ABD kültürel savaşı nasıl yürütüyor?
Egemen sınıfın gücüne meydan okumayan tuhaf teorilerin desteklenmesine hizmet eden üniversiteler ve aydınlar. ABD savaşlarını hoş göstermek için finanse edilen Hollywood filmleri ve TV şovları. Bazı bilgileri aktarıp bazılarını ballandırmak için CİA ajanlarının sızdığı medya kuruluşları...
ABD, hegemonyasını kurma savaşının sadece savaş uçaklarıyla yürütülmediğini uzun zamandır anlamış durumda. Bu etkileyici mülakatta, Eleştirel Teori Atölyesi'nin yöneticisi ve Pensilvanya'daki Villanova Üniversitesi'nde felsefe profesörü olan Gabriel Rockhill, Amerika Birleşik Devletleri'nin kalpleri ve zihinleri fethetmek için nasıl kültürel bir savaş yürüttüğünü anlatıyor. Bütün bunlarla birlikte bu durum, solun yanlış yönlendirilmesi, wokizmin ve anti-wokizmin ortaya çıkışı, ifade özgürlüğü, faşizmin yükselişi ve hatta Batı ülkelerinde demokrasi kavramıyla daha da anlamlı hale geliyor. Harika bir tahlil.
Zhao Dingqi: Soğuk Savaş sırasında Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CİA) « kültürel Soğuk Savaş »ı nasıl yürüttü? CİA Kültürel Özgürlük Kongresi hangi faaliyetleri gerçekleştirdi? Etkisi neydi?
Gabriel Rockhill: CİA, diğer devletlerin istihbarat örgütleri ve büyük kapitalist şirketler tarafından desteklenen vakıflarla birlikte, komünizmi denetimi altına almayı ve nihayetinde onu geriletip yok etmeyi amaçlayan çok yönlü bir kültürel Soğuk Savaş yürüttü. Bu propaganda savaşı uluslararası nitelikteydi ve birçok farklı boyutu içeriyordu. Burada sadece birkaçına değinmekle yetineceğim. Bununla birlikte, geniş kapsamına ve kendisine ayrılan kayda değer kaynaklara rağmen, bu savaş boyunca pek çok muharebenin kaybedildiğini başından belirtmekte fayda var. Bu çatışmanın bugün nasıl devam ettiğini gösteren yakın tarihli bir örnek vermek gerekirse, Raúl Antonio Capote, 2015 yılında yazdığı kitabında, Küba'da aydınları, yazarları, sanatçıları ve öğrencileri hedef alan istikrarsızlaştırma kampanyalarında CİA adına yıllarca çalıştığını ifşa etti. « Şirket » olarak bilinen hükümet kurumu, kirli oyunlar vaat ederek Kübalı profesörü sinsice devşirmişti. Ancak Capote kendine güvenen casus şeflerini hedef aldı: O, Küba istihbaratı için gizlice çalışan çift taraflı bir ajandı[1]. Bu, CİA'in, çeşitli zaferlere rağmen, nihayetinde kazanması zor bir savaş yürüttüğünün birçok işaretinden yalnızca biridir. CİA, dünya nüfusunun ezici çoğunluğuna düşman bir dünya düzeni dayatmaya çalışıyor.
Kültürel Soğuk Savaş'ın en önemli parçalarından biri, kendisini 1966'da CİA’nin yüzlerinden biri olarak ortaya koyan CCF'ydi (Congress for Cultural Freedom - Kültürel Özgürlük Kongresi)[2]. Hugh Wilford bu konuyu kapsamlı bir şekilde araştırdı ve CCF'yi dünya tarihinde sanat ve kültürü himaye eden en büyük kurumlardan biri olarak tanımladı[3]. 1950'de kurulan CCF, uluslararası sahnede Raymond Aron ve Hannah Arendt gibi işbirlikçi akademisyenlerin çalışmalarını, başta Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir olmak üzere Marksist rakiplerine karşı destekledi. CCF'nin otuz beş ülkede ofisleri vardı, yaklaşık 280 çalışandan oluşan bir orduyu seferber etti, dünya çapında yaklaşık elli saygın dergiyi yayınladı ya da destekledi ve çok sayıda sanatsal ve kültürel serginin yanı sıra uluslararası konserler ve festivaller düzenledi. Varlığı süresince en az 38 kurumla işbirliği yaparak 135 kadar uluslararası konferans ve seminer düzenlemiş veya bunlara sponsor olmuş ve en az 170 adet kitap yayınlamıştır. « Forum Service » adlı basın servisi, maaşlı aydınlarının raporlarını dünya çapında on iki dilde ücretsiz olarak dağıtarak altı yüz gazeteye ve yaklaşık beş milyon okuyucuya ulaştı. Bu geniş küresel ağı, müdürü Michael Josselson mafyayı hatırlatan bir ifadeyle – « bizim büyük ailemiz » – olarak adlandırmıştır. CCF'nin Paris'teki genel merkezinde anti-komünist aydınların, sanatçıların ve yazarların seslerini duyurmak için uluslararası bir yankı odası vardı. 1966'da bütçesi 2.070.500 dolardı, bu da 2023 itibariyle 19,5 milyon dolara denk geliyor.
Bu arada Josselson'un « büyük ailesi », CİA'den Frank Wisner'in « güçlü Wurlitzer » (bir zamanlar çok moda olan bir elektrikli piyano ve müzik kutusu markası) olarak adlandırdığı ailenin yalnızca küçük bir bölümüydü: bu uluslararası müzik kutusu Şirketin denetimi altında medyatik ve kültürel programlar üretiyordu. Bu psikolojik savaşın devasa kapsamına ilişkin bazı örnekler: Carl Bernstein, 1952 ile 1974 yılları arasında en az yüz Amerikalı gazetecinin CİA adına gizlice çalıştığını ortaya koyan kapsamlı kanıtları bir araya getirdi[4]. Bu ifşaatların ardından New York Times, üç ay süren bir soruşturma yürüttü ve CİA'nın « medya dünyasından 800'den fazla kişi ve kuruluşu bünyesine dahil ettiği » sonucuna vardı[5]. Bu mülakatların her ikisi de tahlil ettikleri aynı ağlarda faaliyet gösteren gazetecilerin oluşturduğu yerleşik çevrelerde yayınlanmıştır, dolayısıyla bu tahminlerdeki sayıların gerçekte olduğundan daha da düşük olması olasıdır.
The New York Times'ın 1935'ten 1961'e kadar yazı işleri müdürü olan Arthur Hays Sulzberger, Teşkilatla o kadar yakın çalıştı ki, bir gizlilik anlaşması (en yüksek düzeyde işbirliği) bile imzaladı. William S. Paley'in sahibi bulunduğu Columbia Broadcasting Company (CBS), şüphesiz CİA'nın görsel-işitsel yayıncılıktaki en büyük kozuydu. İstihbarat teşkilatı bu kanalla o kadar yakın çalıştı ki, kurumun merkezi santralinden geçmeksizin CİA merkezine doğrudan bağlanan bir telefon hattı bile kurdu. Henry Luce'un Time İnc.'i Şirket’in haftalık ve aylık olarak yayınlanan dergilerdeki en güçlü işbirlikçisiydi (buna Bernstein'ın daha sonra çalışacağı Time, Life, Fortune ve Sports İllustrated da dahildir). Luce, CİA ajanlarını ve gazetecilerini işe almayı kabul etti; bu, çok yaygın olarak kullanılan bir örtbas yöntemiydi. 1991 yılında CİA Direktörü Robert Gates tarafından kurulan « CİA’nın daha büyük açılımı için Çalışma Grubu » sayesinde öğrendiğimiz üzere, bu tür uygulamalar yukarıda sözü edilen ifşaatlardan sonra da hız kesmeden devam etti: « PAO (Public Affairs Office - CİA'nın Halkla İlişkiler Ofisi) artık CİA’nın her ülkeden gazeteciler, ülkenin başlıca haber servisleri, gazeteler, haftalık haber dergileri ve televizyon ağları ile ilişkilerini sürdürüyor. Çoğu durumda gazetecileri mülakatlarını geciktirmeye, düzenlemeye, durdurmaya ve hatta bunları yayınlamaktan vazgeçmeye ikna ettik[6]. »
CİA aynı zamanda American Newspaper Guild'in denetimini de ele geçirdi ve ajanlarına kılıf olarak kullandığı haber servislerinin de sahibi oldu[7]. LATİN, Reuters, Associated Press ve United Press İnternational gibi diğer haber servislerine adamlarını yerleştirdi. Hükümetin dezenformasyon uzmanı William Schaap, CİA'in « dünya çapında yaklaşık 2.500 medya kuruluşunun sahibi olduğunu ya da bunları denetimi altına aldığını » söyledi. Ayrıca, free lance çalışanlardan en önde gelen gazetecilere ve editörlere kadar uzanan geniş bir yelpazede katkıda bulunanlar hemen hemen her büyük kuruluşta mevcuttu.[8] Bir CİA ajanı gazeteci olan John Crewson « her yabancı başkentte her zaman en az bir gazetemiz bulunuyordu » dedi. Dahası, aynı kaynak şunları da aktardı: « Teşkilatın sahibi olmadığı veya doğrudan desteklemediği organlara, teşkilat için yararlı makaleleri basabilen ve zararlı olduğunu düşündüğü makaleleri basmayan maaşlı ajanlar veya meslek memurları sızdırıldı[9] ». Dijital çağda da bu süreç elbette devam etti. Yasha Levine, Alan MacLeod ve diğer akademisyenler ve gazeteciler, ABD ulusal güvenlik teşkilatının büyük teknoloji ve sosyal medya alanlarına kapsamlı katılımını ayrıntılı olarak anlattılar. Diğer unsurların yanı sıra, büyük istihbarat operatörlerinin Facebook, X (Twitter), Tik Tok, Reddit ve Google’da kilit pozisyonlarda bulunduğunu ortaya koydular[10].
Öte yandan, CİA öğretim üyeleri arasına da derinlemesine sızmıştır. « Kilise Komitesi » Amerikan istihbarat topluluğu hakkındaki 1975 raporunu yayınladığında, Teşkilat « yüzlerce akademik kurumdaki » « birkaç bin » akademisyenle temas halinde olduğunu itiraf etti ve yukarıda sözü edilen 1991 Gates memorandumunda da teyit edildiği üzere o zamandan bu yana hiçbir reform bu uygulamanın devam etmesini veya yaygınlaştırılmasını engellemedi[11]. Stanford'daki Hoover Enstitüsü ve MİT'deki (Massachussetts Teknoloji Enstitüsü) « Center for İnternational Studies - Uluslararası Çalışmalar Merkezi » gibi Harvard ve Columbia'daki Rusya Enstitüleri, CİA'nin doğrudan desteği ve denetimi ile geliştirildi[12]. New School of Social Research'ten bir araştırmacı yakın zamanda, CİA'in iğrenç MKULTRA projesinin kırk dört kolej ve üniversitede (en azından) araştırma yürüttüğünü doğrulayan bir dizi belgeyle bizi tanıştırarak dikkatimi çekti. En az on dört üniversitenin 1.600 kadar Nazi bilim adamını, mühendisini ve teknisyenini Amerika Birleşik Devletleri'ne getiren meşhur « Operation Paperclip – Ataç Operasyonu »na katıldığını biliyoruz[13]. Bilmeyenler için MKULTRA, Teşkilat'ın sadistçe beyin yıkama ve işkence deneyleri yapan programlarından biriydi. Deneklere rızaları olmadan yüksek dozda psikoaktif uyuşturucular ve diğer kimyasalların yanı sıra elektroşok, hipnoz, duyusal yoksunluk, sözlü ve cinsel taciz ve diğer işkence biçimleri uygulanıyordu.
