şimdinin yokluğu
Az önce sobada fındık kavurdum. Isıyla kimyası değişmiş lezzetli atomları birer birer yiyorum. Bunu yazıya döktüğümde yiyorum dediğim fındıkları mevcudu ve maddesi eksik dişlerimde ufalayıp yutuverdim.
Her ne kadar aynı makus kaderi paylaşacak yenilerini avucuma aldıysam da, devinimin bir öncekinin tamamen aynısı olmadığı konusu ayrı bir tarafa, görüngüyü beynim algıladığı anda, olay telaffuz anından itibaren ‘geçmiş zaman’ oluverdi bile. Yanılsamalı bir ‘şimdi’, algıyla birlikte fiilen, artık zorunlu olarak ‘geçmiştir’.
‘Koşuyorum’ dediğimde, ne kadar uzun mesafeci olursanız olun aslında zaten başlamış ve tamamlanmış bir hareketin dile getirilişiyle koşuyordum ya da koşmuşumdur. Adım tarzı, yere basış biçimi aynı da olsa, atacağım yeni adımlar başlangıçtaki ‘koşuyorum’un aynısı ya da devamı değildir. İşin doğrusu kolaycılığa kaçarak bir tür olmayan bir koşuyorum ile olan biteni geçiştirip olmayana yaymak değildir: aslında her adımda ayrı bir koşuyordum. ‘Yeryüzünün gizli yasası’nı görmezden gelmek kolayımıza gelse de, ayağımıza takılan, yersiz bir etkiyle yuvasından çıkmış tökezleten taşlar, çevremiz kabul ettiğimiz küçük evrenleri topyekun sorgulamaya kalkışmamızı kışkırtıyor.
Aldanmak isteyen, adı ne konursa konsun, ne kadar gerçeklikle senkronize olmasa da mutlaka kendisine uygun düşen, kolay kullanılabilir bir fiil zamanı yaratır. Bilfiil zamanı yadsımak pahasına da olsa.
Bir de şimdiki zaman sandığımız yaşanmışlığı, çoktan tüketilmiş bir gelecek uğruna feda etme kaygısıyla çabalayanların durumu var. Acı ve iniltiyle dolu bir yaşama budalaca katlanma ısrarı, ‘biçim değiştirerek’ anımsanmış gibi yapan önceki yaşanmışlıklar; çok zengin geçmiş zaman külliyatını görmezden gelip, etkisini yitirmiş bir ‘geniş zamana’ sürdürülebilir sandığımız bir varoluşu yayma çabasından ibaret görünüyor. Bu yaygın durumda gelecek, şimdiden geçmiş zamana dönüşmüş bir yaratım olmaya öykünür. Şu anda, yarın koşacağım demek hiçbir gerçekleşme garantisi olmayan bir yaratım, sonucu belirsiz bir tasarımdır.
Şimdi radyo çalıyor; kulaklarımdan beynime giden yolda algıladığıma ve sonrasında sembolik harflere, olan biteni fazlasıyla daraltan kısıtlayıcı sözcüklere dönüştürdüğüme göre, bu bal gibi “geçmiş”. Çalmaya devam ediyor dediğim andan itibaren ‘bilinmez’ bir gelecek. Gereksiz şimdi, geçmiş ile gelecek zaman arasında çoktan sıkışıp yok olmuştur. Yani sırasını beklerken bir tür “miş”li geçmişin karanlık ve masalımsı hücresine kilitlenip hapsolmuştur. Kimine göre ise geçmiş ile gelecek zaman arasında kalakalmış, geçmişte çırpınan bir gelecek zaman olmuştur. Dile getirildiğinde biçim değiştirmese, dünden sonra, yarından öncedir.
Israrla, illa ki ‘şimdi’ devam etmekte olan bir ‘yor’ ekli yorgun eylem ise tartışmasız olarak geniş zamana geçiş yapar. Süresi olmayan, sürmekte olan, olmayan bir şimdinin zamanı. İşin aslı şimdinin hiç ‘zamanı yok!’.
Aptalca bir zamansallık saplantısı hali içerisinde, şimdiye hakim olduğumuzu varsaydığımızda etrafımıza kibirli mutluluk kokuları saçarız. Oysa yaşamın bütününe suda çürümüş organizmanın geniz yakan metanı egemendir. Zaman hiçbir şeyin ilacı değildir.
Rahatsızlık içerisinde önceden tasarlayarak bir oluşu zorlamak. Taammüden girişimin hiç de hafifletici olmayan bir başka cephesi. Fazla derin izler bırakmaya çalışmadan, ayakkabı elde parmak ucunda bu kısa koridordan tin tin ilerleyip sırasını savmak varken, zaman vurgulu boş çabalarla ‘vakit öldürmek’ tam bir ‘salaklık‘ göstergesi sayılmaz mı?
Ölüm için yaşamı tezgahlayarak tüketmek. Hem de sadece anlık olarak çoktan geçmiş kaliteli bir yaşam imgesi içerisinde. Ümit ettiren, arzu kışkırtan, yani bir anlamda olmayan bir yarın uğruna.
Bir tür ölmeksizin ölmek gibi.
Hiçbir şey bir başkasının tıpatıp aynısı olmadığı halde, düşünce yoksunluğundan, akıl kıtlığından, bir türlü anlaşılmayan ötekini çaresizce onaylamak için son zamanlarda olur olmaz söylendiği gibi : ‘Aynen öyle’.