Skip to main content

Paris'in kurtuluşu

 19 ila 25 Ağustos 1944 tarihleri arasında Paris kenti İkinci Dünya Savaşında süre giden dört yıllık işgale son veriyordu. Altı gün süren çatışmalarda Fransız 2nci Zırhlı Tümeninden 130, 532 Fransız direnişçi, 177 polis ve yaklaşık 2800 sivil yaşamını yitirmiştir. Almanlar ise 3200 kayıp vermiş ve 12800 asker tutsak edilmiştir.

Hitler Paris’teki köprü ve anıtların yok edilmesi, halkın direnişinin acımasızca bastırılması ve bir tür Stalingrad yaratılması için son askere kadar çatışmanın sürdürülmesi emrini vermiştir. Ancak bununla görevlendirdiği General Von Choltitz kaçmakta aceleci davrandı.  

Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) Partizan örgütü FTP üyesi olan beşimiz de Muhafız Müfrezesine dahildik. Daha önce Saint-Just Müfrezesindeydik ama Puteaux (1) muhtarının infaz edilmesinden sonra, motorize özel bir tim oluşturmak üzere bizi müfrezeden ayırdılar. İki aracımız da République yakınındaki bir garajdalar. Patronu bizim kim olduğumuzu biliyor ve bizden kira almıyor. Paris sakin, sokaklarda pek kimse yok. Ara sıra Almanlara ait araçlar geçiyor. Şimdilik, halihazırda yoğun bir afiş savaşı yaşanıyor. FN (Komünist Ulusal Cephe) duvarları güzel, renkli afişlerle süsledi. Almanlar buna küçük uyarı afişleriyle yanıt verdiler. Vali de altta kalmayarak hemen oyuna dahil oldu ve sokağa çıkma yasağının uzatıldığı konusunda halkı uyardı. FKP’ye gelince sık sık aceleyle «özel mülkiyete, ticari… ve diğerlerine saygı » gösterilmesini talep etti.

Başka bir deyişle, mücadele ayda 3000 Frank ile altında gelire sahip olanlar arasında sınırlı kaldı.

Guy-Moquet Müfrezesinden iki kişi bizimle irtibat kurdu…

Sağlığına kavuşan Guy, mutlu bir şekilde aramıza katıldı. Grup ise huzursuzluk içerisinde çünkü bir haftadır irtibatlarımız kesilmiş durumda. Buna rağmen kararlar almaya devam ediyoruz. Guy ve ben Boul’Mich’e doğru gideceğiz. Diğerleri, ayrıntılı bilgi için Simone Boisson’a telefon ediyorlar.

Saint-Michel ve Saint-Germain Bulvarlarının kesiştikleri köşeye varıyoruz, rastgele silahlanmış elliye yakın adam var. Kimilerinde tüfekler var, sonuç: altıya yakın Alman kamyonu ağır hasar görüyor. Kimilerinde ise 7,65mm’lik tabancalar var. Onlar da kamyonlar tam sürat geçerken ateş ediyorlar ama bu mühimmat kaybından başka bir şeye yaramıyor.

Sen nehri kenarında, makineli tüfekli polisler var! Bir memur koşarak yanımıza geliyor. Elindeki kağıdı sallıyor: « Ateşkes zamanı !». Biraz tartışıyoruz. Polis sağırlar diyalogunu sürdürüyor: « Bu bir emirdir! ». Guy barışçıl bir şekilde yanıtlıyor onu « Kafa ütüleme! ». Kimin emriymiş bu?

Öte yandan aynasızlar coşku içerisinde ve memnuniyetlerini gökyüzünü makineli tüfeklerle tarayarak gösteriyorlar… Bu da bir tür konuşma şekli, çünkü mermiler bir evin dördüncü katındaki panjurlara isabet ediyor ve pencereye hemen bağırıp çağıran insanlar çıkıveriyor. Atıcılar özür diliyor, diğerleriyse rica ederim, bir şey değil diyorlar. Her şey yolunda, herhangi bir sorun yok. Savaş ya da seviş. Canın nasıl isterse öyle yap.

Guy ve ben République’e ulaşmaya karar veriyoruz. Cité’nin yakınlarında, ateşkes adına, aynasızlar Alman askerlerine ait bir kamyonu serbest bırakıyorlar!

Hoparlörlü arabalar « Ateşkes, ateşkes! » diye dolaşıyorlar. Araçların üzerinde bir Alman askeri ve bir Fransız polisi bulunuyor (bu görüntü resmi Fransa tarihine kaydedilmeyecektir). Üç yüz metre ilerliyoruz ve bir Alman kamyonu bizi soluyor, ardından çevredeki tüm evleri gülücükler saçarak makineli tüfekle tarıyor. Anlaşılan ateşkes dalga geçmek için ilan edilmiş!

