır. Bu arada Reich'ın siyasi istihbarat servislerinin bu belgeleri üç veya dört hafta sonra Hitler'in masasına bıraktığını söyleyelim. Hayat çelişkilerle doludur.
Wehrmacht'ın yenilgisiyle sonuçlanan 1943'teki Kursk Savaşı'ndan sonra, ABD ve İngiltere Genelkurmay Başkanları ile Churchill ve Roosevelt, 20 Ağustos’ta Quebec’te bir araya geldi. Gündemde Birleşik Devletler ve İngiltere'nin Hitler karşıtı koalisyondan olası çıkışı ve Sovyetler Birliği ile birlikte savaşmak üzere Nazi generalleriyle ittifaka girmeleri konusu vardı.
Neden?
Valentin Falin: Çünkü Churchill'in ideolojisi ve Washington'da bu ideolojiyi savunanlara göre, « bu barbar Rusları doğuda, olabildiğince uzakta kontrol altına almak » gerekiyordu. Çünkü Sovyetler Birliği'nin direncini kıramıyorsanız, onu en azından araya giren Almanlar aracılığıyla zayıflatmalısınız. Görev bu şekilde belirlenmiş oldu.
Churchill bu planı hiçbir zaman aklından çıkarmıyordu. Bu fikri daha 1919 yılında General Kutiepov ile birlikte geliştirmişti. Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlar aksilikler yaşadılar ve Sovyet Rusya'nın kontrolünü ele geçirecek durumda değiller, bu görevi Japonlara ve Almanlara emanet etmeliyiz, diyordu. Churchill, 1930'da Londra'daki Alman Büyükelçiliği'nin başkatibi olan Bismarck ile aynı dili konuşmuştu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar gerçekten sağduyudan yoksundu, diyordu. Güçlerini Rusya'yı yenmek için yoğunlaştırmak yerine iki cephede savaş açtılar. Yalnızca Rusya ile ilgilenmiş olsalardı, İngiltere Fransa'yı etkisiz hale getirirdi.
Churchill’e göre sorun Rusya'nın İngiliz yayılmacılığını durdurmak için çabaladığı 1853-1856 Kırım Savaşı'nı sürdürmekten çok Bolşeviklere karşı mücadeleydi.
Kafkasya'da, Orta Asya'da, petrol zengini Ortadoğu'da...
Valentin Falin: Tabii ki. Bu nedenle, Nazi Almanya'sıyla savaşmanın farklı yolları hakkında konuştuğumuzda, ittifak felsefesi karşısındaki tavırların çeşitliliğini, İngiltere ve Birleşik Devletler'in Moskova’ya verdiği taahhütleri unutmamalıyız.
Bir için konudan uzaklaşalım. 1954 veya 1955'te Gent kentinde, « melekler birbirini öper mi? » temalı bir dini sempozyum düzenlendi. Birkaç gün süren tartışmalardan sonra şu sonuca varıldı: öpüşüyorlar ama tutkuyla değil. Hitler karşıtı koalisyon içinde müttefikler arasındaki ilişkiler, Yahuda'dan bir öpücük dememek için, bir şekilde meleklere özgü bir hevese benziyordu. Verilen sözler taahhüt içermiyordu ya da daha kötüsü, herhangi bir taahhüt söz konusu olduğunda bu Sovyet ortağını hataya sürüklemek içindi.
Bu taktiğin, Ağustos 1939'da, Nazi saldırganlığını önlemek için hala bir şeyler yapılabileceği bir dönemde, SSCB, İngiltere ve Fransa’nın temsilcilerini baltaladığını anımsatalım. Bu nedenle Sovyet liderleri, Almanya ile göstermelik bir saldırmazlık antlaşmasını imzalamak zorunda bırakılmıştı. Nazi savaş makinesinin başat hedefi olarak belirlenmiştik. Durumu Chamberlain’in kabinesinin ifadeleriyle dile getirmek isterim: « Londra, Sovyetler Birliği ile bir anlaşma imzalamak zorunda kalırsa, belgedeki İngiliz imzası, İngilizlerin saldırıya uğrayanın yardımına koşacağı ve Almanya’ya savaş açacağı anlamına gelmemelidir. İngiltere ve Sovyetler Birliği'nin olayları farklı yorumladığını söyleme hakkımızı saklı tutmalıyız ».
Eylül 1939'da Almanya, Büyük Britanya'nın müttefiki olan Polonya'ya saldırdığında, Londra'nın Berlin'e savaş ilan ettiğini biliyoruz, ancak çok da somut olmasa da Varşova’ya yardım etmek üzere en küçük bir adım dahi atmadan.
Valentin Falin: Bizim örneğimizde resmi bir savaş ilan edilmesi bir söz konusu değildi: « Tories »ler, Alman buharlı silindirinin Ural’lara yöneleceğine ve ardından Albin ihanetini mahkum edecek kimsenin kalmayacağına inanıyordu.
Bu zaman bağıntısı, bu olaylar bağıntısı savaş sırasında mevcuttu. Düşüncelerimizi besliyordu. Ve bunlar içerisinde, bizim için çok da iyimser olmayanların var olduğuna inanıyorum.
Ama kırk dört- kırk beş’li yılların dönüm noktasına geri dönelim. Savaş Mayıs ayından önce bitmiş olabilir miydi, olamaz mıydı?
Valentin Falin: Soruyu şu şekilde soralım: Müttefik çıkarması neden 1944 yılı için planlanmıştı? Kimsenin bu konu üzerinde durmaması ilginçtir. Oysa bu tarih hiç de rastgele olarak seçilmemişti. Batıda, Stalingrad'dan önce çok büyük miktarda asker, subay ve teçhizat kaybettiğimiz dikkate alındı. Kursk’taki kan gölünde de muazzam fedakarlıklar yapılmıştı... Sovyetlerin tank kayıpları, Alman kayıplarından çok daha fazlaydı.
Ülke kırk dört yılında, zaten on yedi yaşındaki çocukları silah altına alıyordu. Kırsal bölge nüfusu neredeyse yok edilmişti. 1926-1927 arasında doğan gençler, yalnızca yöneticilerin gitmelerine izin vermediği savaş fabrikalarında çalışarak ölmekten kurtuldu.
Durumu değerlendiren ABD ve İngiliz istihbarat servisleri, 1944 baharında Sovyetler Birliği'nin taarruz potansiyelinin tükeneceğini tahmin ediyordu. İnsan kaynaklarının tamamen kuruyacağını ve Sovyetler Birliği'nin Moskova, Stalingrad ve Kursk savaşlarında şamar indirdiği Wehrmacht’la başa çıkamayacağını düşünüyorlardı. Dolayısıyla, Müttefiklerin çıkartması sırasında, Nazilere karşı savaşta ABD ve İngiltere'ye yönelik stratejik inisiyatifi terk ettiğimiz ortaya çıktı.
Müttefik birliklerin kıtaya çıkarılması, Hitler'e karşı düzenlenen komplo ile aynı zamana denk geldi. Reich'ta iktidara gelen generallerin Batı Cephesini dağıtması ve Almanya’nın işgali ve Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Avusturya’nın « özgürleşmesi » için, Amerikalılar ve İngilizlerin önünde bir alan açacaklardı. Kızıl Ordu’nun 1939 yılı sınırlarında durdurulması gerekiyordu.
Amerikalıların ve İngilizlerin Budapeşte'yi ele geçirmek amacıyla Macaristan'da, Balaton Gölü bölgesinde bir çıkarma dahi yaptığını, ama Almanların onları yok ettiğini anımsıyorum…
Valentin Falin: Bir çıkartma değil daha ziyade Macar anti-faşist güçleriyle bağlantı kurmak üzere bir irtibat grubunun gönderilmesi söz konusuydu. Ancak başarısız olan sadece bu değildi. Saldırıdan sonra Hitler hala hayattaydı ve ciddi şekilde yaralanan ve Batı’nın büyük ölçüde güvendiği Rommel devre dışı kalmıştı. Diğer generaller cesaret gösterememişlerdi. Olanlar oldu. Amerikalılar Almanya'ya güle oynaya girmediler. Ardennes Operasyonu sırasında olduğu gibi bazen şiddetli çatışmalara giriştiler. Ne olursa olsun görevlerini başarıyla tamamladılar. Hatta bazen de fazlasıyla alay geçerek.
Somut bir örnek verelim. ABD birlikleri Paris yakınlarına gelmişti. Şehirde bir ayaklanma patlak verdi. Amerikalılar, Fransa'nın başkentinden yaklaşık otuz kilometre uzakta durdular ve Almanların isyancıları tasfiye etmesini beklediler, çünkü bunların çoğu Komünistti. Çeşitli tahminlere göre, 3 ila 5.000 arasında kayıp verildi. Müttefikler ancak ayaklanma zafere ulaşınca Paris'e girdiler [1]. Aynı durum Fransa'nın güneyinde de yaşandı.
Ama tartışmamıza başladığımız yere geri dönelim.
Valentin Falin: Evet. 44 sonbaharında, Almanya'da Hitler yönetiminde ve ardından Jodl ve Keitel'in başkanlıkları altında çeşitli konferanslar düzenlenmişti. Alman liderler, Amerikalılara iyi bir darbe vurulursa, ABD ve İngiltere'nin 1942-1943'te Moskova'nın bilgisi haricinde yürütülen görüşmeleri yeniden başlatmaya daha meyilli olacağına inanıyorlardı.