CİA aynı zamanda sanat dünyasına da derinden nüfuz etmişti. Örneğin, Sosyalist Gerçekçiliğe karşı Amerikan sanatını, özellikle de Soyut Dışavurumculuğu ve New York sanat ortamını destekliyordu[14]. Batı'nın özgür sanatı olarak sunulan şeyi yaymak amacıyla sanat sergilerini, müzik ve tiyatro gösterilerini, uluslararası sanat festivallerini ve daha fazlasını finanse etti. Ajans bu amaçla önemli sanat kurumlarıyla yakın işbirliği içinde çalıştı. Sadece bir örnek vermek gerekirse, Kültürel Soğuk Savaş'a dahil olan kilit mevkideki CİA görevlilerinden biri olan Thomas W. Braden, Teşkilat'a katılmadan önce MoMA (Museum of Modern Arts - Modern Sanatlar Müzesi'nin) genel sekreteriydi. Nelson Rockefeller aynı zamanda MoMA'nın başkanlığını da üstlendi. Ama aynı zamanda gizli istihbarat operasyonlarının ana koordinatörüydü ve Rockefeller Fonu'nun CİA’nın mali kanalı olarak kullanılmasına izin verdi. MoMA'nın yöneticileri arasında, istihbarat teşkilatının Latin Amerika ofisinde Nelson Rockefeller'ın emrinde çalışan René d'Harnoncourt'u da görüyoruz. Aynı adı taşıyan müzeden John Hay Whitney ve Julius Fleischmann da MoMA'nın yönetim kurulunda görev yaptı. İlki, CİA'den önceki organizasyon olan Office of Strategic Services (Stratejik Hizmetler Ofisi-OSS) adına çalışmıştı. Ve hayır kurumunun CİA’nın mali kanalı olarak kullanılmasına izin vermişti. Fleischmann ise CİA'nın Farfield Vakfı'nın başkanlığını yaptı. Ayrıca William S. Paley'e de dikkatinizi çekmek isterim. CBS'nin yöneticisi olan Paley, CİA'nınkiler de dahil olmak üzere ABD'nin psikolojik savaş programlarının başlıca tasarımcılarından biriydi. Paley, MoMA'nın uluslararası programının yönetim kurulundaydı. Bu ilişkiler ağının gösterdiği gibi, kapitalist egemen sınıf, kültürel aygıtı sıkı bir şekilde denetlemek için Amerikan devletinin ulusal güvenliğiyle yakın işbirliği içinde çalışmaktadır.
Amerikan devletinin eğlence endüstrisine müdahalesi hakkında birçok kitap yazıldı. Mathew Alford ve Tom Secker, Savunma Bakanlığı'nın en az 814 filme –tam ve mutlak sansür haklarıyla birlikte– katkıda bulunduğunu belgeledi. Bunların 37'sine CİA, en az 22'sine ise FBİ yatırım yaptı.[15] Bazıları uzun süredir yayınlanan televizyon programlarına gelince, Savunma Bakanlığı'nın toplam 1.133, CİA'nın 22, FBİ'ın ise 10 tane yapımı olduğu belirtiliyor. Bu ölçülebilir vakalar dışında, elbette ulusal güvenlik ile Tinseltown (Hollywood'un resmi olmayan adı) arasında niteliksel bir ilişki de bulunmaktadır. John Rizzo 2014'te bunu şöyle açıklamıştı: "« CİA'nın eğlence sektörüyle uzun süredir devam eden özel bir ilişkisi var ve stüdyo yöneticileri, yapımcılar, yönetmenler ve tanınmış aktörler gibi Hollywood mensuplarıyla ilişkiler kurmaya büyük önem veriyor.[16] » Rizzo, Teröre Karşı Savaş'ın ilk dokuz yılı boyunca yardımcı avukat ve baş hukuk müşaviri vekili olarak görev yaptı. Bu süre zarfında, gizlice sorgulanan terörist şüphelilere, işkencelere ve insansız hava araçlarıyla yapılan suikastlara ilişkin küresel programların denetlenmesiyle yakından ilgilendi; kültür endüstrisinin imparatorluğun kasaplığına nasıl kılıf sağlayabileceğini anlayacak kadar iyi bir konumdaydı.
Bu faaliyetler ve daha birçokları Amerikan imparatorluğunun temel özelliklerinden birini gözler önüne seriyor: bu gerçek bir gösteri imparatorluğudur. Odaklandığı ana noktalardan biri kalpler ve zihinler için verilen savaş olmuştur. Bu amaçla uluslararası alanda bir psikolojik savaşa girişmek için geniş kapsamlı bir küresel altyapı kurmuştur. Onun ana akım medya üzerindeki neredeyse mutlak denetimi, ABD'nin Ukrayna'da Rusya'ya karşı yürüttüğü vekalet savaşına destek toplamaya yönelik son kampanyasında açıkça görülüyor. Aynı şey Çin'e karşı 7/24 yürüttüğü şiddetli propaganda için de geçerlidir. Ancak çok sayıda cesur aktivistin çalışmaları ve hakikatin aleyhine işlemesi sayesinde gösteri imparatorluğu anlatıyı tamamen denetimi altında tutamamaktadır[17].
Z D: Bir yazınızda CİA ajanlarının Michel Foucault, Jacques Lacan, Pierre Bourdieu ve diğerlerinin Fransızca eleştirel teorilerinden hoşlandıklarını belirtmiştiniz. Bu fenomenin nedeni nedir? Fransız Eleştirel Teorisini nasıl değerlendirirsiniz?
G R: Komünizme karşı kültürel savaşta önemli bir savaş hattı, halen Monthly Review Press için tamamlamakta olduğum bir kitabın konusu olan küresel entelektüel savaş olmuştur. Diğer devlet kurumları ve kapitalist egemen sınıfın vakıfları gibi CİA da bu alanda çok önemli bir rol oynadı. Genel amaç, Marksizmi itibarsızlaştırmak ve anti-emperyalist mücadelelere ve fiili olarak mevcut sosyalizme verilen desteği baltalamaktı.
Batı Avrupa her zaman özel önem taşıyan bir savaş alanı olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı'ndan egemen bir emperyal güç olarak çıktı. Küresel hegemonyasını uygulamak amacıyla, Batı Avrupa'nın eski büyük emperyalist güçlerini (aynı zamanda Doğu'da Japonya'yı da) itaatkâr ortaklar halinde işe dahil etmeyi amaçladılar. Ancak bunun özellikle Fransa ve İtalya gibi güçlü ve canlı komünist partilere sahip ülkelerde zor olduğu ortaya çıktı. Bu yüzden ABD ulusal güvenliği, siyasi partilere, sendikalara, sivil toplum örgütlerine ve ana akım haber medyasına sızmak için çok yönlü bir saldırı başlattı.[18] Hatta faşist unsurların katılımını sağladığı gizli destek orduları bile kurdu ve bunlarla birlikte komünistlerin sandık yoluyla iktidara gelmesi durumunda askeri darbe planları hazırladı. Bu ordular 1968 sonrası gerginlik stratejisi kapsamında harekete geçirildi: daha sonra Komünistlerin üzerine atmak üzere sivil halkı hedef alan terör saldırıları düzenlediler.[19]
Entelektüel düzeyde daha açık bir şekilde, denetimi elinde tutan Amerikan seçkinleri, Marksizmi itibarsızlaştırma umuduyla koyu anti-komünist olan yeni eğitim kurumlarının ve uluslararası bilgi üretim ağlarının oluşumunu desteklediler. Bir yandan tarihsel ve diyalektik materyalizme açıkça düşman olan entelektüellere destek, yani tanıtım ve görünürlük sağladı, bir yandan da Sartre ve Beauvoir gibi isimlere karşı iğrenç iftira kampanyaları yürüttüler.[20]
Fransız teorisinin, en azından kısmen, Amerikan kültür emperyalizminin bir ürünü olarak anlaşılması gerektiği tam da bu bağlamdır. Bu etikete bağlı düşünürler –Foucault, Lacan, Gilles Deleuze, Jacques Derrida ve diğerleri– kendisini büyük ölçüde önceki kuşağın en önde gelen filozofu Sartre'a karşıt olarak tanımlayan yapısalcı hareketle çeşitli şekillerde ilişkilendirilmiştir[21]. Sartre’ın Marksist yönelimi 1940'ların ortalarından itibaren genel olarak kabul görmedi ve Hegelcilik karşıtlığı –Marksizm karşıtlığının parolası– günün gündemi haline geldi. Sadece bir örnek vermek gerekirse Foucault, Sartre'ı « son Marksist » olarak mahkum etti ve onun zamana (anti-Marksist) ayak uyduramayan 19. yüzyıldan kalma bir adam olduğunu belirtti; bu yeni dönem artık Foucault ve aynı türden diğer çağdaş teorisyenler tarafından temsil ediliyordu.[22]
Bu düşünürlerden bazıları Fransa'da büyük bir ün kazanırken, onları uluslararası sahnede ön sıralara taşıyan ve küresel aydınlar için temel okumalar haline getiren şey, Amerika Birleşik Devletleri tarafından desteklenmeleriydi. Monthly Review'da yakın zamanda yayınlanan bir makalede, Fransız Teorisi çağını başlattığı kabul edilen olayın, Johns Hopkins Üniversitesi'nde bu düşünürlerin çoğunu bir araya getiren 1966 konferansının arkasında etkili olan bazı siyasi ve ekonomik güçlerin ayrıntılarını yazdım.[23] CCF ve CİA'in kurucularından olan ve Teşkilat'ın propaganda çalışmalarıyla pek çok yakın bağı bulunan Ford Vakfı, konferansı ve sonraki faaliyetleri 36.000 ABD doları (bugün itibariyle 339.000) tutarında finanse etti. Bu, bir akademik konferans için gerçekten olağanüstü miktarda bir paradır. Böylesi bir akademik etkinlik için daha önce hiç görülmemiş bir şekilde, etkinliğin medyadaki yansıması Time ve Newsweek tarafından sağlandığı gerçeğinden söz etmiyorum bile.[24]
Kapitalist vakıflar, CİA ve diğer hükümet kurumları, Marksizmin yerini alabilecek radikal derecede göz alıcı çalışmaları teşvik etmekle uğraşıyorlardı. Marksizmi kolayca yok edemeyecekleri için, sözde modası geçmiş Marksizm'i tarihe gömmek amacıyla, herhangi bir devrimci içerikten yoksun olsa da avangard ve eleştirel olarak pazarlanabilecek yeni teori biçimlerini teşvik etmeye çalıştılar. Konuyla ilgili 1985 tarihli bir CİA araştırma belgesinden öğrendiğimiz gibi, CİA, Fransız yapısalcılığının yanı sıra Annales okulunun ve Yeni Filozoflar olarak bilinen grubun katkılarından da memnundu. Rapor, özellikle Foucault ve Claude Lévi-Strauss'a bağlı yapısalcılığın yanı sıra Annales okulunun metodolojisine de atıfta bulunarak şu sonuca varıyor: « Onların (Foucault ve Claude Lévi-Strauss'tan söz ediyor) sosyal bilimlerdeki Marksist etkiyi eleştirel olarak yıkmalarının "modern bilime bir katkı olarak" mümkün olduğunca derin bir şekilde sürmesinin olası olduğuna inanıyoruz.[25] »
Fransız Teorisi hakkındaki kendi değerlendirmeme gelince, onu olduğu gibi kabul etmenin önemli olduğunu söyleyebilirim: Amerikan kültür emperyalizminin, burjuva kültürel eklektik düşüncelere adanmış bir anti-komünist teorik pratik yoluyla Marksizmin yerini almayı hedefleyen –en azından kısmen– bir ürünüdür. Söylemde hayali devrimler yaratmak için söylemsel piroteknikleri harekete geçirir, ancak bunlar gerçekte hiçbir şeyi değiştirmez. Fransız Teorisi, Friedrich Nietzsche ve Martin Heidegger gibi anti-komünistlerin eserlerini daha da rehabilite ediyor ve destekliyor, böylece ihtiyatlı bir şekilde radikalin radikali gerici olarak yeniden tanımlamaya çalışıyor. Fransız teorisyenler Marksizmle meşgul olduklarında, onu Nietzsche'nin soykütüğü, Heidegger'ci « Destruktion » (yıkım), Freud’cü psikanaliz vb. gibi Marksist olmayan ve diyalektik karşıtı söylemlerle karıştırılabilen ve hatta karıştırılması gereken başka söylemler arasında bir söyleme dönüştürürler. Bu düşünürlerin birçoğunun « kendi Marx'larını ya da Marksizmlerini » iddia etmelerinin nedeni budur. Ancak baskın eğilim, Marx'ın çalışmalarından, kendi felsefi izleriyle çeliştiğine inanılan çok spesifik unsurları keyfi bir şekilde çıkarmak yönündedir. Bu, örneğin Derrida'nın karar verilemezliğine ilişkin kurgusal edebi Marx'ta, Deleuze'ün göçebe ve yersizyurtsuzlaşmış Marx'ında, diyalektik karşıtı Marx'ta, Jean-François Lyotard'ın ihitlafında ve diğer benzer örneklerde geçerlidir. Onlara göre Marx'ın söylemi, kişinin kendi markasını geliştirmek ve ona bir kapasite ve radikallik havası vermek için eklektik bir tarzda güvenebileceği burjuva nizamının beslenmesi işlevi görüyor. Walter Rodney bu teorik pratiğin gerçek doğasını şu sözlerle özetlemişti: « Hayalci doğası ve sıradışı olanları uyandırma tarzı nedeniyle burjuva düşüncesiyle, istediğiniz her yolu seçebilirsiniz. Çünkü sonuçta eğer hiçbir yere gitmiyorsanız istediğiniz rotayı seçmekte serbestsiniz![26] »
Z D: Frankfurt Okulu'nun günümüz Çin'inde de büyük etkisi var. Frankfurt Okulu'nun teorilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? CİA ile ne tür bir bağlantısı var?
G R: Halk dilinde « Frankfurt Okulu » olarak bilinen Sosyal Araştırma Enstitüsü, başlangıçta zengin bir kapitalist tarafından finanse edilen, Frankfurt Üniversitesi içindeki Marksist bir araştırma merkezinden doğdu. Max Horkheimer 1930'da Enstitü'nün müdürlüğünü üstlendiğinde, tarihsel materyalizm ve sınıf mücadelesinden giderek uzaklaşan spekülatif ve kültürel kaygılara doğru kararlı bir değişime yol açtı.
Bu bağlamda Horkheimer'ın liderliğini yaptığı Frankfurt Okulu, Batı Marksizmi ve özellikle de kültürel Marksizm olarak bilinen şeyin kurulmasında kurucu bir rol oynadı. Horkheimer ve onun ömür boyu ortağı olan Theodor Adorno gibi kişiler, yalnızca gerçekte var olan sosyalizmi reddetmekle kalmadı, aynı zamanda ideolojik totalitarizm kategorisine belirsiz bir şekilde –tıpkı Fransız teorisi gibi– dayanarak onu doğrudan faşizmle özdeşleştirdi[27]. Daha sonra TİNA (« There İs No Alternative » –Alternatif Yok–) olarak anılacak olan şeyin son derece entelektüel ve melodramatik bir sürümünü benimseyerek, belki de kurtuluşun tek potansiyel yeri olarak sanat alanına ve burjuva kültürüne odaklandılar. Aslında, Adorno ve Horkheimer gibi düşünürler, birkaç istisna dışında, teorik uygulamalarında büyük ölçüde idealistti: Eğer pratik dünyada önemli bir toplumsal değişim engelleniyorsa, kurtuluşun geistig alanında, yani entelektüel ve manevi alanda, yeni bir düşüncenin alanında, burjuva ve yenilikçi bir biçim ve kültür aranması gerekiyordu.
Batı Marksizminin bu kıdemli rahipleri, yalnızca « faşizm ve komünizm aynıdır » şeklindeki kapitalist ideolojik şiarı benimsemekle kalmadılar, aynı zamanda emperyalizmi de açıkça desteklediler. Örneğin Horkheimer, Mayıs 1967'de Amerika'nın Vietnam'a karşı savaşını şu sözlerle destekledi: « Amerika'da bir savaş yapılması gerektiğinde, anayurdun savunulmasından çok, özellikle anayasanın, insan haklarının savunulması söz konusudur.[28] » Her ne kadar Adorno çoğu zaman bu tür savaşçı açıklamalara gizli suç ortaklığına dayalı profesyonel bir politikayı tercih etse de, 1956'da Cemal Abdülnasır'ın devrilmesi ve Süveyş Kanalı'nın ele geçirilmesi amacıyla Mısır’ın İsrail, İngiltere ve Fransa tarafından emperyalist işgalini destekleme konusunda Horkheimer'la aynı safta yer aldı.[29] Nasır'ı « Moskova ile komplo kuran... faşist bir lider » olarak nitelendirerek, İsrail'e sınırı olan ülkeleri açıkça « hırsız Arap devletleri » olarak kınadılar.[30]
Frankfurt Okulu'nun liderleri, Amerikan kapitalist egemen sınıfının desteğinden ve onun ulusal güvenliğinden büyük ölçüde yararlandı. Horkheimer büyük CCF konferanslarından en az birine katıldı ve Adorno, CİA destekli dergilerde makaleler yayınladı. Adorno ayrıca Alman anti-komünist « Kulturkampf »ın önde gelen isimlerinden CİA'den Melvin Lasky ile yazıştı ve işbirliği yaptı. Ve paravan bir örgüt olduğu ortaya çıktıktan sonra dahi CCF'nin genişleme planlarına dahil edildi. Frankfurt Okulu'nun başındaki adamlar ayrıca Rockefeller Vakfı'ndan ve ABD hükümetinden, özellikle Enstitü'nün savaştan sonra Batı Almanya'ya dönüşünü desteklemek üzere önemli miktarda yardım aldı (Rockefeller, 1950'de 103.695 İngiliz Sterlini'ne eşdeğer bir katkı sağladı; 2023'teki değeriyle milyon sterlin). Fransız teorisyenler gibi onlar da Amerikan imparatorluğunun liderlerinin desteklemek istediği ve desteklediği türden entelektüel çalışmalar yapıyorlardı.
Bu arada, Horkheimer'in Frankfurt Okulu'ndaki yakın çevresinin sekiz üyesinden beşinin ABD hükümeti ve ABD ulusal güvenliği için analist ve propagandacı olarak çalıştığını da belirtmemiz gerekir. Herbert Marcuse, Franz Neumann ve Otto Kircheimer, OSS'nin araştırma ve analiz şubesine katılmadan önce Savaş Enformasyon Dairesi'nde [OWİ] çalışıyorlardı.
Leo Löwenthal ayrıca OWİ için çalışıyordu ve Friderich Pollok, Adalet Bakanlığı'nın anti-tröst bölümünde işe alındı. Amerikan devletinin bazı kesimlerinin Marksist analistleri faşizme ve komünizme karşı mücadeleye dahil etmek istemesi nedeniyle oldukça karmaşık bir durum söz konusuydu. Eş zamanlı olarak bunların bazıları Amerika’nın emperyal çıkarlarıyla uyumlu siyasi tutumlar benimsedi. Frankfurt Okulu'nun tarihinin bu bölümü bu yüzden çok daha derinlemesine incelenmeyi hak ediyor.[31]
Son olarak, Frankfurt Okulu'nun ikinci kuşağa (Jürgen Habermas) ve üçüncü kuşağa (Alex Honneth, Nancy Fraser, Seyla Benhabib, vb.) doğru evrimi onun anti-komünist yönelimini hiçbir şekilde değiştirmedi. Tam tersine Habermas, devlet sosyalizminin iflas ettiğini açıkça öne sürüyor ve kapitalist sistem ve onun sözde demokratik kurumları içinde « kapsayıcı bir oluşum süreci ve söylemsel inatçılık » ülküsüne doğru bir alan yaratılmasını savundu.[32] Üçüncü kuşak Neo-Habermasçılar bu yönelimi sürdürdüler. Honneth, diğer düşünürleri de bu tartışmaya dahil eden ayrıntılı bir makalede ortaya koyduğum gibi, burjuva ideolojisinin kendisini eleştirel teori için son derece normatif bir çerçeveye yükseltmiştir.[33] Fraser, yorulmadan kendisini bir sosyal demokrat olarak konumlandırarak, eleştirel teorisyenlerin en solda olanı olarak sunmaktadır. Ancak iş bunun somut terimlerle ne anlama geldiğini belirtmeye geldiğinde genellikle oldukça muğlak kalıyor ve « olumlu bir programı tanımlamakta zorluk çektiğini » açıkça kabul ediyor[34]. Öte yandan olumsuz program açıktır: « Bunun [demokratik sosyalizmin] otoriter komuta ekonomisiyle, komünizmin tek parti modeliyle hiçbir ilgisi olmadığını biliyoruz.[35] »
Z D: Halen Batı solunda egemen olan kimlik politikalarının ve çok kültürlülüğün rolünü ve işlevini nasıl anlıyorsunuz?
G R: Kimlik politikaları, onunla ilişkilendirilen çok kültürlülük gibi, uzun süredir burjuva ideolojisini karakterize eden kültürcülük ve özcülüğün çağdaş bir tezahürüdür. Kapitalizmin maddi tarihinin sonucu olan toplumsal ve ekonomik ilişkileri korumaya çalışır. Örneğin ırksal, ulusal, etnik, toplumsal cinsiyet, cinsel ve diğer kimlik biçimlerinin zaman içinde değişen ve belirli maddi güçlerden kaynaklanan tarihsel yapılar olduğunu kabul etmek yerine, bunlar asimile ediliyor ve siyasi seçmenlerin tartışılmaz bir temeli olarak ele alınıyor. Bu tür bir özcülük, bu kimliklerin arkasında işleyen maddi güçlerin yanı sıra bunların etrafında yürütülen sınıf mücadelelerinin de gizlenmesine hizmet ediyor. Bu, özellikle sömürgecilikten kurtulma ve ırkçılık ve ataerkillik karşıtı materyalist mücadelelerin taleplerine tepki vermeye zorlanan egemen sınıf ve onun liderleri için yararlı oldu. Sömürgeciliğin, ırkçılığın ve toplumsal cinsiyet baskısının maddi temellerine asla saldırmadığı için çok gerçek sorunları özselleştiren ve onlara yanlış çözümler sunan bir kimlik politikasından daha iyi bir tepki olabilir mi?
Judith Butler gibi teorisyenlerin çalışmalarında ortaya koyulan kimlik politikalarının kendilerini özcülük karşıtı olarak ilan edenlerin sürümleri, bu ideolojiden temelde ayrılmıyor.[36] Bu kategorilerden bazılarını bireylerin veya birey gruplarının sorgulayabileceği, üzerinde oynayabileceği ve yeniden yorumlayabileceği söylemsel yapılar olarak ortaya koyarak yapısöküme uğratma iddiasında olan yapısökümün idealist parametreleri içinde çalışan teorisyenler, hiçbir zaman kolektif sınıf mücadelesinin ana alanları olan tarihe ilişkin materyalist ve diyalektik bir tahlil sunmazlar. Gerçekte var olan sosyalizmin bu ilişkileri dönüştürmeye yönelik kolektif mücadelesinin daha derin tarihiyle de ilgilenmezler. Böylece, toplumsal cinsiyet ve cinsel ilişkiler hakkında Kartezyen yöntemlerle düşünmek için yapısöküme ve Foucault’cu soykütüğünün neredeyse tarihselleştirilmiş bir versiyonuna güvenme eğilimindeler. Bunu yaparken, en iyi ihtimalle, sınıf mücadelesinin yerini çıkar gruplarının savunulmasının aldığı liberal çoğulculuğa yöneliyorlar.
Buna karşılık, Marksist gelenek –Domenico Losurdo'nun temel eseri « Class Struggle – Sınıf Mücadelesi »nde gösterdiği gibi çoğul haliyle sınıf mücadelesi anlayışlarının derin ve zengin bir tarihidir. Bu, Marksist geleneğin cinsiyetler, uluslar, ırklar ve ekonomik sınıflar (ve buna cinsellikleri de ekleyebiliriz) arasındaki ilişkilere ilişkin mücadeleleri içerdiği anlamına gelir. Bu kategoriler kapitalizmde çok spesifik hiyerarşik biçimler aldığından, Marksist mirasın en iyi unsurları hem tarihsel kökenlerini anlamaya hem de onları radikal bir şekilde dönüştürmeye çalıştı. Bu durum, kadınlara dayatılan ev içi köleliğe karşı uzun süredir devam eden mücadelede olduğu kadar, ulusların ve onların radikalleşmiş halklarının emperyalist baskı altına alınmasının üstesinden gelme mücadelesinde de görülüyor. Bu tarih elbette kesintilerle yaşandı ve kısmen Marksizmin bazı türlerinin –İkinci Enternasyonal gibi– burjuva ideolojisinin unsurları tarafından lekelenmesi nedeniyle hâlâ yapılması gereken çok iş var. Bununla birlikte, Losurdo ve diğer bilim adamlarının dikkate değer bir bilgelikle ortaya koyduğu gibi, komünistler ataerkil tahakkümün, yani kapitalist toplumsal ilişkilerin üstesinden gelmek için bu sınıf mücadelelerinin ön saflarında yer alıyorlardı.