Ardennes'de başlatılan harekat, Berlin tarafından savaşta zafer elde etmek için değil, Batı ile Sovyetler Birliği arasındaki ittifakı baltalamayı amaçlayan bir operasyon olarak tasarlandı. Amerika Birleşik Devletleri, Almanya'nın hala yeterince güçlü olduğunu ve Batılı güçlerin Sovyetler Birliği ile karşı karşıya gelmelerinde bir imkan sunduğunu anlamalıydı. Harekatın ayrıca müttefiklere, Almanya'ya yaklaşan « kızılları » durduracak güce ve iradeye sahip olmayacaklarını göstermesi gerekiyordu.
Hitler, zor durumdaki bir ülkeyle kimsenin masaya oturmayacağını vurgulamıştı. Bizimle ancak Wehrmacht gücünü gösterdiğinde konuşacaklardır.
Belirleyici avantaj, sürpriz unsuruydu. Müttefikler kışlık bölgelerine yerleşmişlerdi, Alsace ve Ardennes, dinlenmek için muhteşem yerlerdi ve savaş harekatlarına çok uygun görünmüyorlardı. Bu arada, Almanlar Rotterdam'a girmeye ve Amerikalıları Hollanda limanlarını kullanma olasılığından mahrum etmeye hazırlanıyorlardı. Bu da Batı harekatı için belirleyici öneme sahipti.
Ardennes Operasyonunun başlaması defalarca ertelendi. Almanya güçsüzdü. Kızıl Ordu'nun kırk dört kışında Macaristan'da, Balaton Gölü bölgesinde ve Budapeşte'nin önünde yoğun bir şekilde savaştığı bir zamanda başlatıldı. Söz konusu olan, Avusturya'da ve Macaristan'ın bir bölgesinde Almanlar tarafından kontrol edilen son petrol kaynaklarıydı.
Hitler'in ne pahasına olursa olsun Macaristan'ı savunmaya karar vermesinin nedenlerinden biri buydu. Bu amaçlar için, Ardennes Operasyonu'nun en sıcak anında ve Alsace Operasyonu başlamadan önce, Batı Ekseninden birliklerini çekmeye ve onları Sovyet-Macaristan cephesine aktarmaya başladı. Ardennes Operasyonunun ana unsuru 6ncı SS Zırhlı Ordusu, Ardennes'den geri çekildi ve Macaristan'a nakledildi...
Hajmasker bölgesine.
Valentin Falin: Temelde, birliklerin yeniden konumlandırılması Roosevelt ve Churchill'in Stalin'e panik içerisinde, diplomatik dilin tercümesiyle « çamura saplandık, bize yardım edin » anlamına gelen bir çağrıda bulunmasından önce başlamıştı.
Hitler'e gelince, o, müttefiklerimizin Sovyetler Birliği'ni sık sık darbelere maruz bırakması ve Moskova ile Kızıl Ordu'nun çöküşünü görmek umuduyla açıkça beklemesi söz konusu olabiliyorsa –ki söylediklerimi doğrulayacak kanıtlar var–, biz de aynı şekilde davranabiliriz diye düşündü. Kırk bir'de SSCB'nin başkentinin düşüşünü bekledikleri gibi, kırk iki’de sadece Türkiye ve Japonya’nın değil, politikalarını gözden geçirmeye karar vermeden önce aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri de Stalingrad'ın da düşüşünü beklemişti. Çünkü müttefikler, Alman saldırılarıyla ilgili istihbarat servisleri tarafından toplanan bilgileri, örneğin Don'dan Volga'ya ve daha sonra Kafkasya'ya vb. gibi bize iletmiyorlardı bile.
Hafızam beni yanıltmıyorsa, bu bilgi bize efsanevi « Kızıl Orkestra» tarafından iletilmişti.
Valentin Falin: Amerikalılar, çok fazla bilgiye sahip oldukları halde bize bunun kırıntısını dahi aktarmıyorlardı. Özellikle Kursk çıkıntısındaki « Kale » Operasyonunun hazırlıklarıyla ilgili olarak...
Açıkçası, müttefiklerimizin nasıl savaşacaklarını ne kadar iyi bildiklerini, ne kadar savaşmak istediklerini ve ana planları olan Rankine planını gerçekleştirmeye ne kadar istekli olduklarını izlemeye odaklanmıştık. Çünkü esas plan Overlord değil, bizim girmemize imkan vermeyecek şekilde İngiliz-Amerikan denetiminin Almanya'nın tamamı üzerinde, Doğu Avrupa'nın tüm devletleri üzerinde kurulmasını sağlayan Rankine planıydı.
İkinci cephe kuvvetlerinin komutanı olarak atandığında, Eisenhower'a şu talimat verilmişti: Overlord'u hazırlayın, ancak Rankine'i asla gözden kaçırmayın. Rankine planının gerçekleştirilmesi için uygun koşullar ortaya çıkarsa, Overlord'u bırakın ve tüm güçleri Rankine planının gerçekleştirilmesi için kullanın. Varşova Ayaklanması bu plan çerçevesinde başlatıldı. Ve bunu daha pek çok şey takip etti.
Bu bakımdan kırk dört, kırk dördün sonu ve kırk beşin başı belirleyici anlardı. Savaş, Doğu ve Batı olmak üzere iki cephede değil, iki çizgide yürütülüyordu. Resmi olarak müttefikler bizim için önemli savaş harekatları yürütüyorlardı, küçümsenemeyecek miktardaki Alman kuvvetlerini hareketsiz hale getiriyorlardı, bu tartışılmazdı. Bununla birlikte, asıl amaçları, Churchill'in dediği gibi, Sovyetler Birliği'nin ilerleyişini olabildiğince durdurmak ve bazı ABD generallerinin daha renkli dilini kullanırsak « Cengiz Han'ın soyundan gelenleri durdurmak » idi.
Dahası, bu düşünce 19 Kasım'da Stalingrad'ta başlattığımız karşı saldırı öncesinde, 42 yılının Ekim ayında Churchill tarafından Sovyet karşıtı kaba terimlerle formüle edilmişti: « Bu barbarları olabildiğince Doğu’da durdurmalıyız ».
Müttefiklerimizden bahsettiğimizde, liderlerinin siyasi entrikalarından ve manevralarından haberdar olmadan bizim gibi savaşan Müttefik birliklerdeki asker ve subaylarının, hiçbir şekilde cesaretlerini görmezden gelmek istemem. Dürüstçe ve fedakarlık ruhuyla savaştılar. Bundan en çok faydayı biz sağlamamış olsak da Land Lease kapsamında verilen yardımın etkisini küçümsemek istemem. Sadece savaş süresince durumumuzun ne kadar karmaşık, çelişkili ve tehlikeli olduğunu söylemek isterim. Ve bazen şımartılıp, bazen her fırsatta darbe vurulurken, kimi zaman karar vermenin ne kadar zor olduğunu da.
Öyleyse savaş kırk beş yılının Mayıs ayından önce bitmiş olabilir miydi?
Valentin Falin: Bu soruyu dürüstçe cevaplamak gerekirse, evet diyorum. Ancak savaşın kırk üçte bitmemiş olması ülkemizin suçu değildir. Müttefiklerimiz görevlerini vicdanlı bir şekilde yerine getirmiş, Sovyetler Birliği'ne verdikleri taahhütleri turmuş olsalardı kırk bir, kırk iki ve kırk üç'ün başında. Ama bunu yapmadıkları için, savaş en azından iki yıl daha fazla sürdü.
Ancak sonuç olarak, İkinci Cephe'nin açılmasındaki erteleme olmasaydı, Sovyetlerin ve Müttefiklerin kayıpları, özellikle işgal altındaki Avrupa'da, 10 ila 12 milyon kişi daha az olurdu. Auschwitz var olmayacaktı, çünkü ancak kırk dörtte tam kapasite ile çalışmaya başladı...
Viktor Litovkin: Bugün, Zaferin 60. yıldönümünün arifesinde, Belarus Birinci Cephesi birliklerinin savaşın son aşamasında gerçekleştirdiği Berlin operasyonu konusunda bir kez daha hararetli tartışmalar yaşanmaktadır. Batı, Sovyetler Birliği'ni ve Georgi Zukov'u, sadece bir propaganda jesti adına, Reichstag'a Kızıl Bayrak asılması adına insanları feda ettiği için suçlamaya devam etmektedir. Bu konudaki düşünceleriniz nedir?
Valentin Falin: Dürüst olmak gerekirse, ben de kendime hep şu soruyu sormuşumdur: Berlin operasyonu 120.000 Sovyet askeri ve subayının yaşamına değer miydi? Berlin'i kontrolümüz altına almak bu kadar büyük fedakarlıkları haklı kılar mı? Kendi kendime bu soruya kesin bir yanıt bulamadım. Ancak, 5-6 yıl önce kamuoyuna açıklanan özgün İngiliz belgelerinin tamamını okuduktan, bu belgelerdeki verileri 1950'lerde mesleki yükümlülüklerim kapsamında öğrendiğim verilerle karşılaştırdıktan sonra, birçok şeyi yerli yerine koydum ve bazı şüphelerimi giderdim.
SSCB'nin Berlin'i ele geçirme ve Yalta'da Stalin, Roosevelt ve Churchill arasındaki toplantıda belirlenen sınır hatlarına ulaşma iradesi, imkanlarımız dahilinde esasen hayati öneme sahip hedefi, İngiliz liderinin, Birleşik Devletler'deki etkin çevrelerin desteğiyle ürettiği maceralı projeyi ve dün İkinci Savaş'ındaki müttefiklerimizin düşmanımız olacağı bir Üçüncü Dünya Savaşı’na dönüşmesini engellemeyi hedefliyordu.
Hitler karşıtı koalisyon ihtişamının ve gücünün zirvesinde iken bunun olması mümkün müydü?