Kimlik siyaseti, başlıca emperyalist ülkelerde ve özellikle ABD'de gelişirken, kendisini radikal biçimde yeni bir bilinç biçimi olarak sunmak için bu tarihi toprağa gömmeye çalışıyor. Sanki komünistler kadın sorununu ya da ulusal/ırksal sorunu hiç düşünmemişler gibi. Kimlik siyaseti teorisyenleri bu nedenle kibirle ve körü körüne bu sorulara ilk yanıt verenlerin kendileri olduğunu ve böylece sözde indirgemeci ve kaba Marksistlerin hayal ettiği ekonomik determinizmin üstesinden geldiklerini iddia etme eğilimindedirler.[37] Dahası, bu sorunların sınıf mücadelesinin alanları olduğunu kabul etmek yerine, kimlik siyasetini sınıf siyasetine karşı çıkmanın bir aracı olarak kullanma eğilimindedirler. Sınıf kavramını tahlillerine dahil etmek için herhangi bir hamle yaparlarsa, bunu genellikle yapısal bir mülkiyet ilişkisinden daha çok kişisel kimlik sorununa indirgerler. Bu nedenle önerdikleri çözümler epifenomenal olma eğilimindedir; yani, örneğin sosyo-ekonomik düzenin sosyalist dönüşümüyle radikalleşen ev içi kölelik ve aşırı sömürüyle bağlantılı emek ilişkilerinin üstesinden gelmek yerine temsil ve simgesellik sorunlarına odaklanırlar. Dolayısıyla anlamlı ve kalıcı bir değişime yol açmaktan acizdirler çünkü sorunun kökenine değinmemektedirler. Adolph Reed Jr.'ın keskin zekasıyla sık sık savunduğu gibi, kimlikçiler, egemen sınıf ve yöneticiler arasında yer alan mesleki katman içindeki ezilen grupların temsil edilmesini gerektiren doğru oranın olması koşuluyla, uluslar arasındaki emperyalist ilişkiler de dahil olmak üzere mevcut sınıf ilişkilerini sürdürmekten son derece mutludurlar.
Kimlik siyaseti, Batı solunda siyasetin ve sınıf tahlilinin değişmesine yardımcı olmanın yanı sıra, solun belirli kimlik sorunları etrafında sessiz tartışmalara bölünmesine de büyük ölçüde katkıda bulundu. Ortak bir düşmana karşı sınıf birliği yerine, işçileri ve ezilenleri her şeyden önce farklı cinsiyetlerin, cinselliklerin, ırkların, ulusların, etnik grupların, belirli dini grupların vb. üyeleri olarak tanımlamaya teşvik ederek böler ve fetheder. Dünyadaki emekçi ve ezilen halkları daha kolay yönetebilmek için bölmeyi amaçlayan bir burjuvazinin politikasıdır. Bu nedenle emperyal çekirdek içindeki profesyonel kadro katmanını siyasetin yönetmesi şaşırtıcı değildir. Kurumlarına ve medyasına egemendir ve Reed'in keskin zekasıyla bir şekilde «çeşitlilik endüstrisi » olarak adlandırdığı alanda kariyer gelişimi için temel mekanizmalardan biridir. İlgili herkesi kendi özel grubuyla özdeşleşmeye ve tercih edilen temsilci gibi davranarak kendi bireysel çıkarlarını savunmaya teşvik eder. Şunu da unutmayın ki « wokizm » bazı kesimleri sağın kucağına itme etkisine de sahiptir. Egemen siyasi kültür, rekabetçi bireycilikle birleşmiş bir klan zihniyetini teşvik ediyorsa, beyazların ve erkeklerin de sistemin « kurbanları » olarak kendi tekil programlarında öne sürülen çeşitlilik endüstrisi tarafından algılanan haklarından mahrum edilmelerine kısmi bir tepki vermeleri şaşırtıcı değil. Dolayısıyla siyaseti sınıf analizi olmadan tanımlamak, sağcı ve hatta faşist devşirimlere mükemmel bir şekilde uygundur.
Son olarak, son dönemdeki ideolojik köklerini Yeni Sol'da ve V. İ. Lenin'in daha önce Avrupa solunda teşhis ettiği sosyal şovenizmde bulan kimlik politikasının, emperyalizmin temel ideolojik araçlarından biri olduğunu söylemezsem eksik kalmış olurum. « Böl ve yönet »stratejisi, hedeflenen ülkeleri dini, etik, ulusal, ırksal veya cinsiyet çatışmalarını teşvik ederek bölmek için kullanıldı.[38]
Kimlik politikaları aynı zamanda emperyalist müdahale ve iç işlerine müdahil olmanın yanı sıra, Afganistan'da sözde kadınların kurtuluşu davası, Küba'da « ayrımcılığa uğrayan » siyahi rapçilere destek, Latin Amerika’da sözde « eko-sosyalist » yerli adaylara destek, Çin'deki etnik azınlıkların « korunması » ya da ezilen kimlikler lehine diğer iyi eylemler gibi istikrarsızlaştırma kampanyaları için de doğrudan bir meşrulaştırma işlevi gördü. Burada, saf simgesel kimlik siyaseti ile sınıf mücadelelerinin maddi gerçekliği arasındaki tam kopukluğu, birincisinin emperyalizme ince bir örtü sağladığı ve sağlayabileceği ölçüde açıkça görebiliriz. Bu düzeyde de kimlik siyaseti nihayetinde sınıf siyasetidir: emperyalist egemen sınıfın siyaseti.
Z D: Slavoj Žižek günümüzün sol akademik çevrelerde büyük etkisi olan bir bilgedir. Elbette pek çok tartışmanın kaynağındadır. Neden onu bir « kapitalist soytarı » olarak değerlendiriyorsunuz?[39]
G R: Žižek emperyal teori endüstrisinin bir ürünüdür. Michael Parenti'nin işaret ettiği gibi, gerçek radikaldir; bu, kapitalist dünyadaki işçilerin iş, barınma, sağlık hizmetleri, eğitim, sürdürülebilir bir çevre vb. için çok gerçek maddi mücadelelerle karşı karşıya olduğu anlamına gelir. Bütün bunlar insanları radikalleştirme eğiliminde ve bunların birçoğu, yaşadıkları dünyayı, karşı karşıya kaldıkları mücadeleleri gerçekten açıkladığı ve açık, uygulanabilir çözümler sunduğu için Marksizme yöneliyor. İşte bu yüzdendir ki, kapitalist kültür aygıtı, emekçi ve ezilen kitlelerin Marksizme karşı çok gerçek olan ilgisiyle yüzleşmelidir. Özellikle gençlerden ve profesyonel yönetici sınıfı üyelerinden oluşan hedef kitleye yönelik geliştirdiği taktiklerden biri, Marksizmin temel özünü saptıran oldukça ticarileştirilmiş bir sürümünü teşvik etmektir. Böylelikle Marksizmi, ticari bir toplumun kurtuluşu için kolektif teorik ve pratik bir çerçeve yerine, diğer herhangi bir meta gibi satılabilen moda bir markaya dönüştürmeye çabalıyor.
Žižek birçok açıdan bu proje için biçilmiş kaftan. O, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nde (YSFC) büyümüş yerli bir anti-komünist muhbirdir. Kariyerini Batı'da geliştirmeye çalışan bir küçük-burjuva entelektüel olarak öznel deneyiminin kendisine bir şekilde sosyalizmin gerçek doğasına tanıklık etme konusunda özel bir hak tanıdığını düzenli olarak ileri sürmektedir. YSFC’deki deneyimine ilişkin bu kişisel anlatılar böylece nesnel tahlilin yerini alıyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, şan ve kâr peşinde koşan bir oportünist olarak Žižek, sosyalist ülkesini, kendisine öyle büyük bir ivme kazandıran Batılı kapitalist ülkelerden daha aşağı düzeyde görüyordu ki, artık « Foreign Policy » (ABD Dışişleri Bakanlığı'nın propaganda organı) dergisi tarafından dünyanın en iyi düşünürlerinden biri olarak tanınıyordu.
Žižek, YSFC'de sosyalizmin parçalanmasında kişisel olarak oynadığı rolle açıkça övünüyor. Yugoslavya Komünist Partisinin CİA tarafından desteklenmekle suçladığı Mladina adlı büyük muhalif yayının en önemli siyasi köşe yazarıydı. Aynı zamanda Liberal Demokrat Parti'nin kurucularından biri oldu ve Slovenya'nın ilk ayrılıkçı cumhuriyetinde cumhurbaşkanı adayı oldu ve « devletin gerçek sosyalist ideolojik aygıtının parçalanmasına büyük ölçüde yardımcı olacağına »[40] söz verdi. Az farkla kaybetmesine rağmen, kapitalizmin restorasyonundan sonra ve dolayısıyla –kendisi hariç!– halkın çoğunluğunun yaşam düzeyinde feci bir düşüşe yol açan acımasız kapitalist şok terapisi süreci boyunca Sloven devletini ve onun iktidar partisini açıkça destekledi. Kurucu ortağı olduğu özelleştirme yanlısı parti de, Avrupa Birliği ve NATO üyeliğinin ana savunucusu olduğundan, açıkça emperyalist kampla bütünleşmeye yönelmişti.
Ben bu Doğu Avrupalı liberalin kapitalizmin soytarısı olduğunu düşünüyorum çünkü Marksizmle açıkça alay ediyor. Ve kapitalist toplumun egemen güçleri tarafından bu kadar geniş çapta desteklenmesinin nedeni de tam olarak budur. Onun anlayışında Marksizm, gerçek maddi mücadelelere demir atmış kolektif bir özgürleşme bilimi yerine, her şeyden önce, oportünist bir yaramaz çocuğun küçük-burjuva siyasi duruşlarına indirgenen kışkırtıcı bir entelektüel hile söylemidir. Komedileri ve anti-komünist taklitleri burjuvaziyi memnun etmekte ve eğitimsiz insanların yetersiz olan dikkat süresini yakalamaktadır. O bir soytarı gibidir; insanları güldürme konusunda iyidir, bu da dijital çağda kolaylıkla « likes »lara ve başarılara dönüşebilir. Aynı zamanda Hollywood'un ve genel anlamda burjuva kültür aygıtının ürünlerini satma konusunda da oldukça başarılıdır. « Sermayenin Kralı » belli ki bu süreçte ceplerini dolduran bu üçkağıtçıya tapıyor. Her iyi soytarı gibi o da nezaket kurallarının sınırlarını iyi biliyor ve var olan sosyalizmi karalayarak, kapitalist uzlaşmayı teşvik ederek ve hatta sıklıkla emperyalizmi doğrudan destekleyerek sonuçta bu sınırlara saygı gösteriyor. Burjuva basınının onu kimi zaman tanımladığı şekliyle, gerçekten « dünyanın en tehlikeli entelektüeli » ise, gerçekte bu onun emperyalizme karşı mücadele ve sosyalist bir dünya inşa etme yönündeki Marksist projeyi tehlikeye atmasından kaynaklanmaktadır.
Nesnel yükselme ile öznel sağa kayma arasındaki köklü ilişkiyi doğrulayan Žižek, emperyalizme verdiği anti-komünist desteğinde giderek daha da gerici hale geldi. Afrika'daki yeni-sömürgeciliğe meydan okumaya yönelik mevcut çabalara ilişkin kapsamlı yargısını ele alın: « Orta Afrika'daki sömürgecilik karşıtı ayaklanmaların Fransız yeni-sömürgeciliğinden bile daha kötü olduğu açıktır. »[41] Yakın zamanda gerçekleşen bir başka konuşmasında, desteklediği devrim türünün son derece net bir örneğini sundu. Nahel Merzouk'un polis tarafından öldürülmesinin ardından 2023 yazında Fransa'da yaşanan isyanları tartışırken, tutarlı olduğunu iddia ettiği her şeyde sık sık yaptığı gibi, ayaklanmayı gerçekleştirenlerin onları zafere taşıyacak bir örgütlenme stratejisi yoksa ayaklanma başarısız olacaktır şeklindeki önemli Marksist düşünceden yararlandı. Daha sonra başarılı bir devrimin örneğini verdi: « Halkın protestoları ve ayaklanmaları, 2013-2014'te Ukrayna'daki Maidan ayaklanması gibi özgürleştirici bir vizyonla desteklenirse olumlu bir rol oynayabilir.[42]» Kapsamlı bir şekilde belgelendiği üzere, Maidan ayaklanması, Amerikan ulusal güvenliği tarafından kışkırtılan ve desteklenen bir faşist darbeydi.[43] Bu, onun, Samir Amin'in « Avrupa/Nazi darbesi » olarak nitelendirdiği, emperyalizm tarafından desteklenen bir faşist darbeyi, « başarılı bir devrime yol açan özgürleştirici vizyonun » « olumlu » bir örneği olarak gördüğü anlamına geliyor.[44] Bu tutum ve onun ABD ile NATO’nun Ukrayna'da yürüttüğü vekâlet savaşına verdiği sarsılmaz desteği, « dünyanın en tehlikeli entelektüeli » olmanın ne anlama geldiğini de açıklıyor: O, komünist kılığına bürünmüş bir faşist filozoftur.