Valentin Falin: Maalesef hayat felaketlerle doludur. Geçtiğimiz yüzyılda, Churchill'e yabancılar ve kendisininkinin kafasını karıştırabilme yeteneği konusunda yarışabilecek bir başka politikacı bulmak zordu. Roosevelt yönetiminin Savaş Bakanı olan Henry Stimson, İngiliz Başbakanı'nın davranışını « en eksantrik sefahat biçimlerinden biri » olarak tanımladı. Geleceğin Sör Winston Churchill’i, özellikle Sovyetler Birliği karşısında ikiyüzlülük ve entrika konusunda mükemmeldi.
Stalin'e yönelik mesajlarında, « İngiliz-Sovyet ittifakının her iki ülkeye, Birleşmiş Milletlere ve tüm dünyaya birçok fayda sağlaması için dua ediyor », « asil girişime başarılar » diliyordu. Ardennes ve Alsace’ta zor durumda olan müttefiklerin yardımına koşmak üzere Washington ve Londra’nın çağrısına yanıt olarak Kızıl Ordu’nun acele ile Ocak 1945'te Doğu Cephesi boyunca başlattığı büyük bir taarruz düzenlemesi söz konusuydu. Sözcüklerle bu şekilde ifadede bulunulurken, uygulamada ne yapılıyordu? Sovyetler Birliği'ne yönelik taahhütlerinden sıyrıldığını düşünen Churchill, Yalta konferansının arifesinde Başkan Roosevelt'i Moskova ile bir çatışmaya girmeye ikna etmeye çalıştı. Bu çabasında başarılı olamayan Başbakan, ayrı eylemlere girişti.
Böylece Churchill, Almanlardan alınan silahların SSCB'ye karşı olası bir kullanım için saklanması ve tümenler halinde teslim olan Wehrmacht'ın asker ve subaylarının Schleswig-Holstein bölgesi ve Danimarka’nın Güneyinde konuşlandırılmak üzere Alman askeri personeline ait kamplara yerleştirilmesi emri verdi. İngiliz liderin hain planı daha sonra netleşti.
Mart 1945'ten beri İkinci (Batı) Cephenin artık resmen veya gerçekten var olmadığını anımsayalım. Alman birlikleri, müttefiklerimize gerçek bir direniş göstermeden ya teslim oldu ya da Doğuya doğru çekildi. Almanların taktiği, sanal Batı ile gerçek Doğu Cephesi birleşinceye dek, Sovyet-Alman muharebe hattı mevzilerinin mümkün olduğunca muhafaza edilmesi, ardından da Wehrmacht birliklerinden görevi devralacak olan Amerikan ve İngiliz birliklerinin, Avrupa’ya yönelen « Sovyet tehdidini » geri püskürtmesi şeklinde idi.
Montgomery, Eisenhower ve Alexander’in (İtalyan düşmanlık tiyatrosu) kurmayları eylemlerini daha iyi planlasaydı, güçlerini ve imkanlarını daha mantıklı bir şekilde koordine etseydi ve ortak bir payda arayışında iç anlaşmazlıklarda daha az zaman harcasalardı, Batılı müttefiklerin Doğu'ya doğru daha hızlı ilerleyebileceklerini vurgulamamız gerekir. Roosevelt'in yaşamı boyunca Washington, farklı nedenlerden ötürü Moskova ile işbirliğine son vermek için acele etmekten kaçındı. Oysa Churchill'e göre, « Sovyet canavarı işini yapmıştı, artık onun uzaklaştırılması gerekiyordu ».
Sovyet liderleri, Churchill'in ikiyüzlülüğünü öğrendiklerinde nasıl tepki vereceklerdi? Üç gücün her birinin kendi sorumluluk alanını kontrol edeceği « anlaşmalara », « ortak zafer » yaklaşımına inanmalı mıydılar? Almanya ve uydularına yapılacak muamele ile ilgili alınan kararlara mı güveneceklerdi? Ya da Churchill'in Truman'ı, danışmanları Leahy ve Marshall, Amerikan istihbarat servisi başkanı Donovan ve diğerlerini sürüklediği konusunda kasıtlı ihanete ilişkin güvenilir veriler üzerine düşünmek daha mı yararlı olacaktı?
Bu sorulara yanıt verecek konumda değilim.
Valentin Falin: Yalta konferansının 11 Şubat'ta sona erdiğini unutmayın. Ayın 12'si sabahı konuklar şehirden ayrıldı. Bununla birlikte, Kırım'da üç güce ait hava kuvvetlerinin operasyonlar sırasında bazı belirlenmiş sınır çizgilerine saygı göstermesi konusunda mutabık kaldılar. 12-13 Şubat gecesi, Batılı müttefiklerin bombardıman uçakları Dresden'i yerle bir etti ve Slovakya'nın en büyük işletmeleri ve fabrikaları çalışır durumda elimize geçmemesi için Almanya'nın gelecekteki Sovyet işgali altında kalacak bölgesine saldırdı. 1941'de Stalin, İngilizlere ve Amerikalılara Kırım’daki havaalanlarını kullanarak Ploesti'deki petrol yataklarını bombalamayı teklif etti. O sırada bunları vurmayı reddettiler, ancak 1944'te Sovyet ordusu, savaş boyunca Almanya'ya yakıt sağlayan ana petrol merkezinin yanı başındayken onları bombaladılar.
Dresden müttefikleri neden rahatsız ediyordu?
Valentin Falin: Dresden'e yapılan saldırıların ana hedeflerinden biri Elbe üzerindeki köprülerdi. ABD tarafından desteklenen Churchill, Kızıl Ordu'yu olabildiğince Doğu’da durdurma talimatı verdi.
Dolayısıyla kentin yıkılması bir yan etki miydi?
Valentin Falin: Buna « savaş masrafları ve giderleri » diyorlar. Ama başka bir amaç daha vardı. İngiliz mürettebatının bir göreve çıkmadan önce aldıkları talimatlar arasında, Sovyetlere Müttefiklerin hava bombardıman kabiliyetini ikna edici bir şekilde göstermek vardı. Gösterdiler de. Hem de birçok kez. 45 Nisan'ında Potsdam'ı bombaladılar ve Oranienburg'u haritadan sildiler. Bize bunun insan hatası olduğu anlatıldı. Pilotların Luftwaffe karargahının bulunduğu yerde Zossen'i hedef aldığı söylendi. Genel geçer hale gelen klasik « türev açıklamalardan » biridir bu. Oranienburg saldırısı, Marshall ve Leahy'nin emriyle uranyum üzerinde çalışan laboratuarların, personelin, teçhizatların ve malzemelerin elimize düşme tehlikesi karşısında imha edilmeleri için düzenlendi. Bunları toza dönüştürdüler.
Bugün, o dönemin koşulları altında, Sovyet yönetiminin savaşın tam da sonunda neden büyük fedakarlıklar yapmayı kabul ettiği sorusunun yanıtı ararken bu belirleyici döneme yakından baktığımızda, her zaman başka bir seçeneği olup olmadığını sormakta zorlanırız. Tamamen askeri görevler dışında, geleceğe yönelik siyasi ve stratejik bilmeceleri çözmek ve Churchill'in planladığı maceranın önüne engeller koymak gerekiyordu.
Müttefiklere planlarından haberdar olduğumuzu ve onları kabul edilemez bulduğumuzu açık bir şekilde beyan etmek veya kamuoyunu bu hain planlar konusunda bilgilendirmek mümkün değil miydi?
Valentin Falin: Bunun o dönem için iyi bir sonuç vereceğinden emin değilim. İyi bir örnek oluşturarak ortakları etkilemek için girişimlerde bulunulmuştur. Sovyet diplomat Vladimir Semenov aracılığıyla Stalin'in ofisine, Dışişleri Bakanlığının 3. Avrupa dairesi başkanı ve bir diğer görevi R.S.F.S.R. Dışişleri Bakanı olan Andrey Smirnov'u, Semenov’un da katılımıyla Sovyet denetimi altındaki topraklarda gerçekleştirilecek farklı eylem türlerini incelemeye davet ettiğini biliyorum.
Smirnov, ordumuzun Avusturya'da düşmanı yakından takip ederken, Yalta'daki mutabık kalınan sınır çizgilerini aştığını ve ABD'nin benzer bir durumda nasıl davranacağını görmek için beklemek üzere fiilen yeni mevzilerin elde tutulmasını önerdi. Stalin onun sözünü kesti: « Bu bir hata! Müttefiklerimize bir telgraf gönderin ». Ve şunları dikte etti: « Wehrmacht birimlerinin peşinden giden Sovyet kuvvetleri, karşılıklı anlaşmayla belirlediğimiz bu hatlardan birini geçmek zorunda kaldılar. Bu vesileyle, düşmanlıklar sona erdiğinde Sovyet tarafının birliklerini belirlenen işgal bölgeleri sınırları içine geri çekeceğini teyit etmek isterim ».
Telgraflar Londra ve Washington'a gönderildi mi?
Valentin Falin: Tam olarak alıcının kim olduğunu bilmiyorum. Askeri veya diplomatik kanallardan gönderilmiş olabilirler. Ben sadece bu olaya tanık olan birinin anlatımını aktarıyorum. Aynı zamanda, takındığımız bu tavrın Churchill'i etkilemediğini de düşünüyorum. Roosevelt'in ölümünden sonra (12 Nisan 1945), Truman'a Tahran ve Yalta anlaşmalarına saygı duymaya gerek olmadığını, yeni kararlar alınmasını gerektirecek yeni durumlar yaratma zamanının geldiğini kabul etmesi için büyük baskı yaptı.
Hangileri?
Valentin Falin: Başbakana göre olaylar Batılı güçleri çok fazla Doğuya götürmüştü ve « demokrasilerin » orada yerleşmesi iyi olacaktı. Churchill, Potsdam toplantısına veya Sovyet halkının katkılarına saygı göstererek zaferi meşru gösterecek başka bir konferansın toplanmasına karşı çıkıyordu. İngiltere Başbakanı'nın mantığına göre Batı, Moskova’yı Anglosaksonların emirlerine boyun eğmeye veya yeni bir savaşın sancılarına katlanmaya zorlamak için, Sovyetler Birliği'nin kaynaklarının tükendiği, lojistik hizmetlerin uçsuz bucaksız bir alana dağıldığı, askerlerin savaştan bıkıp usandığı, teçhizatların yıprandığı bu andan yararlanılmasının bir fırsat yarattığını düşünüyordu.
Şunu vurgulamak isterim ki bu bir spekülasyon, bir hipotez değil, adı konulmuş bir olgunun tespitidir. Churchill, Nisan ayının başında (başka bir kaynağa göre Mart sonu), başlangıcı 1 Temmuz 1945 olarak belirlenen « Unthinkable » harekatının acilen hazırlanmasını emretti. Bu harekata ABD, İngiliz, Kanada kuvvetlerini, bir Polonya sefer gücünü ve on ila on iki Alman tümenini sevk etmeyi öngörüyordu. Bu tümenlerin tamamı Schleswig-Holstein ve Danimarka'nın Güneyinde konuşlanmış durumdaydı.
Başkan Truman'ın bu Cizvit fikrini yumuşak bir dille onaylamadığı doğrudur. Bunun en az iki nedeni vardır. Birincisi, Amerikan kamuoyu Birleşmiş Milletler davasına yönelik bu alaycı ihaneti kabul etmeye hazır değildi.
Bu daha çok bir kalleşlik.
Valentin Falin: Evet. Ama konu bu değil. ABD generalleri, Japonlar teslim olana kadar SSCB ile işbirliğinin devam etmesi gerektiğini savundu. Öte yandan, ABD’li askerler ve İngiliz meslektaşları, SSCB'ye karşı bir savaş başlatmanın galip gelmekten daha kolay olduğunu düşünüyordu. Onlara göre çok büyük bir risk söz konusuydu.
Ve hep aynı soru beliriyor: Sovyet Karargahı bu yönde sinyaller aldıktan sonra nasıl hareket etmeliydi? İşin aslı Berlin Operasyonu « Unthinkable » Harekatına verilen bir tepkiydi ve askerlerimizin ve subaylarımızın başarısı Churchill ve onun gibi düşünenlere bir uyarı oldu.
Berlin operasyonunun siyasi senaryosu Stalin tarafından tasarlanmıştı. Ve bu operasyonun « askeri kanadının » yazarı Georgi Zukov'du. Berlin'e ve şehirdeki yaklaşımlarda ortaya çıkan görkemli savaş için ödenen bedele yönelik eleştirilerin büyük bölümünü omuzlamak zorunda kalan oydu. Bu eleştiriler özellikle duygusal nedenlerle açıklanıyordu. Mareşal Konstantin Rokossovski, Reich'ın başkentine Zukov'a göre daha yakındı ve zaten kafasında kentin anahtarlarını almaya hazırlanıyordu. Ancak, Karargah ona başka bir görev verdi. Her şey, Başkomutanın daha « sert » bir mareşali tercih edeceğini gösteriyor. Mareşal Konev de kendini üzgün, hatta reddedilmiş hissediyordu. Biliyorum çünkü bunu bana bizzat kendisi söyledi. Temelde, Berlin operasyonunda ona tali bir rol verilmişti...
Ama 45 Nisan'ında Berlin'e Zukov'dan daha yakındı...
Valentin Falin: En sonunda Stalin'in sağ kolu olduğu söylenen mareşal seçildi. Bu durum, Başkomutan’ın sağ kolunu « yöneten » büyük askerin şanına katkıda bulunmalıydı. Ancak o zamanlar Stalin, Zukov'un 1941'de bizzat yaptığı hatalar hakkında sözde « hayallerini » kendisine rapor edenlere kulak vermeye henüz istekli değildi...
Peki, o zamanlar Berlin bizim için ne ifade ediyordu?
Valentin Falin: Berlin'e yapılan taarruz, Reichstag üzerindeki Zafer Bayrağı: bu sadece savaşın nihai mutabakatı değildi. Ve kesinlikle de propaganda operasyonu değildi. Ordu için düşmanın « inine » girmek ve böylelikle Rus tarihindeki en çetin savaşı bitirmek bir onur meselesiydi. Orduda, Sovyet halkına, Avrupa ve bütün dünya halklarına büyük acılar yaşatan faşist canavarın Berlin'de ortaya çıktığı söyleniyordu. Kızıl Ordu oraya Rusya, Almanya ve insanlık tarihinde yeni bir sayfa açmak için gelmişti...
45 baharında, Mart, Nisan ve Mayıs aylarında Stalin'in talimatıyla hazırlanan belgelerin ayrıntılarına girelim. Tarafsız bir araştırmacı, Sovyetler Birliği'ni canlandıran şeyin intikam duygusu olmadığına kendisini ikna edecektir. Sovyet hükümeti, o zamanki politikasını şekillendirirken, Almanya'ya bozguna uğratılmış bir devlet ve Alman halkına da savaşın başlamasından sorumlu halk olarak muamele edilmesi talimatını vermişti. Ama aslında hiç kimse, bu ülkenin mağlubiyetini ayrım gözetmeyen bir yaptırıma dönüştürerek onurlu bir gelecek için umutlarını kesmeyi planlamıyordu. Stalin 1941'deki tezini gerçekleştiriyordu: Hitler’ler gelip gider ama Almanya ve Alman halkı baki kalır.
Almanları, işgal edilen topraklarda geride bıraktıkları « yanmış toprağı » eski haline getirmek için katkıda bulunmaya zorlamak gerekiyordu. Ancak, Almanya'nın milli servetinin tamamı dahi ülkemize verilen zararı tam anlamıyla hafifletmek için yeterli olmayacaktı. « Alabildiğiniz ne varsa alın », « Almanların tedarikinin sorumluluğunu üstlenmekten kaçının », « mümkün olduğunca yağmalayın »: Stalin, onarımlardan sorunundan sorumlu Sovyet müzakerecilerine talimatlarını bu çok da diplomatik olmayan dilde verdi. Ukrayna, Beyaz Rusya ve Rusya'nın orta bölgelerinin yeniden inşasında da büyük ihtiyaçlar vardı. Bu bölgeler üretim kapasitelerinin beşte dördünü kaybetti. Almanlar, 80.000 km'lik demiryolu raylarını « burgu şeklinde sararak » dinamitledi, traversler dahi imha edildi. Düşünebiliyor musunuz, 80.000 km, 2. Dünya Savaşı'ndan önceki tüm Alman demiryollarının uzunluğundan daha da fazla!
Sovyet Komutanlığı'na sivil nüfusa yönelik, özellikle kadın ve çocuklara yönelik aşırılıkların durdurulması için kesin emirler verildi. Tecavüzcüler askeri mahkemelerde yargılandı.
Ancak Moskova aynı zamanda, Berlin'de ve Sovyet işgal bölgesinden yapılacak herhangi bir çıkışın, « hayatta kalanlar » ve « yenilemeyenler »e yönelik her türlü yıkıcı eylemin sert bir şekilde bastırılmasını talep etti. Kazananları arkadan vurmak isteyenlerin sayısı çoktu. Berlin 2 Mayıs'ta düştü, ancak « yerel olarak önemli çatışmalar » ancak on gün sonra sona erdi. Bonn'daki büyükelçiliğimizde çalışan İvan Zaitsev, bana şakayla karışık « her zaman diğerlerinden daha şanslı » olduğunu anlatıyordu. Savaş 9 Mayıs'ta sona erdi, ancak o Berlin’de 11'ine kadar sürdürdü. Berlin'de 15 ülkeye ait SS birlikleri Sovyet birliklerine direniyordu. Almanların yanı sıra Norveçli, Danimarkalı, Belçikalı, Hollandalı, Lüksemburgluların dışında daha başka hangi ülkelerden olduklarını varın siz tahmin edin!
Budapeşte ayrı bir konudur. Şimdi söz konusu olan Berlin’dir. O sırada orada olup biten her şey ve nasıl olduğu Sovyet komutanlığında büyük bir endişe kaynağı oluyordu. Şehir üzerinde denetimin sağlanması son derece karmaşık ve zor bir konuydu. Berlin yakınlarında, sadece Seelow tepelerini geçmek ya da ağır kayıplar vermek pahasına, uzun süreli bir savunma için düzenlenmiş yedi hattı kırmak gerekli değildi. Almanlar, Reich'ın başkentinin banliyölerinde ve şehrin ana arterlerinde tankları gömerek onları zırhlı koruganlara dönüştürmüştü. Birliklerimiz, örneğin, doğrudan şehir merkezine giden bir cadde olan Frankfurter Allee'ye çıkmayı başardığında, bize birçok cana mal olan yoğun bir ateşle...
Savaştan önce Frankfurter Allee'ye Adolf-Hitler-Strasse adı verilmemiş miydi?
Valentin Falin: Mayıs 1945'e kadar bu ismi vermişlerdi. Bu ara sokakta tüm kilit noktalara düşman tankları yerleştirilmişti. Mahkumların acımasızlığıyla, mürettebatları Sovyet piyadelerine, konvoylarımıza ve tanklarımıza çok yakından ateş ediyorlardı. Her şey, Wehrmacht'ın Stalingrad Savaşı'nı Berlin sokaklarında tekrarlamak niyetinde olduğunu gösteriyordu. Ama bu sefer Spree nehrinin kıyısında.