ZD: Amerika Birleşik Devletleri uzun süredir Batı tarafından liberal demokrasinin bir modeli olarak görüldü. Ama siz Amerika'nın hiçbir zaman demokrasi olmadığını düşünüyorsunuz.[45] Bakış açınızı açıklayabilir misiniz?
G R: Nesnel olarak konuşmamız gerekirse, Amerika Birleşik Devletleri hiçbir zaman demokrasi olmadı. Bir cumhuriyet olarak kuruldu ve sözde kurucu babalar demokrasiye açıkça düşmandı. Bu durum, Philadelphia'daki 1787 Anayasa Konvansiyonu'nda alınan notlarda « Federalist Papers – Federalist Belgeler » ve Amerika Birleşik Devletleri'nin kuruluş belgelerinde ve keza bu yerleşim kolonisinde başlangıçta kurulmuş olan maddi yönetişim uygulamasında açıkça görülmektedir. Herkesin bildiği gibi, Bağımsızlık Bildirgesi'nde « acımasız kızılderili vahşiler » olarak anılan Amerika Birleşik Devletleri'nin yerli halkına, Afrikalı kölelere veya kadınlara da yeni oluşturulan cumhuriyette demokratik iktidar verilmedi.[46] Aynı durum, ortalama beyaz işçi için de geçerlidir. Terry Bouton gibi akademisyenlerin ayrıntılı olarak belgelediği gibi: « Sıradan beyaz adamların çoğu... [sözde Amerikan] Devrimi'nin, kendi ideallerini ve çıkarlarını birincil hedefi haline getiren hükümetlerle kendisini taçlandıracağına inanmıyordu. Tam tersine, devrimci seçkinlerin hükümeti kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlediğine ve sıradan insanların bağımsızlığını zayıflattığına inanıyorlardı [47] ». Nihayetinde Anayasa Konvansiyonu başkan, Yüksek Mahkeme veya senatörler için doğrudan halkın seçimini öngörmüyordu. Bunun tek istisnası Temsilciler Meclisi'ydi. Öte yandan, oy kullanma hakkının temeli olarak neredeyse her zaman düzenli olarak incelemeyi gerektiren nitelikler, her eyaletin yasama organları tarafından belirleniyordu. Bu nedenle dönemin ilerici eleştirmenlerinin buna dikkat çekmesi şaşırtıcı değildir. Patrick Henry, Amerika Birleşik Devletleri hakkında net bir şekilde şunları söyledi: « Bu bir demokrasi değildir.»[48] George Mason, yeni anayasayı, « özgür insanlar arasında despotik bir aristokrasi kurmaya yönelik dünyanın şimdiye kadar tanık olduğu en cüretkar girişim » olarak tanımladı.[49]
Her ne kadar cumhuriyet terimi o zamanlar Amerika Birleşik Devletleri'ni tanımlamak için yaygın olarak kullanılsa da, 1820'lerin sonlarında, soykırımcı politikaları nedeniyle « Kızılderili Katili » olarak da anılan Andrew Jackson'ın popülist bir başkanlık kampanyası başlatmasıyla bu durum değişmeye başladı. Kendisini Massachusetts ve Virginia'daki büyük toprak sahiplerinin egemenliğine son verecek ortalama bir Amerikalı anlamında bir Demokrat olarak sundu. Yönetim şeklinde herhangi bir yapısal değişiklik yapılmamış olmasına rağmen, Jackson gibi politikacılar ve seçkin kesimin diğer üyeleri cumhuriyeti tanımlamak için demokrasi terimini kullanmaya başladılar ve böylece demokrasinin halkın çıkarlarına hizmet ettiğini ima ettiler[50]. Tabi ki bu gelenek sürdürüldü: Demokrasi, burjuva oligarşik yönetiminin örtmecesidir.
Aynı zamanda, Amerika Birleşik Devletleri'nde iki buçuk yüzyıldır sınıf mücadelesi yaşanıyor ve demokratik güçler çoğu zaman egemen sınıftan çok önemli tavizler elde etti. Seçim kurulu henüz kaldırılmamış olmasına ve Yüksek Mahkeme yargıçlarının hâlâ ömür boyu görevde kalıyor olmasına rağmen, genel seçimlerin alanı senatörleri ve başkanı da kapsayacak şekilde genişletildi. Kadınlara, Afrikalı Amerikalılara ve Yerli Amerikalılara da oy hakkı verilerek kapsamı genişletildi. Bunlar elbette savunulması, genişletilmesi ve tüm seçim sürecine yönelik köklü demokratik reformlarla daha sağlam hale getirilmesi gereken büyük başarılardır. Ancak, bu demokratik ilerlemeler ne kadar önemli olsa da, genel plütokratik tahakküm sistemini değiştirmediler.
Çok değişkenli istatistiksel tahlile dayanan çok önemli bir çalışmada Martin Gilens ve Benjamin İ. Page, « ekonomik seçkinlerin ve ticari çıkarları temsil eden örgütlü grupların ABD hükümet politikası üzerinde önemli ve bağımsız bir etkiye sahipken, ortalama vatandaşların ve kitlesel çıkar gruplarının ise çok az ya da yok denecek kadar az bir bağımsız etkiye sahip olduğunu » ortaya koydular.[51] Bu plütokratik hükümet biçimi elbette yalnızca ulusal düzeyde değil, aynı zamanda uluslararası düzeyde de işlevseldir. Amerika Birleşik Devletleri anti-demokratik ticaret kurallarını mümkün olan her yere dayatmaya çalıştı. William Blum'un kapsamlı araştırmasına göre, ABD, II. Dünya Savaşı'nın sonu ile 2014 arasında, çoğunluğu demokratik olarak seçilmiş elliden fazla yabancı hükümeti devirmeye çalıştı.[52] Amerika Birleşik Devletleri, terimin anlamı veya özü itibariyle bir demokrasi değil, plütokratik bir imparatorluktur.
Burjuva demokrasisi, biçimsel demokrasi ve liberal demokrasi gibi ifadelerin çeşitli nedenlerle bu plütokrasi biçimini sınıflandırmak için sıklıkla kullanıldığının elbette farkındayım. Plütokratik bir rejim altında belirli resmi demokratik hakların varlığının işçiler için büyük bir zafer oluşturduğu ve bunun öneminin hiçbir şekilde küçümsenmemesi gerektiği de doğrudur ve vurgulanmalıdır. Nihai olarak ihtiyacımız olan şey, Amerika Birleşik Devletleri'nde devletin oligarşik denetimi ve sınıf mücadelesi yoluyla kazanılan önemli hakları içeren yönetim tarzlarının karmaşıklığını hesaba katan diyalektik bir değerlendirmedir.
Z D: Burjuvazinin « ifade özgürlüğü » savunuculuğunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Günümüzün burjuva dünyasında « ifade özgürlüğü » gerçekten var mı?
G R: Burjuva ideolojisi, ifade özgürlüğü sorununu tecrit edilmiş bireylerin eylemlerini yöneten soyut bir ilkeye dönüştürerek, onu güç ve mülkiyet sorunundan ayırmaya çalışıyor. Böylesi bir yaklaşım, iletişim araçlarına ilişkin her türlü materyalist tahlili ve bunlara kimin sahip olduğu ve kimlerin denetimi altında olduğuna ilişkin genel soruyu dışlamaya çalışır. Bu ideoloji böylece tüm tahlil alanını toplumsal bütünlükten, bireysel teorik ilkeler ile bireysel sözün tecrit edimleri arasındaki soyut ilişkiye doğru kaydırır.
Bu yaklaşımın bir avantajı, bir kişiye, tam da sesini duyurma gücünden yoksun olduğu için soyut ifade özgürlüğü hakkının verilebilmesidir. Kapitalist dünyada yaşayan çoğu insan bu durum içerisindedir. İlke olarak bireysel görüşlerini diledikleri gibi ifade edebilirler. Ancak gerçekte bu görüşler, iletişim araçlarının sahiplerinin yaymak istediği görüşlerle örtüşmediği takdirde geçerliliğini büyük ölçüde kaybedecektir. Sadece bir platformları olmayacaktır. Egemen sınıfın medya üzerinde öyle etkileyici bir gücü var ki, birçok insan sansürün var olmadığına ikna olmuş durumda, hatta bu görüşler kamuoyu farkına varmadan açıkça bastırılabiliyor veya gizlice yasaklanabiliyor.
Kapitalist ana akımın dışındaki bakış açıları geniş bir kitleye ulaşabilir ve gerçek güç inşa etmeye başlayabilirse, o zaman mülk sahibi sınıfın ve burjuva devletinin neler yapabileceğini bileceğiz. Düşüncelerin serbest akışını destekleyen her türlü altyapıyı silme konusunda uzun bir geçmişleri var. Örnekler arasında şunlar sayılabilir: « Yabancılar Yasası (Alien Act) ve İfade Özgürlüğüne ilişkin Yasa (Sedition Act), şüpheli sosyalistleri, özellikle anarşistleri ve komünistleri yakalayıp tutuklamayı ve onları Amerika Birleşik Devletleri'nden kovmayı amaçlayan bir dizi baskın olan Palmer Raids; ABD hükümetinin şiddet yoluyla ortadan kaldırılmasını savunmaya, teşvik etmeye, öneride bulunmaya veya öğretmeye yönelik her türlü girişimi yasaklayan Smith Act; Komünist olduğu düşünülen derneklerin hükümet kurumlarına kaydolmaları ve üyelikleri, mali durumları ve faaliyetleri hakkında bilgi vermelerini zorunlu kılan McCarran Act; sadakatsizlik veya yıkıcılık suçlamalarının deliller yeterince dikkate alınmadan yayınlanmasına yönelik siyasi uygulamaların ve muhalefeti bastırmak üzere adil olmadığı kabul edilen soruşturma ve suçlama yöntemlerinin kullanıldığı McCarthy dönemi ya da yeni Soğuk Savaş. »
Rusya'nın Ukrayna'daki özel askeri operasyonunun başlamasından bu yana dünya, burjuvazinin ABD'deki iletişim araçları üzerinde neredeyse tamamen denetim sahibi olması konusunda çok nesnel bir ders aldı. YouTube ve sosyal medyada, özellikle de Russia Today ve Sputnik'e uygulanan yoğun sansürün yanı sıra, tüm ana akım medya kuruluşları, Rusya ve Çin karşıtı propagandalarının yanı sıra, ABD’nin vekalet savaşına koşulsuz destek vererek uyumlu bir şekilde birlikte hareket etti. Ancak son zamanlarda bazı muhafazakarlar bunu kendilerini bir şekilde savaş karşıtı sunma fırsatı olarak görmeye başladı. Burjuvazi tarafından savunulan ifade özgürlüğü hakkı, egemen sınıfın iletişim araçlarına sahip olma özgürlüğüne eşdeğerdir; böylece hangi düşüncelerin güçlendirilip geniş çapta yayılmayı hak ettiğine ve hangilerinin marjinalleştirilebileceği ya da görmezden gelinebileceğine özgürce karar verebilirler.
Z D: Bir yazınızda « faşist yönetim biçimlerinin sözde liberal dünya düzeninin son derece gerçek ve güncel bir parçası olduğundan[53] » söz etmiştiniz. Neden böyle düşünüyorsunuz?
G R: Geçici bir süre Fascism and the Socialist Solution - Faşizm ve Sosyalist Çözüm başlıklı bir kitap için yaptığım araştırmada, egemen « tek devlet, tek hükümet » paradigmasına meydan okuyan açıklayıcı bir çerçeve geliştirdim. Yaygın görüşe göre, her devlet, eğer açık bir iç savaş içinde değilse, herhangi bir zaman diliminde yalnızca tek bir yönetim biçimine sahiptir. Bu diyalektik olmayan modeldeki sorun, ABD gibi Batı'nın sözde liberal burjuva demokrasilerinde kolaylıkla görülebilir.