Bütün bunları düşündüğümde, bugün bile yüreğim sızlıyor ve acaba Berlin'i kuşatmak ve teslim olmasını beklemek daha iyi olmaz mıydı diye düşünüyorum? Bayrağı Reichstag'ın üzerine çekmek, lanetlenmesi zorunlu muydu? Bu yapıya yönelik saldırıda yüzlerce askerimiz öldürüldü.
Olay sonrası kazananları da, kaybedenleri de yargılamak gerçekten zordur. O zamanlar stratejik nedenler ağır basıyordu. Batılı güçler, Dresden'i enkaz haline getirerek, açıkça bombardıman uçaklarının kabiliyetini açıkça ortaya koyarak Moskova'yı sindirmeye çalışıyorlardı. Stalin ise, savaşın kaderinin gökyüzünde, su üzerinde değil ama karada belirlendiğini gösterecek şekilde, « Unthinkable » Harekatı yazarlarına Sovyet Silahlı Kuvvetlerinin tüm ateş ve vuruş gücünü sergilemek niyetindeydi.
Yine de, Berlin'in ele geçirilmesinin Londra ve Washington'un bir Üçüncü Dünya Savaşı başlatma hevesine kapılmasını engellediğini söyleyebilir miyiz?
Valentin Falin: Öyle ya da böyle, kesin olan bir şey var. Berlin Muharebesi, politik, psikolojik ve askeri rolünü yerine getirirken, birçok ateşli kafanın aklını başına getirmişti. Batı'daki pek çok kişi, 1945'in nispeten kolay bahar başarısı düşüncesiyle sersemlemiş durumdaydı. ABD’li zırhlı birlik komutanı General Patton bunlardan biriydi. Histeriye kapılmış bir durumda komutanından ABD birliklerinin Elbe'de durmamasını, savaşı tam olarak Hitler'in en büyük bozgunu yaşadığı yerde bitirmek üzere Polonya ve Ukrayna üzerinden Stalingrad'a doğru ilerlemesini talep etmişti. Aynı General Patton sizi ve bizleri « Cengiz Han'ın torunları » olarak nitelendirdi. Ancak Churchill de kullandığı ifadeleri seçerken çok da özenli davranmıyordu. Sovyetler ona göre sadece « barbarlar » veya « vahşi maymunlar »dan ibaretti. Kısacası, Almanların « Untermensch » teorisi üzerinde tekeli yoktu.
Roosevelt'in ölümü, ABD siyasetinde ani bir dönüm noktası oldu. ABD Kongresi'ne son mesajında (25 Mart 1945), başkan uyarıda bulunmuştu: Ya Amerikalılar Tahran ve Yalta kararlarına uygun olarak uluslararası işbirliğinin sorumluluğunu üstlenirlerdi ya da buna yeni bir küresel çatışma ile yanıt vereceklerdi. Truman, selefinin bir tür siyasi vasiyeti olan bu uyarıdan rahatsız olmamıştı. 23 Nisan'da Beyaz Saray'daki bir toplantıda, ilk defa öngörülebilir bir olasılık için politikalarını yüksek sesle dile getirdi: Almanya'nın teslim olması sadece birkaç gün meselesiydi. Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri'nin yolları artık birbirinden tamamen ayrılırken, çıkarların dengelenmesi konusu sinirleri zayıf olanların işiydi. « Pax Americana » her şeyin merkezinde olmalıydı.
Başka bir deyişle Truman, Moskova ile işbirliğini hemen dünyaya duyurarak kesmenin eşiğindeydi. Bu gerçekten de ABD askerlerinin başkaldırısı olmadan da olabilirdi. Bunun nedeni, Pentagon'a göre Sovyetler Birliği' ile ilişkilerinde bir kopuş yaşanması durumunda Japonya'yı tek başına dizlerinin üstüne çökertmek zorunda kalabilirlerdi ki, bu da ABD’ye bir, hatta iki milyon asker kaybına neden olabilirdi. Böylece Nisan 1945'te ABD ordusu, kendi gerekçeleriyle siyasi bir çığın oluşmasını engelledi. Ancak bunun çok uzun süre için olmayacağı doğrudur.
« Yalta'ya taarruz » adım adım gerçekleştirildi. Almanların Reims'te teslim olmaları hesaplanıyordu. Bu ayrı ilerleyiş, « Unthinkable » Operasyonu planına mükemmel bir şekilde uyuyordu. Berlin'in düşüşünden sonra askıya alınan müttefik işbirliğinin bir başka kanıtı, Eisenhauer ve Montgomery'nin eski Reich başkentindeki Zafer Geçit Törenine katılmayı reddetmesidir. Oysa Mareşal Zukov ile birlikte birliklerin geçit törenini izlemeleri gerekirdi.
Zafer Geçit Töreni'nin Moskova'da yapılmasının nedeni bu mu?
Valentin Falin: Hayır. Zafer Geçit Töreni planlandığı gibi yine de Berlin'de yapıldı, ancak Mareşal Zukov resmi geçidi tek başına izledi. Bu Temmuz 1945'teydi. Moskova'daki Zafer Geçit Töreni 24 Haziran'da yapıldı.
Viktor Litovkin: Uzmanlar şu veya bu tarihi olay hakkında en az iki şekilde yorum yaparlar. Bazıları, onları gerçekleştikleri zamanın bağlamından ayırmanın imkansızlığı ve dolayısıyla da bu zamanı dikkate alarak analiz etme ihtiyacında ısrar etmektedirler. Diğerleri, uzun zaman önce olanları ancak mevcut konumlardan hareket ederek derinlemesine ve doğru bir şekilde anlayabileceğini iddia etmektedirler. Bu konudaki düşünceleriniz nedir? 1945 Kırım Konferansı'nın sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Valentin Falin: Bana göre, herhangi bir uluslararası olay, özellikle de önemli olanlar, tarihteki yeri açısından analiz edilmelidir. Olaylar bağlamlarından, çimlendikleri ortamdan koparılmamalıdır. Bu olayların gerçek sonuçlarını ve onlardan beklenenleri unutmamak önemlidir. Bu anlamda Yalta Konferansı [1] ayrı bir öneme yere sahiptir. 1945 gibi erken bir tarihten itibaren ve tabii ki Soğuk Savaş sırasında bu konuda birçok değişim gerçekleşti. Bu değişimler hala geçerliliğini korumaktadır. Bugüne kadar varlıklarını korumuşlardır ve daha da çoğalmaktadırlar.
Bunları dışlamak ya da Yalta'da yaşananları değerlendirerek « tarihi yeniden yazmaya » çalışanların girişimlerini engellemek için, çoğunlukla ABD kaynaklarına, bu olayın birinci elden katılımcılarına özellikle de Roosevelt ve Dışişleri Bakanı Edward Stettinius’a atıfta bulunmak istiyorum.
Amerika Birleşik Devletleri'nin iş ve siyasi çevrelerinde önde gelen bir sanayici ve çok etkili bir yüz olan Edward Stettinius, Franklin Delano Roosevelt'in ölümüne (12 Nisan 1945) ve halefi Harry Truman'ın ABD başkanlığı görevini devralmasına kadar bu görevi sürdürdü. Yalta'da yaşananlara ilişkin, tanık olduğu ve o an itibariyle katılımcısı olduğu zengin ve değerli bilgiler içeren çok ilginç anılar bıraktı.
Edward Stettinius, faşist Almanya'nın günlerinin sayılı olduğu ve Sovyetler Birliği'nin militarist Japonya'ya karşı savaşma sözü verdiği bir dönemde, Tahran ve İkinci Cephe'nin açılmasından sonra üç büyük güç arasında bir güven atmosferi oluştuğunda, Yalta'nın Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ve kısmen Büyük Britanya arasındaki işbirliğinin doruk noktası olduğuna inanıyordu. Amerikalılar ve müttefikleri için bir sorun ortaya çıktı: Savaştan sonra barış nasıl teminat altına alınacaktı? 2. Dünya Savaşı gibi felaketlerin imkansız olacağı bir dünya nasıl yaratılacaktı?
Edward Stettinius'un sözlerine atıfta bulunarak, Yalta'da alınan kararların çoğunun, bizim değil, ABD’nin planlarına dayandığını söylemeliyim. Örneğin, Dışişleri Bakanının işaret ettiği gibi, sonuç bildirisi tamamen bir Amerikan projesidir. SSCB, üzerinde hiçbir değişiklik yapmamıştır; Stettinius'a göre İngiltere, özü itibariyle üslupla ilgili uyarılarda bulunmakla yetindi. Bazılarının « Stalin'in Roosevelt'e üstünlüğünü kabul ettirdiği » ya da « onun hastalığından yararlandığı » iddialarının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur.
Roosevelt, Kırım toplantısının gerçekleştiğini görmeye neden bu kadar hevesliydi, Stalin'in savaş sonrası dünyayı nasıl inşa edeceğine dair endişelerini neden bu kadar anlayışla karşılıyordu?
Valentin Falin: Roosevelt, Haziran 1942'de Washington toplantısında Molotov'a sunduğu, savaş sonrası dünyanın silahsızlanmasını öngördüğü yolundaki düşüncelerini defalarca yineledi. Bu konuda « üç dört polisin dünyası » ifadesi o zamandan beri ortalıkta dolaşmaya başladı. Roosevelt'e göre, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği, İngiltere ve belki de Çin silahlı kuvvetlere sahip olabilirdi ve hatta bu güçlerin bile sınırlı olması gerekiyordu. Diğer ülkeler, saldırgan olanlar –Almanya, Japonya ve İtalya– olduğu kadar, onların uyduları da tamamen silahsızlandırılmış olmalıydı. Yine başka ülkeler de, hatta Hitler karşıtı koalisyonun parçası olan Fransa, Polonya, Çekoslovakya'nın da silahsızlandırılması gerekiyordu, çünkü Roosevelt'in tezine göre, « sağlıklı bir dünya ekonomisiyle silahlanma yarışı uyumsuzdur ».
Üç ya da dört devlette varlığını sürdürecek olan silahlı kuvvetler, Roosevelt'e göre, yalnızca genel bir mutabakatla ve hiçbir zaman bu güçlerden birine karşı kullanılamazdı. Amerika Birleşik Devletleri başkanının vurguladığı gibi, bu silahlı kuvvetler yalnızca olası yeni bir savaşı veya saldırganlığı önlemek için görev yapacaklardı.
Roosevelt, elbette, silahlanma yarışı saldırganlığa neden olduğu, saldırganlığın başlangıcı olduğunda ve istatistikler kanıtladığı üzere, silahlanma yarışının, on vakanın yedi veya sekizinde bu saldırganlığı, bu savaşı tek başına tetiklediği Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı deneyimine dayanıyordu. Neredeyse hiç silahlanma yarışı olmadan çatışmaların başlamış olması çok nadir bir durumdur. Tarih de ayrıca bize bunun kanıtlarını sunmaktadır...
Kusura bakmayın, tam olarak anlamadım. Roosevelt'in saf olmadığı ve Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında, Komünist ideoloji ve eğer isterseniz, demokrasi ideolojisi, ilkeleri ve pratiği, arasındaki temel çelişkilerden habersiz olamayacağı açıktır, çünkü bu taban tabana zıt iki amaç arasındaki birlik ancak geçici olabilir ve asla kalıcı olamaz. O halde neden gelecekteki dünyayı silahsız olarak hayal ediyordu? Bu tamamıyla bir ütopya değil miydi?
Valentin Falin: Roosevelt saf bir politikacı değildi. I. Dünya Savaşı'nda Birleşik Devletler Deniz Kuvvetleri Bakan Yardımcısı olarak görev yapmış bir askerdi. Ve Amerikalıların bu çatışmaya İtilaf Devletleri ile birlikte girdiğini unutmamalıyız. Orada, Roosevelt, Birleşik Devletler'in yirminci yüzyıl boyunca gelişmesinin karakteristik özelliği olarak kalan hegemonya mayasından yoksun olmayan bir deneyim kazanmıştı.
Öte yandan Roosevelt, Stalin'in gerçekte kim olduğunu çok iyi anladı. Dogmatik bir Marksist-Leninist kisvesi altında, aslında kemiklerinin iliğine kadar sadık bir pragmatist olduğunun gayet bilincindeydi. Stalin için ideoloji, eğer isterseniz, sadece bir örtü, bir kamuflajdı. Ve Amerika Birleşik Devletleri –Churchill, Roosevelt ve hatta Hitler'in ifadeleri bunu doğruluyor– Stalin'i bir Komünist olarak görmüyordu. İdeoloji sorunu bu haliyle halk için bir anlam taşıyordu, ancak konu tarihsel, temel bir karar almaya geldiğinde, her zaman arka plana itiliyordu. Roosevelt'in Stalin'i Tahran'da nasıl karşıladığını biliyor musunuz?
Hayır.
Valentin Falin: « Demokratik ailemizin yeni üyesini selamlıyoruz! » Konferansı açarken Stalin'e yönelik sarf ettiği sözler bunlar. Bu anlamda Roosevelt, Churchill'e daha eleştirel bir gözle bakıyordu. Özellikle de onun şu ya da bu nedenle herkese karşı silah kullanma eğilimi Roosevelt’in işine gelmiyordu. Özellikle, İngiliz işgal birliklerine boyun eğmek istemeyen Yunan direnişçileri arasında çok sayıda can kaybına neden olan İngiliz birliklerinin aşırıya kaçan vahşetine karşı belirgin şekilde olumsuz bir tutum benimsedi. Yunan direnişçileri aslında İngilizler gelmeden önce ülkelerini özgürleştirmişlerdi ve Londra'nın dayattığı bir kralın tahta çıkmasını görmek değil, bir demokratik rejim kurmak istiyorlardı.
Bütün bunları bilerek, ideolojik klişeleri çok dikkatli kullanmalıyız.
Roosevelt, Sovyetler Birliği'ni tanımadan önce 1930'ların başında sosyalist fikirlerle ilgileniyordu. Valiliği süresince bu konuda tartışmalar düzenleyen çevreleri yakından takip ediyordu. Birleşik Devletler’in böylesine « kışkırtıcı » davranan tek başkanıydı. Ancak onun gözünde Stalin ve ülkemiz için dönüm noktası, 1930'ların ortalarında ülkemizde « örnek davalar »ın başlamasıyla yaşandı. Bunun üzerine Sovyet hükümetine karşı tavrını değiştirdi.
« Sovyetler Birliği ile Finlandiya arasındaki kış savaşı » olarak adlandırılan şeyin patlak vermesinin ardından, Aralık 1939 ve Ocak 1940'ta SSCB ile diplomatik ilişkileri kesme gerekliliğini, Sovyetler Birliği'ni tanıma kararını yeniden gözden geçirmeyi sorguladı ve Kerensky ile sürgünde bir Rus hükümetinin kurulması için görüşmeler yaptı.
Tüm bu yönleri dikkate alırsak, istisnai öneme sahip diğer gerçekleri, özellikle de 1940'ın başında, Roosevelt’in Finlandiya'ya yardım etme gerekçesiyle Nazi Almanya'sını, Faşist İtalya'yı ve tüm Batı demokrasilerini bir araya getirecek Sovyet karşıtı bir ortak cepheyi oluşturma yolundaki girişimlerini (bu proje başarısız oldu çünkü Almanlar Fransa'ya saldırmaya karar verdi; Washington bu konuda bilgilendirildi ve proje geri çekildi) bir kenara bıraksam da, Roosevelt'in bir siyah beyaz portre olarak ele alınmaması ve liberal, Sovyetler Birliği aşığı olarak görülmemesi gerektiğini görebiliriz...
Hayır, Amerika Birleşik Devletleri'nin ekonomik gücünün, vurucu güçlerinin yokluğunda bile, dünyadaki lider rolünü güvence altına almak için yeterli olduğuna inanan, ağırbaşlı ve anlayışlı bir siyasetçiydi. Birleşik Devletler'in gezegendeki tüm endüstriyel üretimin % 60 ila % 70'ini oluşturduğunu hatırlayalım.
Washington dünyanın maliyesini ve dünya ticaretini kontrol ediyordu. O dönemden başlayarak, 1943'te kabul ettiği, büyük petrol yataklarını, tüm parçalanabilir ve diğer malzeme kaynaklarını denetim altına alma planını gerçekleştiriyordu. Eğer bunu anlamazsak, sonrasında olan bitenlerle ilgili hiçbir şey anlayamayız.
Edward Stettinius şöyle yazıyor: 1942'de Birleşik Devletler felaketin eşiğindeydi. Ruslar Stalingrad'da sağlam durmasaydı, Volga Savaşı Hitler'in düşündüğü gibi bitmiş olsaydı, Büyük Britanya'nın Reich tarafından fethi ve tüm petrol kaynaklarıyla birlikte Afrika ve Orta Doğu’nun tamamını denetimi altına alması ve ABD için yol açacağı feci sonuçlarla birlikte Latin Amerika’nın fethi ile sonuçlanırdı. ABD’liler, II. Dünya Savaşı sırasındaki beklentilerini böyle görüyordu. Stalin ile birlikte hareket etme Roosevelt için kesinlikle tesadüf değildi.
1945'te Amerikalılar Yalta'ya geldiğinde, Roosevelt hâlâ aşağıdaki olayların etkisindeydi:
a) Ardenler Muharebesi'nde Almanların ABD ordusuna dayattığı yenilgi;
b) Doğu'da erken bir saldırı başlatarak ve böylece Nazileri bu operasyona katılan güçlerinin üçte birini Batı'dan çekmeye zorlamasıyla onları kurtaranın Stalin olması.
Ve nihayet, Churchill'in Anglosaksonların bir şekilde Almanya ile hesaplaşacağı ve Rusları Vistula’da bir yerlerde, en kötüsü Oder’de durdurarak terk edeceğine dair vaatlerini anladı. Bu pratik bir politika değil, saf fanteziydi. Dolayısıyla savaş sonrası dünyanın görünür ve öngörülebilir olması, ABD üzerine çöken tehditleri taşımaması ama en azından bir şekilde demokrasi, insani ve toplumsal adalet hakkındaki fikirlerine (Roosevelt) yanıt vermesi için Rusya ile ilişkileri koparmamak ve onunla işbirliği yapmaya devam etmek daha uygundu.
Ama Yalta Konferansı'na geri dönelim. Burada onaylanan Birleşmiş Milletler’i yaratma fikri kime aitti? Savaş sonrası dünyayı Curzon Hattı boyunca etki alanlarına bölmeyi kim önerdi? Polonyalılar ve Baltık bölgesi halkları, bugüne kadar hep Stalin'i bununla suçlamadılar mı?