Konuyla ilgili bir makalede belgelediğim gibi, ABD hükümeti İkinci Dünya Savaşı sonrasında onbinlerce Nazi ve faşisti rehabilite etti.[54] Bunların birçoğu « Paperclip - Ataş » gibi operasyonlarla güvenli bir şekilde Amerika Birleşik Devletleri topraklarına girmeyi başardı ve bilim, istihbarat ve askeri kurumların (NATO ve NASA da dahil olmak üzere) bünyesine dahil edildi. Bunların bir bölümü Avrupa'daki gizli orduların yanı sıra Avrupa’daki istihbarat örgütleri ve hatta hükümetlerde görev aldı (İtalya'daki Mareşal Badoglio gibi[55]). Bazıları ise « kurtarma halatları » aracılığıyla Latin Amerika'ya veya dünyanın başka yerlerine nakledildi. Japonya’daki faşistlere gelince, onlar büyük ölçüde CİA sayesinde yeniden iktidara getirildiler. Liberal Parti'yi devraldılar ve onu Japonya İmparatorluğu'nun eski liderleri için sağcı bir kulübe dönüştürdüler. ABD imparatorluğunun desteklediği bu küresel emektar anti-komünist ağ, kirli savaşlara, darbelere, istikrarsızlaştırma operasyonlarına, sabotajlara ve terör kampanyalarına katıldı. Faşizmin İkinci Dünya Savaşı'nda, öncelikle yaklaşık yirmi yedi milyon Sovyet ve yirmi milyon Çinli'nin anıtsal fedakarlığıyla yenilgiye uğratıldığı doğru olsa da, sözde liberal demokrasiler bünyesinde olmak üzere, ortadan kaldırıldığı hiç de doğru değildir.
İlerici liberal uzmanların kimi zaman iddia ettiği gibi, ABD'nin yurt dışında faşist yönetim biçimlerini uyguladığını, ancak ülke içinde demokrasiyi sürdürdüğünü söylemek bazılarına cazip gelebilir. Ancak bu tümüyle doğru değildir. Bazı çalışmalarımda ortaya koyduğum gibi, tarihsel-materyalist tahlil her zaman buluşsal açıdan farklı üç boyutu hesaba katmalıdır: tarih, coğrafya ve toplumsal tabakalaşma. Bu bakımdan sadece liberal uzmanlarla aynı sınıf kesimini işgal edenlerin değil, toplumun tamamının incelenmesi önemlidir. Örneğin yerli halkları düşünün. Soykırımcı bir yok etme politikasına maruz bırakılan ve daha sonra Amerikan devletinin denetlediği ve yönettiği rezervlere kapatılan bu insanların çoğu, özellikle de en yoksulları hâlâ ırkçı polis terörüne maruz kalmakta ve insan hakları ve temel demokrasi için mücadele etmektedirler[56]. Aynı durum yoksul ve emekçi Afrikalı-Amerikalı nüfusun yanı sıra göçmenlerden oluşan gruplar için de söz konusudur. George Jackson'ın « Dördüncü Reich[57] » olarak tanımladığı ABD'ye yönelik sert eleştirisini bu şekilde anlamalıyız. Halkın bazı kesimleri, özellikle de ırkçılığın bir kenara ittiği yoksullar ve hayatta kalma müdahalesi veren işçi sınıfı, genel olarak hukuk ve demokratik temsil sistemi tarafından değil, özellikle devlet ve devlet yanlısı zulümle yönetilmektedir. O halde neden demokraside yaşadıklarını varsayıyoruz? Ayrıca bizzat Nazilerin ABD'yi ırkçı apartheid siyasetinin en gelişmiş biçimi olarak gördüklerini ve açık bir şekilde örnek aldıklarını da unutmayalım.[58]
Çoklu yönetim tarzları paradigması, kapitalist toplumdaki sınıf dinamiklerine ve halkın farklı bileşenlerinin aynı şekilde yönetilmediği gerçeğine dikkat ettiği ölçüde diyalektiktir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki profesyonel yönetici sınıfının üyeleri, resmi anlamda bazı demokratik haklara sahiptir ve bu haklara, çeşitli yasal sınıf mücadelesi biçimleri altında başarıyla başvurulabilir. Aşırı sömürülen bir halk olarak kapitalizmin boyunduruğu altında ezilenler, özellikle de Dragon'da (Jackson'a verilen takma ad) olduğu gibi, boyunduruklarından kurtulmak için örgütlenmeye başlarlarsa, genellikle çok daha farklı bir şekilde yönetilirler. Polis terörüne ve şiddetine maruz kalmaktadırlar. Ve tıpkı 1968 ile 1976 yılları arasında FBİ ve polis tarafından öldürülen yirmi dokuz Kara Panter üyesi ve altmış dokuz Kızılderili aktivist gibi (Ward Churchill'in hesaplamalarına göre) onların sözde haklarına sıklıkla ayrım gözetmeksizin müdahale edilmektedir. Hayatının büyük bölümünü hapishanede geçiren ve daha sonra şüpheli bir şekilde öldürülen Jackson gibi teorisyenler bunu açık bir şekilde faşizm olarak adlandırmakta hiç zorlanmadılar.
Kapitalizmde yönetimin gerçekte nasıl işlediğini daha iyi anlamak için, onun farklı işleyiş tarzlarını dikkate alan iyi bir diyalektik yaklaşımı benimsemek önemlidir. Sözde liberal demokrasi, uysal tebaaya haklar ve temsil hakkı vaat eden, kapitalizmin iyi polisi olarak işlev görüyor. Orta ve üst sınıfların katmanlarını ve buna talip olanları yönetmek için geniş çapta kullanılmaktadır. Faşizmin kötü polisi, hem Amerika Birleşik Devletleri'nde hem de yurtdışında halkın yoksul, ırk ayrımına tabi tutulan ve memnuniyetsiz kesimlerinin üzerine salıveriliyor. Tabi ki, iyi polis tarafından yönetilmek daha iyidir. Ve demokrasinin sınırlı biçimlerinin bile savunulması ve genişletilmesi, özellikle devlet aygıtının faşistler tarafından tümüyle ele geçirilmesi durumunun dehşetiyle karşılaştırıldığında, geçerli taktiksel hedeflerdir. Öte yandan, iyi polis ile kötü polisin, burjuva demokrasisinin havucu ya da faşizmin sopasını kullanarak, kapitalist toplumsal ilişkileri korumak, hatta pekiştirmek üzere aynı devlet için ve aynı hedefle birlikte çalıştığının –özellikle de polis sorgusu durumunda– farkına varılması stratejik açıdan önemlidir.
ZD: Pek çok kişi « Trump fenomeni »nin ortaya çıkmasının faşizm tehlikesinin arttığı anlamına geldiğini düşünüyor. Bu bakış açısı hakkında ne düşünüyorsunuz? 6 Ocak 2021'de Kongre Binası'nın Donald Trump destekçileri tarafından basılmasına ilişkin tahliliniz nedir?
GR: Trump faşist güçleri cesaretlendirdi ve onların faaliyetlerini teşvik etti. O, aşırı milliyetçi, beyaz üstünlükçülüğünü savunan, kapitalist ve azgın bir emperyalisttir.[59] Ancak Trump fenomeni, emperyalist düzen içindeki daha geniş kapsamlı bir krizin belirtisidir. Çok kutuplu dünyanın kararlı bir şekilde gelişmesini sürdürmesi, Çin'in yükselişi, malileştirilmiş neo-liberalizmin başarısızlıkları ve büyük emperyalist devletlerin gücünün azalması nedeniyle faşizm, kapitalist dünyada hızla yükseliştedir.
Amerika bağlamında, Joe Biden'ın 2020 seçimleri için yürüttüğü başkanlık kampanyası büyük ölçüde onun ülkeyi faşizmden kurtarabileceği, çünkü iktidarın barışçıl bir şekilde devredilmesine ve hukukun üstünlüğüne saygı duyacağı düşüncesi çevresinde örgütlenmişti. Burjuva demokrasisinin açıkça faşist olan bir diktatörlüğe tercih edildiği kesinlikle doğrudur. Ve ilkinin ikincisine karşı mücadelesi son derece önemlidir. Burjuva demokrasisi ne kadar yozlaşmış, işlevsiz kalmış ve aldatıcı olsa da, halkın belirli kesimlerine örgütlenme, kendilerini politik olarak eğitme ve iktidar inşa etme konusunda önemli bir alan bırakıyor. Bununla birlikte ABD'de Demokrat Parti'nin faşizme karşı bir set oluşturduğunu varsaymak ciddi bir yanılgıdır. Biden iktidara gelir gelmez Trump'ı kışkırtıcı komplo suçundan hapse atacak adımları hemen atmadı. Ve sahadaki faşistlere genellikle yumuşak davranıldı. Çok az sayıda kişi kışkırtıcı komployla suçlandı ve hükümlülerin çoğuna verilen cezalar alışılmadık derecede hafifti. Ancak şimdi, olayların üzerinden yıllar geçtikten sonra ve 2024 başkanlık seçimleri öncesinde, bazı komplocular hapis cezasıyla karşı karşıya ve Trump birçok cephede kovuşturmaya maruz kalmakta. Üstelik Biden yönetimi, Amerika'nın polis devletini, ırkçı polis şiddetini ve (kurulmasına kendisinin de katkıda bulunduğu) toplu hapsetme sistemini geriye döndürmek için ciddi adımlar atmadı. Faşist örgütleri ve milisleri dağıtmak için de önemli adımlar atmadı. Her ne kadar Scranton Joe (Joe Biden), yerel faşist hareketleri Trump gibi açık bir şekilde desteklememiş olsa da ki bu olumlu bir gelişmedir, ekibi ABD'nin emperyalist programını uygulamayı sürdürdü ve Ukrayna gibi ülkelerde faşizmin gelişmesini yoğun bir şekilde destekledi.[60]
Kongre Binası baskınına gelince, bu olay sadece Biden'ın seçilmesine karşı kendiliğinden gelişen bir ayaklanma değildi. Konuyla ilgili ayrıntılı bir makalede belgelediğim gibi, bu proje kapitalist egemen sınıfın bir kısmı tarafından destekleniyordu. Ve ABD hükümetinin en üst kademeleri bu olayın yaşanmasına izin verdi[61]. Publix süpermarket zincirinin varisi Julie Jenkins Fancelli, 2020 seçim sonuçlarına karşı çıkan « Stop and Steal – Durdur ve Çal » Operasyonu için yaklaşık 300.000 dolar sağladı. Trump ailesinin çevresi aynı zamanda milyonlarca dolar topladığı mitingin finansmanına da doğrudan dahil oldu: « Trump'ın siyasi operasyonu 6 Ocak’ı düzenleyenlere 4,3 milyon dolardan fazla para ödedi[62]. » Baskın, popüler bir çözüm olmaktan uzaktı, dolayısıyla yapay olarak teşvik edilmiş bir taban operasyonuydu. Dahası, istihbarat servislerinin, ordunun ve üst düzey polis yetkililerinin –en azından– Kongre Binası'na baskın yapılmasına izin verdiğine ilişkin çok açık işaretler var. Kongre Binası'ndaki ilerici protestolar için uygulanan acımasız güvenlik önlemlerine aşina olan herkes, video görüntülerine ve Kongre Binası Polisinin yalnızca beşte birinin o gün görevde olduğu ve bu protestolarla ve belirgin bir şekilde beklenen çatışmalarla başa çıkmak için yeterli donanıma sahip olmadığı gerçeğine dayanarak bunu hemen gördü. Oysa Ulusal Muhafızların konuşlandırılmasındaki gecikmeden ordunun üst düzey komutanlığının doğrudan sorumlu olduğunu ve Kongre Binası yakınlarında hazır bekleyen Homeland Security (İç Güvenlik Bakanlığı) ajanlarının harekete geçirilmediğini artık biliyoruz. Bütün bunlar ve daha da fazlası, ABD hükümetinin en üst kademelerinin Kongre Binası'nın yağmalanmasındaki suç ortaklığını açık bir biçimde ortaya koyuyor.
ABD İç Güvenliği tarafından gerçekleştirilen psikolojik operasyonların genişlemesinin uzun tarihini ciddi bir şekilde inceleyen herkes için, 6 Ocak'ın bazı unsurları bu hikayeyle örtüşüyor. Açık olmak gerekirse, bu, bunun burjuva medyası tarafından aptalca pazarlanan bir komplo olduğu anlamına gelmiyor. Capitol'e saldıran kişilerin hepsinin işin içinde olduğu ya da bunların maaşlı aktörler olduğu düşüncesi ya da bunun gibi saçma bir şey de. Bu operasyonlar « bilme ihtiyacı » ilkesine göre yürütülür; bu, ideal bir durumda emir komuta zincirinin tepesinde yer alan sadece birkaç kişinin bilinçli bir şekilde suça ortak olduğu anlamına gelir. Bunların arkalarında ise bilinçsizce, kendi isteğiyle hareket eden pek çok kişi vardır. Bu, yüksek düzeyde bir öngörülemezlik yaratır ve böylece tabandan kendiliğinden gelişen eylemin arzu edilen şekilde ortaya çıkmasını teşvik eder, bu yolla zirvedeki karar vericilere koruma sağlar.
Kongre Binası'na yapılan saldırının finansmanı, teşviki ve buna izin verilmesi sürecinde yer alan seçkin operatörler hakkında bilinmesi gereken çok şey var. Bu konu hakkında daha fazla bilgi elde edilene kadar, ki muhtemelen bu zamanla olacaktır, en azından bu baskının Biden yönetimi için son derece kullanışlı bir olay olduğunu biliyoruz. Bu, « Sleepy Joe »nun şaşırtıcı bir şekilde « demokrasi kurtarıcısı » halesini kuşanarak iktidara yükselmesine olanak tanıdı ve aynı zamanda onun sağa ve egemen sınıfın işçilere karşı süregelen savaşına yönelik hamlelerine yetersiz bir kılıf sağladı. Trump hapse atılmak yerine neredeyse anında rehabilite edildi. Yönetimine bağlı medya kuklaları (Tucker Carlson ve Alex Jones gibi insanlar), Trump ve destekçilerinin korkunç bir hükümet komplosunun kurbanları olduğuna ilişkin belirsiz bir anlatının oluşturulmasına yardımcı oldu. Kendisini büyük hükümete karşı çıkan, özgürlüğü seven bir muhalif olarak sunarak, sözde aykırı bir tip olarak yeni bir başkanlık kampanyasına hazırlandı. Kendisine yöneltilen suçlamaların ne kadar ileri gideceği belli değil, ancak zamanlama çok şüphe uyandırmaktadır çünkü bunlar olaydan üç yıl sonra, bir sonraki başkanlık seçimleri mücadelesinin, iki emperyalist aday arasındaki at yarışının yaşanacağı bir dönemde meydana geldi.
ZD: Bugün dünya solu olarak burjuvazinin ideolojik hegemonyasına karşı nasıl direnebiliriz? Ne tür bir devrimci teori inşa etmeliyiz?
GR: Kapitalist dünyada burjuvazinin ideolojik hegemonyası, kültürel aygıt, yani tüm kültürel üretim, dağıtım ve tüketim sistemi üzerinde uyguladığı şaşırtıcı denetim üzerinden sürdürülüyor. Alan MacLeod şöyle yazıyor: « Beş devasa şirket Amerika'nın okuduğu, izlediği veya dinlediği şeylerin yüzde 90'ından fazlasını denetimi altında tutuyor[63]». Bu mega şirketler, yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, ABD hükümetiyle yakın işbirliği içinde çalışıyor. Küresel hedefleri, 1981'deki ilk personel toplantısında CİA Direktörü William Casey tarafından açıkça ifade edilmişti: « Amerikan kamuoyunun inandığı her şey yanlış olduğu zaman, dezenformasyon programımızın başarıya ulaştığını anlayacağız ».
Bunlar ABD gibi bir ülkede ideolojik mücadelenin nesnel koşullarıdır. Bu nedenle, yalnızca doğru bir tahlil geliştirmemiz ve bireysel bakış açılarımızı paylaşmamız, akılcı kanıt ve konuşma yoluyla insanları ikna etmemiz gerektiğini düşünmek saflık olacaktır. Gerçek bir etkiye sahip olmak için kolektif olarak çalışmalı ve gücü kendi lehimize kullanmanın yollarını bulmalıyız. Şu anda Jennifer Ponce de Léon ile üzerinde çalıştığım ve kültürü bir sınıf mücadelesi alanı olarak inceleyen bir kitapta, buluşsal olarak üç farklı taktiği birbirinden ayırdık. Birincisi, olağanüstü altyapısından yararlanarak burjuva kültür aygıtını kendisine karşı kullanarak içerisine gizlice sızmayı ve böylece hegemonya karşıtı mesajları geniş çapta yaymayı (Boots Riley bunu başaranların harika bir örneğidir) içeren Truva atı taktiği. İkinci önemli taktik ise düşüncelerin üretimi, dolaşımı ve algılanması için alternatif bir aygıt geliştirmektir. Alternatif medya ve yayınlardan eğitim platformlarına, kültürel alanlara, aktivist ağlarına ve toplum merkezlerine kadar bu cephede pek çok önemli çalışma yürütülüyor. Ponce de Léon ve ben, bu tür çalışmalara adanmış Eleştirel Teori Atölyesinde yer alıyoruz[64]. Son olarak, iktidarı burjuvazinin elinden alan ülkelerde geliştirilen sosyalist aygıtlar var. Ürettikleri haber, bilgi ve kültür, kapitalist kültür aygıtına gerçek bir seçenek oluşturuyor. Batı Yarımküre'den sadece iki önemli örnek vermek gerekirse, Küba'daki Prensa Latina ve Venezuela'daki Telesur özellikle başarılı işler yapıyor.
İhtiyacımız olan devrimci teori türüyle ilgili olarak, yalnızca Cheng Enfu [Temmuz 1950 doğumlu Cheng Enfu, Marksist Felsefe Akademisi'nin yöneticisi ve CASS'taki Batı Ekonomik Araştırmaları Merkezi'nin yöneticisi ve WAPE – Dünya Ekonomi Politik Birliği başkanıdır] ile aynı düşüncede olduğumu söyleyebilirim. Enfu, pek çok kişinin çalışmalarını izleyerek ve geliştirerek, Marksizmin yaratıcı olduğunu ve düzenli olarak değişen durumlara uyarlanması gerektiğini ikna edici bir şekilde savundu.[65] Marksizm, mermere kazınmış bir doktrin olmaktan çok uzaktır. Losurdo'nun dediği gibi zamanla değişen bir öğrenme sürecidir. Bugün itibariyle, bu cephede yapılması gereken çok iş vardır. En acil sorunlardan yalnızca üçünü vurgulamak için, faşizmi, küresel savaşı ve ekolojik çöküşü hem anlayıp hem de aynı zamanda sona erdirebilecek devrimci teoriyi daha da geliştirmeliyiz [66]. Ben emperyalist merkezde yaşadığım ve örgütlendiğim için, şimdiye kadar devlet müdahalesine kapalı olan bu özel bölgede de devrimci teori ve pratiğin geliştirilmesinin de önemli olduğunu sözlerime ekleyeceğim.
Genel olarak, en önemli devrimci teori, sosyalizmin inşası gibi karmaşık ve zor bir göreve katkıda bulunan teoridir. 1917'den bu yana pek çok beklenmedik olay yaşandı ve çok şey öğrenildi. Bugün dünyanın durumu, Üçüncü Enternasyonal'in zirvesindeki veya Soğuk Savaş dönemindeki durumundan çok farklıdır. Sosyalist ülkeler, emperyal dünya düzenine karşı çıkan yeni uluslararası çerçeveler (BRİCS+, Belt Road–Kuşak Yolu Girişimleri, Şangay İşbirliği Örgütü, ASEAN vb.) oluşturmak için ulusal kalkınmalarına öncelik veren kapitalist ülkelerle birlikte çalışıyor. Batı ve Orta Afrika'da yaşanan son ayaklanmalar bölgedeki Fransız yeni-sömürgeci rejimine ve Batı emperyalizminin zindanına meydan okudu. Sömürgecilik karşıtı kurtuluş ve yeni ortaya çıkan çok kutuplu dünya için bu ve diğer mücadeleleri anlamak ve ilerletmek hayati önemde olan teorik ve pratik bir görevdir. Aynı zamanda, emperyalist dünya düzenine karşı mücadelenin ve çok kutupluluğun gelişmesinin, sosyalist projenin genişlemesine doğru nasıl sıçrama tahtası oluşturabileceğini açıklayabilmek son derece önemlidir. Bu, çağımızın en acil sorunlarından biridir.
Gabriel ROCKHİLL / Zhao DİNGQUİ
(İnvestig’action sitesinde 5 Temmuz 2024 tarihinde Zhao DİNGQUİ imzasıyla Fransızca yayınlanan Gabriel ROKCKHİLL mülakatından Türkçeleştirilmiştir. https://investigaction.net/comment-les-etats-unis-menent-la-bataille-culturelle-pour-gagner-les-coeurs-et-les-esprits/)
[1] Bakınız Raúl Antonio Capote, Enemigo (Madrid : Ediciones Akal, 2015).
[2] Bu ve sonraki paragraflarda yer alan bilgiler, özellikle arşiv araştırmaları, Freedon of İnformation Act’a (Bilgi Edinme Özgürlüğü Kanunu) ilişkin çok sayıda talep ve « Dirty Work: The CIA in Western Europe », 1ère éd. (Dorset : Dorset Press, 1978) ; Frédéric Charpier, « La C.I.A. en France : 60 ans d’ingérence dans les affaires françaises » (Paris : Editions du Seuil, 2008) ; Ray S. Cline, « Secrets, Spies, and Scholars » (Washington, DC : Acropolis, 1976) ; Peter Coleman, « The Liberal Conspiracy: The Congress for Cultural Freedom and the Struggle for the Mind of Postwar Europe » (New York : The Free Press, 1989) ; Allan Francovich, » On Company Business » (documentaire), 1980 ; Pierre Grémion, «Intelligence de l’anticommunisme : Le Congrès pour la liberté de la culture à Paris , 1950-1975» (Paris : Librairie Arthème Fayard, 1995) ; Victor Marchetti et John D. Marx, «The CIA and the Cult of Intelligence» (New York : Dell Publishing Co., 1974) ; Frances Stonor Saunders, «The Cultural Cold War» (New York : The New Press, 2000) ; Giles Scott-Smith, «The Politics of Apolitical Culture: The Congress for Cultural Freedom, the CIA and Post-War American Hegemony » (New York : Routledge, 2002) ; John Stockwell, «The Praetorian Guard: The U.S. Role in the New World Order» (Boston : South End Press, 1991) ; Hugh Wilford, «The Mighty Wurlitzer : How the CIA Played America» (Cambridge, Massachusetts : Harvard University Press, 2008) gibi birçok kaynaktan derlenmiştir.
[3] Bakınız Wilford, «The Mighty Wurlitzer».
[4] Bakınız Carl Bernstein, “The CIA and the Media”, Rolling Stone, 20 octobre 1977.
[5] John M. Crewdson, «Worldwide Propaganda Network Built by the C.I.A.», New York Times, 26 décembre 1977.
[6] Çalışma grubunun raporu, merkezi istihbarat başkanına yazılmış not « Task Force Report on Greater CIA Openness » (Worldwide Propaganda Network Built by the C.I.A.), 20 décembre 1991, cia.gov.
[7] Bakınız Crewdson, « Worldwide Propaganda Network ».
[8] William F. Pepper, “The Plot to Kill King” (New York : Skyhorse, 2018), s.186’da anılıyor.
[9] Crewdson, «Réseau mondial de propagande».
[10] Bkz. Yasha Levine, «Surveillance Valley» (New York : PublicAffairs, 2018) et Alan Macleod dans MintPress News : «National Security Search Engine : Google’s Ranks Are Filled with CIA Agents», 25 juillet 2022 ; «Rencontrez les anciens agents de la CIA qui décident de la politique de contenu de Facebook», 12 juillet 2022 ; «Le Bureau fédéral des tweets : Twitter embauche un nombre alarmant d’agents du FBI», 21 juin 2022 ; « Le pipeline de l’OTAN vers TikTok: pourquoi TikTok emploie-t-il autant d’agents de sécurité nationale ? », 29 avril 2022 adlı makaleler.
[11] Church Komitesi raporu bizzat CİA tarafından yakından kontrol ediliyor ve denetleniyordu, dolayısıyla sayıların çok daha yüksek olması kuvvetle muhtemeldir.
[12] Bkz. Noam Chomsky et al., The Cold War and the University (New York : The New Press, 1997) ; Sigmund Diamond, “Compromised Campus: The Collaboration of Universities with the Intelligence Community”, 1945–1955 (Oxford : Oxford University Press, 1992); Walter Rodney, «The Russian Revolution: A View from the Third World», éd. Robin D. G. Kelley et Jesse Benjamin (Londres: Verso, 2018); Christopher Simpson, « Science of Coercion: Communication Research and Psychological Warfare» (Oxford : Oxford University Press, 1996).