Valentin Falin: BM fikri Roosevelt'e aittir. İlk olarak Tahran'da dile getirilmiştir. Yalta'da biçimlendirilmiştir. Stalin, bu örgütün genel merkezinin New York'ta olması konusunda ısrarcıydı. Neden mi? Milletler Cemiyeti'ni anımsıyor musunuz? Amerikalılar başlangıçta bu girişimi desteklediler, ancak nihayetinde onaylamadılar ve bu nedenle Milletler Cemiyeti'ne dahil olmadılar. Stalin, Amerika Birleşik Devletleri'nin örneğin « dün, açıkçası ondan yanaydık, ama bugün » diyerek aynı numarayı oynayabileceğine inanıyordu... Ve örgütün merkezinin Atlantik’in öte tarafında olmasını önererek, o bunun Amerikalıların uluslararası işbirliğinden kaçınmamasını engelleyeceğini umuyordu.
Oysa ABD basınının Yalta Konferansı'na verdiği genel tepkiler çok olumlu ve hatta Roosevelt için övücüdür. Churchill'in Londra'dan yüreklendirdiği oldukça eleştirel yorumlar olduğu doğrudur. Bunların yazarları, Sovyetler Birliği ile işbirliğinin sona ermesini ediyor, ABD'nin küresel egemenliğini savunuyordu. Hatta Maure gibi « SSCB işini yaptı, artık gitme zamanı geldi » bile deniliyordu.
Başkan Roosevelt, 25 Mart 1945'te Kongre'deki son mesajında Londra'dan gelen bu görüş ve açıklamaları akılda tutarak, şu noktayı vurguluyordu (alıntılıyorum): « Amerika Birleşik Devletleri'nin ve tüm dünyanın gelecek nesillerinin kaderi Tahran ve Yalta'daki müttefikler arasında varılan anlaşmaların vicdani bir şekilde uygulanmasına bağlıdır ». Ve burada, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı uyardı, « Amerikalıların ortalama bir çözümü olamaz. Uluslararası işbirliğinin sorumluluğunu üstlenmeliyiz, aksi takdirde yeni bir küresel çatışmanın sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalırız » diyerek uyarıyordu.
Yine Mart ayında –ve bunu doğrulayan belgeler de mevcuttur– Sovyet karşıtlığıyla nam salan Hull'un yerini alan Stettinius'un yönetimindeki Dışişleri Bakanlığı'nda, devam eden « sözde Yalta anlaşmaları »na ilişkin görüşler işitiliyordu. Hatta bazı yetkililer, bunların önemini küçümsemeye çalışarak, onları « basit açıklamalar » şeklinde adlandırıyorlardı. 23 Nisan'da iktidara gelen ve Amerikalıların atom bombasını geliştirdiğinin henüz farkında olmayan Truman'a gelince, Ruslarla artık işbirliği yapmayacağız, artık yeni bir aşamaya geçme zamanı gelmiştir, diyordu. Kendine hedef olarak « Yalta’yı silmeyi » belirledi.
Churchill'in o sırada ne yaptığını size hatırlatabilirim. Konunun uzmanları, Ocak ayında müttefiklere sağladığımız, onları daha fazla karışıklıktan kurtaran yardımlar için teşekkür etmek ve zaferi « asla kaybolmayacak » silahlı kuvvetlerimizi yüceltmek için Stalin'e gönderdiği övgü dolu mesajları hatırlayacaktır. Bunun tamamı Churchill'in kaleminden çıkmıştı. 23 Şubat 1945’te Kızıl Ordu Günü tebrik mesajını okuyun. Yine aynı dönemde, Alman silahlarının ele geçirilmesi ve Sovyetler Birliği ile bir çatışma çıkması durumunda kullanmak üzere depolanması için emir verdi. Mart 1945'te, kurmaylarına Sovyetler Birliği'ne karşı Büyük Britanya, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Polonya Sefer Kuvveti ve Alman kuvvetleri ile bir operasyon hazırlamalarını emretti.
İngilizlerin elinde, savaşın son aşamasında Batılı müttefiklere kendi rızaları ile teslim olan on Alman tümeni vardı. Resmi olarak silahsızlandırılan ancak dağıtılmayan bu tümenler, Schleswig-Holstein'da her gün eğitim yapıyorlardı. Öngörü olarak Doğu’daki yeni « istismarlar » başarılarını da unutmamalıyız. Yeni savaşın başlangıcı 1 Temmuz 1945 olarak belirlenmişti.
Ancak sadece İngilizlerin bu şekilde davrandığını ve ABD’lilerin müttefik olarak taahhütlerine sadık olduğunu düşünmekle hata yapmış oluruz. Amerika Birleşik Devletleri Zırhlı Kuvvetleri komutanı General Patton, Washington, Moskova ve Londra arasında kararlaştırılan sınır çizgisinde durmayı kabul etmiyordu ve Stalingrad'a kadar devam etmek istiyordu. Komünistlerin veya Sovyetler Birliği'nin değil, « Cengiz Han'ın torunlarına » işini bitirmek!
Churchill, « Rus barbarlarını ne kadar doğuda durdurursak o kadar iyi » olduğuna inanıyordu. Aklında ikinci cephe'nin açılışı olan Overlord planını « devre dışı bırakacak » gizli bir plan, Ranken planı vardı. Oysa Ranken planı uyarınca Anglosaksonlar, Almanların desteğiyle, sadece Berlin, Hamburg'un değil, aynı zamanda Varşova, Prag, Budapeşte, Viyana, Bükreş, Sofya ve Belgrad’ın da denetimini ele geçirmeliydi.
Bütün bunlar belgelenmiştir ve hiçbir şeyin değiştirilmesi mümkün değildir. Ve ortaklarımız hedeflerine ulaşamadıysa, bunun nedeni istemedikleri için değil, Sovyetler Birliği ve her şeyden önce silahlı kuvvetlerimizin bunu yapmalarına engel olmasıydı.
Yalta anlaşmasıyla ilgili yalan ve çirkin sözler, bu anlaşmanın ana mimarı Franklin Roosevelt'in anısına bir hakarettir. Kongre'ye verdiği mesaj –ki daha önce aktarmıştık– tüm dünyanın ve Birleşik Devletler'in neye ihtiyacı olduğunu, adalet ideallerinin zafere ulaşması, bu türden yeni savaş ve felaketlerin önlenmesi için neyin başarılması gerektiğini bildirdiği siyasi bir vasiyetti. Kırım mutabakatına uyulması, dünya için bir fırsat olacaktı. Ne yazık ki bundan yararlanmasını bilemedik.
Ancak, Yalta'da dünyayı Curzon Hattı boyunca etki alanlarına göre bölme fikrinin arkasında kimin olduğu sorusunu hala yanıtlamadınız.
Valentin Falin: Etki alanı yoktu. Curzon Hattı fikri, 1919 yılına, İngiltere, Fransa ve ABD'nin katıldığı bir konferansa kadar uzanıyor. Bu ülkeler, topraklarını ağırlıklı olarak Ukraynalı, Belaruslu veya Polonyalı nüfus arasında paylaşarak, bu çizgiyi etnik ilkeye dayalı bir şekilde « üçü birlikte » çizdiler. Bu hat, Eylül 1939'da etki alanlarını değil, Stalin ile Hitler arasındaki çıkar alanlarını sınırlandırıyordu.
İngilizler, SSCB ile görüşmelerinde Curzon Hattının Lvov'un Doğusundan geçtiğini iddia ediyorlardı. Ancak temsilcilerimiz müzakere masasına, hattın gerçekte nereden geçtiğini gösteren haritayı koydu. Sorun bir daha da gündeme gelmedi. Savaş sırasında olduğu kadar, sonrasında da Polonyalılarla iyi komşuluk ilişkileri kurmaya çalıştığımız bir dönemde bu meşhur hattı değiştirdik. Onlara bazı şeylerin istediğiniz gibi olması bizim için sorun değil, ancak genel olarak bu hatta bağlı kalacağız diyebilmemiz için Bialystok (Bielostok) da dahil olmak üzere bazı bölgeleri, kasabaları geri verdik.
Ve Stalin, Roosevelt ile bu hat üzerinde müzakere ederken, Polonya'da bir uydu hükümet kurmaktan söz etmiyordu. Polonya'nın komşusuna dostça davranan bir hükümet tarafından yönetilmesiyle ilgileniyoruz ve Polonya'nın . Napolyon döneminde, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında olduğu gibi Rusya'ya saldırmak için kullanılacak bir kez daha köprübaşı veya koridor haline gelmesini istemiyoruz, diyordu.
Ancak Yalta'da, SSCB'ye girişleri ABD tarafından hiçbir zaman tanınmayan Baltık ülkelerinden de söz edildi.
Valentin Falin: Baltık Ülkelerinin sorunu ayrı bir konudur. Litvanya, Letonya ve Estonya, henüz Sovyetlere dahil olmadıkları bir dönemde Rusya'dan koparılmışlardır. Bu ülkeler Almanlar tarafından işgal edildi. Bu devletlerin başındaki kukla hükümetler, beklendiği gibi, Alman himayesi altına alınmayı talep ettiler. Tüm bunlar Eylül 1917'de gerçekleşti. Ve Ekim Devrimi patlak verdiğinde, bu ülkelerde Sovyetlere çok yakın olan ya da tam anlamıyla Sovyetik olan hükümetler –bu tamamen bir tarihsel gerçektir!– Baltık ülkelerinde konuşlanmış Alman birliklerini kısa sürede ezdiler.
Versay Antlaşması'na göre Alman birliklerinin Kayzer Almanya'sının bir parçası olmayan bölgelerden çekilmeleri gerektiğine dikkatinizi çekerim. Oysa müttefikler, Almanları bir teminat olarak Finlandiya, Litvanya, Letonya ve Estonya'da birliklerini bırakmaya zorladılar, bu ülkelerde iktidarın « ayak takımının » eline geçmemesi gerektiğini, bu iktidarın Müttefiklerin işine gelenlerin elinde olacağını söylüyorlardı.