[13] Bkz. The New School Archives, John R. Everett records (NS-01-01-02), série 3. Dossiers thématiques, 1918-1979, vrac: 1945-1979, Central Intelligence Agency (CIA), 1977-1978, findingaids.archives.newschool.edu/repositories/3/archival_objects/34220. Bazı ayrıntıları gösteren geniş bir belge koleksiyonu, theblackvault.com adresindeki Black Vault MKULTRA koleksiyonunda mevcuttur.
[14] Bkz. Gabriel Rockhill, “Radical History and the Politics of Art” (New York : Columbia University Press, 2014).
[15] Bkz. Matthew Alford et Tom Secker,” National Security Cinema: The Shocking New Evidence of Government Control in Hollywood “(CreateSpace Independent Publishing Platform, 2017).
[16] Alford et Secker, National Security Cinema, sayfa 49’da anılıyor.
[17] Örnek olarak bakınız Michel Collon ve Test Media International, Ukraine : La Guerre des images (Bruxelles : Investig’Action, 2023).
[18] Bkz. Wilford, « Le Puissant Wurlitzer » ; Agee ve Wolf, « Sale boulot » ; Charpier, « La C.I.A. en France ».
[19] Bkz. Daniele Ganser, “NATO’s Secret Armies” (New York : Routledge, 2004) et Allan Francovich, “Gladio” (documentaire), British Broadcasting Corporation, 1992.
[20] Bkz. Saunders, « The Cultural Cold War » et Hans-Rüdiger Minow, « Quand la CIA infiltrait la culture » (documentaire), ARTE, 2006.
[21] Postyapısalcılık terimi pek çok bakımdan İngilizce bir buluştur çünkü Fransızca bağlamında (en azından başlangıçta), sözde postyapısalcılar yapısalcı projeyi –kuşkusuz, biraz farklı şekillerde– sürdüren ve pekiştiren kişiler olarak görülüyorlardı.
[22] Michel Foucault, « Dits et écrits 1954-1988 », vol. 1 (Paris : Éditions Gallimard, 1944), 542. Foucault üzerine daha derinlemesine bilgi için bkz Gabriel Rockhill, « Foucault : The Faux Radical » Los Angeles Review of Books, Octobre 12, 2020, thephilosophicaksalon.com
[23] Bkz. Gabriel Rockhill, « The Myth of 1968 Thought and the French Intelligentsia », Revue mensuelle 75, no. 2 (juin 2023) : 19-49.
[24] Bkz. Aymeric Monville, « Neocapitalism According to Michel Clouscard» (Madison : Iskra Books, 2023) için yazdığım önsöz.
[25] İstihbarat yönetimi, « France : Défection des intellectuels de gauche », Central Intelligence Agency, 1er décembre 1985, 6, cia.gov.
[26] Walter Rodney, “Decolonial Marxism : Essays from the Pan-African Revolution” (Londres : Verso, 2022), 46.
[27] Yorumlarıma ilişkin kanıtların çoğunu aşağıdaki makalelerde bulabilirsiniz: Gabriel Rockhill, «The CIA and the Frankfurt School’s Anti-Communism», Los Angeles Review of Books, 27 juin 2022, thephilosophicalsalon.com, et Gabriel. Rockhill, « Critical and Revolutionary Theory: For the Reinvention of Critique in the Age of Ideological Realignment », dans Domination et Emancipation: Refaire la critique, éd. Daniel Benson (Lanham: Rowman and Littlefield Publishers, 2021), 117-61.
[28] Bkz. Wolfgang Kraushaar, éd., Frankfurter “Schule und Studentenbewegung : Von der Flaschenpost zum Molotowcocktail 1946–1995“, vol. 1, Chronik (Hambourg : Rogner et Bernhard GmbH et Co. Verlags KG, 1998), 252-53.
[29] Süveyş Kanalı Savaşı’na ilişkin bkz. Richard Becker, « Palestine, Israel and the U.S. Empire » (San Francisco : PSL Publications, 2009), 71-78.
[30] Bkz. Stuart Jeffries, “Grand Hotel Abyss: The Lives of the Frankfurt School” (Londres : Verso, 2016), 297. Adorno ve Horkheimer'in Nasır'la ilgili açıklamaları Batı medyası ve istihbarat teşkilatlarının ürettiği propagandayla aynı türdendir. Paul Lashmar ve James Oliver'ın ikna edici bir şekilde öne sürdüğü gibi, Mİ6 ve CİA ile yakın bağları olan gizli bir anti-komünist propaganda bürosu olan Bilgi Araştırma Departmanı, BBC'ye ve onunla bağlantılı diğer haber kuruluşlarına, Nasır'ı, « sömürgecilik karşıtı liderler tarafından tercih edilen çok amaçlı bir propaganda hattı », « bir Sovyet kandırmacası » olarak sunmaları yönünde baskı yaptı.
[31] Bkz. Franz Neumann ve arkadaşları, «Secret Reports on Nazi Germany: The Frankfurt School Contribution to the War Effort», éd. Raffaele Laudani, trad. Jason Francis McGimsey (Princeton : Princeton University Press, 2013); Barry M. Katz, «Foreign Intelligence: Research and Analysis in the Office of Strategic Services, 1942-1945» (Cambridge, Massachusetts : Harvard University Press, 1989); Tim B. Müller, Krieger und Gelehrte : «Herbert Marcuse und die Denksysteme im Kalten Krieg» (Hambourg : Hamburger Edition, 2010).
[32] Jürgen Habermas, «The New Conservativism: Cultural Criticism and the Historians’ Debate», éd. et trad. Shierry Weber Nicholsen (Cambridge, Massachusetts : MIT Press, 1990), s. 69.
[33] Rockhill, «Critical and Revolutionary Theory».
[34] Nancy Fraser, «Capitalism’s Crisis of Care», Dissent 63, no. 4 (automne 2016).
[35] Bkz. Tita Barahona, “Judith Butler, la pope del ‘feminismo’ postmoderno, y su apoyo al capitalismo yanqui”, Canarias-semanal, 7 avril 2022, canarias-semanal.org, ve Ben Norton, « Postmodern Philosopher Judith Butler a fait des dons à plusieurs reprises à «Top Cop» Kamala Harris », 18 décembre 2019, bennorton.com.
[36] Örnek olarak, Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser’e yönelttiğim eleştiriler Rockhill, « Critical and Revolutionary Theory ».
[37] « Washington’s Long War on Syria » (Montréal : Baraka Books, 2017) adlı kitabında Stephen Gowans bu konuda çok iyi örnekler sunuyor.
[38] Gabriel Rockhill, « Capitalism’s Court Jester: Slavoj Žižek », CounterPunch, 2 janvier 2023.
[39] Bkz. YouTube’da arşivlenen 1990 tarihli televizyon seçim tartışması « Slavoj Žižek — 1990 Election Debate in Slovenia », vidéo YouTube, 9:40, publiée le 18 mai 2021, youtube.com/watch?v=942h8enHCZs.
[40] Slavoj Žižek, «Why the West Will Keep Losing in Africa: Neocolonialism Is Giving Birth to a Wretched Authoritarianism », New Statesman, 4 septembre 2023.
[41] Slavoj Žižek, « The Left Must Embrace Law and Order », New Statesman, 4 juillet 2023.
[42] Örnek olarak bkz. Collon, « Ukraine : La Guerre des images » ve Pepe Escobar, « Why the CIA Attempted a ‘Maidan Uprising’ in Brazil », The Cradle, 10 janvier 2023, new.thecradle.co
[43] Amin şöyle yazıyordu : « Üçlü, Kiev'de 'Avrupa/Nazi darbesi' olarak nitelendirilmesi gereken bir olayı örgütledi. Batı medyasının Triad politikasının demokrasiyi geliştirmeyi amaçladığını iddia eden söylemi tamamen yalandır » ( Samir Amin, « Contemporary Imperialism », Monthly Review 67, n° 3 [juillet-août 2015] : 23-36).
[44] Bkz. Gabriel Rockhill, « The U.S. Is Not a Democracy, It Never Was », CounterPunch, 13 décembre 2017.
[45] John Grafton, éd., “The Declaration of Independence and Other Great Documents of American History 1775–1865” (Mineola, New York : Dover, 2000), 8. Aynı şekilde bkz. Roxanne Dunbar-Ortiz, “An Indigenous Peoples’ History of the United States” (Boston : Beacon Press, 2015) ve David Michael Smith, “Endless Holocausts” (New York : Monthly Review Press, 2023).
[46] Terry Bouton, “Taming Democracy: “The People,” the Founders, and the Troubled Ending of the American Revolution” (Oxford : Oxford University Press, 2007), 4.
[47] Ralph Louis Ketcham, éd., “The Anti-Federalist Papers and the Constitutional Convention Debates” (New York : Signet, 2003), 199.
[48] Herbert J. Storing, éd., “The Complete Anti-Federalis”t, vol. 2 (Chicago : University of Chicago Press, 2008), 13.
[49] Her ne kadar genel çerçeveyle ilgili bazı sorunlarım olsa da, iddialarıma yönelik ampirik kanıtların çoğunu bu kitabın üçüncü bölümünde sunuyorum: Gabriel Rockhill, « Contre-histoire du temps présent : Interrogations intempestives sur la mondialisation, la technologie, la démocratie » (Paris : CNRS Éditions, 2017). Kitabın İngilizcesi : Counter-History of the Present: Untimely Interrogations into Globalization, Technology, Democracy (Durham : Duke University Press, 2017).
[50] Martin Gilens et Benjamin I. Page, «Testing Theories of American Politics: Elites, Interest Groups, and Average Citizens», Perspectives on Politics la politique 12, no. 3 (septembre 2014) : 564.
[51] Bkz. William Blum, “Killing Hope : US Military and CIA Interventions Since World War II”(Londres : Zed Books, 2014), ainsi que son « Overthrowing Other People’s Governments : The Master List » sur williamblum.org.
[52] Gabriel Rockhill, “Liberalism and fascis : The Good Cop and Bad Cop of Capitalism,”, Black Agenda Report, 21 octobre 2020, blackagendareport.com.
[53] Gabriel Rockhill, « “C,” CounterPunch, October 16, 2020.
[54] « Etiyopya'daki korkunç savaş suçlarından sorumlu Benito Mussolini'nin eski işbirlikçisi Mareşal Badoglio'ya, faşizm sonrası İtalya'nın ilk hükümet başkanı olmasına izin verildi. İtalya'nın faşizmden kurtarılmış kesiminde, yeni sistem ilginç bir şekilde eski sisteme benziyordu ve bu nedenle birçok kişi tarafından fascismo senza Mussolini ya da « Mussolini'siz faşizm » olarak reddedildi. (Jacques R. Pauwels, The Myth of the Good War [Toronto : Lorimer, 2015], 119).
[55] Bkz. Voir Dunbar-Ortiz, “An Indigenous Peoples’ History of the United States et Smith”, Endless Holocausts.
[56] George L. Jackson,” Blood in My Eye” (Baltimore : Black Classic Press, 1990), 9.
[57] Örneğin bkz. James Q. Whitman, “Hitler’s American Model” (Princeton : Princeton University Press, 2018).
[58] Bkz. John Bellamy Foster, “Trump in the White House: Tragedy and Farce” (New York : Monthly Review Press, 2017).
[59] Bkz. Gabriel Rockhill, « Nazis in Ukraine: Seeing through the Fog of the Information War », Liberation News, 31 mars 2022, liberationnews.org.
[60] Bkz. Gabriel Rockhill, « Lessons from January 6th: An Inside Job », CounterPunch, 18 février 2022.
[61] Anna Massoglia, « Details of the Money behind Jan. 6 Protests Continue to Emerge », OpenSecrets News, 25 octobre 2021, opensecrets.org.
[62] Alan MacLeod, éd., Propaganda in the Information Age : Still Manufacturing Consent (New York : Routledge, 2019).
[63] Kökeni ile ilgili olarak, sık sık alıntılanan bu açıklamaya ilişkin tartışma için bakınız: Tony Brasunas, « Is the CIA Trying to Deceive All Americans ? », 9 février 2023, tonybrasunas.com.
[64] Bkz. critiquetheoryworkshop.com.
[65] Bkz. Cheng Enfu, “China’s Economic Dialectic” (New York : International Publishers, 2021).
[66] Amerika Birleşik Devletleri'ndeki en önemli Marksistlerden biri olan John Bellamy Foster, her üç cephede de son derece önemli çalışmalar yürüttü.