1921'de Pilsudski, Kiev'e karşı Fransızların hazırladığı İngilizlerin katılımıyla bir saldırı başlattı. İlerleyişini Moskova'ya kadar sürdürmesi bekleniyordu. O dönemde Batı’daki demokratlar, Almanlara şu çözümü dayatmak istiyorlardı: Almanlar, Baltık ülkelerinden hareketle Petrograd'a saldırı başlatacak kuvvetlere izin verecekti. Resmi olarak, bu harekatı düzenleme emri General Avalov'a verildi, ancak harekat gerçekte Alman generaller tarafından yürütülecekti.
Ama Almanlar nasıl bir maceraya sürüklemek istediklerini çabuk anladılar ve hayır dediler. Bu nedenle Pilsudski'nin kuzey desteğinden yoksun operasyonu başarısız oldu. Baltık ülkelerinin gelecekte her türlü maceraya atılmalarını engelleyen 1921 Riga Barış Antlaşması bu bağlamda imzalandı. Onların bağımsızlıklarını kabul ettik. Amerikalıların Litvanya, Letonya ve Estonya'nın bağımsızlığını iki yıl sonra tanıdığını unutmayın. Daha önce, « birleşik ve bölünmez » bir Rusya'nın kurmayı öngören Kolçak'ı ve Beyaz Muhafızların diğer önde gelen temsilcilerini desteklediler. Belli bir döneme kadar Baltık ülkelerinin egemenliği onları hiç ilgilendirmedi.
Ancak ABD'nin savaştan sonra Litvanya, Letonya ve Estonya'nın SSCB'ye bağlanmasını neden kabul ettiğini anlamıyoruz?
Valentin Falin: Bunu asla kabul etmediler. Bu sorun Yalta konferansında gündeme getirilmedi. Galiba Tahran'da yaptıkları bir görüşmede Roosevelt, Stalin'e savaştan sonra Baltık ülkelerinde referandum yapmayı önerdi. Bu ülkelerin SSCB içerisinde kalmayı istemeleri durumunda, Amerika Birleşik Devletleri yeni statülerini tanımaya söz verdi. Bildiğim kadarıyla Stalin buna şu yanıtı verdi: Zaten bir referandum yapıldı, neyin yeniden icat edilebileceğini bilemiyorum.
1942'den beri Roosevelt, Stalin ile özel bir diyalog kurmaya çalışıyordu. Ve orada, liderlerimizin ciddi bir hesap hatası yaptığını düşünüyorum. Birleşik Devletler Başkanı'nın danışmanı Harry Hopkins'in söylediklerini dikkate alırsak Stalin, Roosevelt'in Sovyetler Birliği'nin meşru çıkarlarına boyun eğmeye ne kadar hazırlıklı olduğuna şaşırırdı.
Ancak Stalin farklı bahaneler öne sürerek bu görüşmeden kaçındı, üçlü olarak görüşme tercih edildi, bunların temsilcileri arasında bir görüşme yapılmasını önerdi. 1943'te bunun bir açıklaması olabilirdi: Stalin küçük bir felç geçirdi ve birkaç ay çalışamadı ama bundan kimse haberdar değildi. Churchill'in çeşitli kanallar üzerine Stalin'e ulaştırdığı yanlış bilgiler de bunda önemli bir rol oynadı. Sözde Churchill Amerikalılara zaten Litvanya, Letonya ve Estonya'yı da kapsayan SSCB’nin 1941 yılındaki sınırlarını tanımasını önermişti, ancak Amerikalılar buna sürekli olarak karşı çıkıyordu.
Amerikalılar bunu Baltları çok sevdikleri için değil, Roosevelt'in seçmenleri arasında Litvanyalı, Letonyalı ve Estonyalı göçmenlerin oranının önemsiz olmadığı için reddetti. Ve seçimde onların oylarına ihtiyacı vardı. Bu değerlendirmeler onu, tabiri caizse dizginliyordu.
Yalta Konferansı'nın ana çıktısı nedir? Altmış yıldır dünya savaşları olmadan yaşamamız gerçeği değil mi? Ve bugünün siyasetçileri için Yalta'dan çıkarılacak dersler sizce nedir?
Valentin Falin: Bu soruları yanıtlamadan önce, bana göre önemli olan, bugüne neredeyse hiçbir yazılı izi kalmayan Kırım müzakereleri hakkında bir ayrıntı daha vermek istiyorum. Roosevelt, Stalin'e ülkenin savaş sonrası toparlanması için 4,5 milyar dolarlık bir kredi sözü verdi. Neden mi? Başkan, Stalin hakkında kendisine söylenen her şeye rağmen –yani dogmatik bir komünist, iliğine kadar sosyalist biri olduğu– Amerikalılara çok sayıda taviz, yatırımlara yönelik istisnai koşullar önerdiğini, SSCB’de piyasa ekonomisi fikrini düşündüğünü biliyordu. Ve bunun gerçekleşmemesinin nedeni Roosevelt’ten sonra görevi Truman’ın almış olmasıydı. Aynı başkan, Potsdam konferansından sonra ABD'ye dönünce, Eisenhower'a Sovyetler Birliği'ne karşı bir nükleer savaş planı olan Totality Planı'nı hazırlamasını emretti.
Bu planın ilk sürümü Aralık 1945'te çoktan hazırdı. Sonra sıra, Sovyetler Birliği'nin on iki eyalete bölünmesini sağlayan Drop Shop ve diğerleri de dahil olmak üzere, her biri kendi başına ekonomik ve savunma hedeflerine ulaşamayacak olan başka birçok plan hazırlandı.
Ancak Kırım Konferansı'nın küresel erişiminden bahsetmemiz gerekirse, bence Yalta, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nde yazılı olduğu gibi, savaşın insanlığın hayatından tamamen dışlanması olmak üzere, İsa'nın doğumundan bu yana, yazılı tarihinin başlangıcından bu yana insanlığa sunulan en iyi şanslardan biri olmuştur. Bu şans değerlendirilememiştir. Ve bunun böyle olmasının baş sorumlusu Washington'dur.
Truman’ın ilk dışişleri bakanı Burns, Aralık 1945’te Moskova Dışişleri Bakanları Konferansı’nda Stalin ile görüştü. 30 Aralık'taki televizyon konuşmasında şunları söyledi: Stalin ile yaptığım görüşmelerden sonra, Amerikalıların öngördüğü şekliyle adil bir barışın mümkün olduğunu anladım. 5 Ocak'ta Truman ona şu mektubu gönderdi: « Söylediklerin hezeyandan ibarettir. Sovyetler Birliği ile herhangi bir uzlaşmaya ihtiyacımız yoktur. Asıl ihtiyacımız olan ideallerimizi % 80 oranında karşılayacak olan Pax Americana'dır ».
5 Ocak 1946, Soğuk Savaş'ın resmi başlangıcı olarak kabul edilebilir. Ve neyle sonuçlandığını çok iyi biliyorsunuz.
İşte Yalta Konferansı'ndan çıkartmamız gereken başlıca ders: Makul bir yaklaşım benimsemiş olsaydık ve o zaman uluslararası toplumun tüm üyelerinin çıkarlarını karşılayan bir barış inşa etme arzusunu ortaya koymuş olsaydık, herkese uyan bir çözümü çok daha erken bir dönemde bulmamız mümkün olabilirdi. Ve bugün bunu yapmak artık çok daha zordur. Dünya silahlara boğulmuş durumda. Ve pek çok şey, ister dünyevi kökenli olsun ister olmasın öngörülemeyen koşullara bağlıdır.
... ABD’ye ait B-52'lerden her biri 25 megatonluk dört H bombası taşıyordu. Bu, uçak başına toplam 100 megaton anlamına gelmektedir. Bu uçaklar üç arıza geçirdi. Hatta bunlardan biri t Chicago yakınlarında yere çakıldı. Bir bombadaki on iki güvenlik sigortasından on biri çalışmadı. On ikinci unsur olan son düzenek da çalışmamış olsaydı dünyanın hali ne olurdu?
Bugün dünyanın kendisini kaç kez küresel felaketin eşiğinde bulduğunu hesaplayabiliriz. Sadece üstün bir akıl insanlığı ve Dünya üzerindeki biyolojik yaşamı kendi kendini yok etmekten korumuştur. Bu nedenle, dünyanın tüm Devletleri, attıkları büyük ya da küçük adımların her birinin dünyayı her bakımdan daha az tehlikeli, ve tabii ki daha adil ve birleşik hale getirmesini sağlamalıdır.
Viktor Litovkin
[1] Fransa, Yalta Konferansı'nda temsil edilmedi. Bu anlaşmalar, Charles De Gaulle tarafından şiddetle kınandı. Editörün Notu.
Voltaire İletişim Ağı'nın www.voltairenet.org sitesinde yayınlanan Rus tarihçi Valentin Falin ile 3 bölümden oluşan Fransızca mülakattan Türkçeye çevrilmiştir.
Tarih, gerçekliği ve efsaneleri daimi siyasi bahislerdir. Valentin Falin, Rus bakış açısıyla Batı kamuoyunun çoğunlukla bilmediği bir İkinci Dünya Savaşı okuması sunmaktadır:
Birinci bölüm:
İkinci Dünya Savaşı 1943’te sona erebilirdi
2nci bölüm:
Kızıl Ordu Berlin’i ele geçirmeseydi...
3ncü bölüm :
Yalta Konferansı’nın sunduğu fırsat anlaşılmadı