République’e varınca, araçlar 19ncu bölgeye gidiyorlar. Biz de bu bölgeye kaçıp etrafı coşkulu bir halk topluluğu tarafından çevrilen dostlarımızla buluşuyoruz.

Herkes ayaklanmış durumda, çok ilginç bir durum!

Aynasızlar, polis memurları, diğerleri gibi gibi avaz avaz sevinçlerini haykırıyorlar. Gören de gerçekten zulüm gördüklerini zannedecek! Metroda üstümüzü başımızı didik didik arayan, geceleri silahlarına el koyduğumuz adamlar bunlar. İşte dostlarımızı Chateaubriand’a (işgalci Nazilerin direnişçileri rehine olarak tutsak edip ihtiyaç gördükçe kurşuna dizdikleri toplama kampı) götürenlerin kardeşleri, ‘kardeş jandarmalar’. Etrafta bayağı direnişçi varmış da bundan haberimiz yokmuş!

Aralarında bir hayli teğmen, yüzbaşı da var. En azından gençler onlara bu şekilde sesleniyor. Yüzbaşılar genç görünüyorlar. Birçoğu meslek askerine benziyor. Neyse ki, bütün bu kalabalığın içerisinde silah taşıyan sadece bizler varız gibi görünüyor. Bu da bir açıdan hoşumuza gitmiyor değil.

Herkes bu araçların el konulduğu koşulları anlatıyor:

- Hayır, Bayım! Bu Sten makineli bize havadan paraşütle atılmadı… Tehlike yok! Bunu, bize göre De Gaulle’den daha çok hediye alan milislerden aldık.

 Ne var ki yine de insanlar çekiniyor. Son zamanlarda yeraltı gazetelerini okuma fırsatı bulamamıştık. Ayaklanma günü işlerin hiç de kolay olmayacağı yönünde yaygın bir kanı vardı. Daha şimdiden araçlarımızın her bir tarafı orak ve çekiçle süslü. Halbuki herkes dayanışma içerisinde bulunma talimatı almış gibi duruyor. O halde faşistler nerede? İşbirlikçi burjuvalar nereye gitti? Baskıcı burjuva devletinin acemileri nereye kaçtı?

Belediye meydanında kafaları tıraşlanan üç yaşlı hayat kadınından başkası yok… Belediye binası da aynasızların işgalinde. Bunların alayı da direnişçi olmuş!

Bunu tahayyül edebilmek zor. Almanlara karşı savaşmak yeterli!

FTP’den kalma eski bir alışkanlıkla arkadaşlar « Belediye binasını içindeki tavuklardan on dakika içerisinde temizleriz » sloganı.

Fazlasıyla aldatıldığımızı düşünüyoruz.

Saçları tıraşlanan orospular olayı, derinde çok zekice bir iş. Saç tutamını kesen herkes zorbalıkla geçen yılları bir kalemde sildiğini zannediyor. Sıkı bir kesimden sonra kalabalığın kızgınlığı yatışıyor. Halk memnun. Sanki Bastille Zindanı zapt edilmiş gibi ve bu durum kimseyi rahatsız da etmiyor!

Birinci sefer: «Hautepoul Sokağında bir evi sarmış bulunan bir grup Almana saldırmak ». Araçlarımız hareket ediyor. Yolun bir tarafını makineli tüfekle tarayarak ilerliyoruz. Yere yığılan on Alman askerini sayana kadar yolun sonuna ulaştık bile.

Sonradan hayatta kalan Almanların burada bulunan evleri makineli tüfekle delik deşik ettiklerini öğreniyoruz.

Guy-Moquet Müfrezesinden bazı arkadaşlar bize katılıyorlar. Saint-Just Müfrezesi yeniden biçimlendiriliyor. Müfrezenin diğer bölümü 18nci bölgeyi Fenestrelle’in komutası altında kontrol ediyor. Aynı şekilde General havalarına girmeyi çok seven FKP’den biri de bize miras kalmış durumda: « Arabalar bu şekilde göreve çıkamaz… Bunu yasaklıyorum! ».  Araç buna rağmen çıkıyor ama o halinden memnun. Ölümsüzlüğe hazırlıyor kendini.

Flandres Köprüsü barikatı yedi esiri getirmek için bir ekip talep ediyor. Maceranın kahramanları Guy ve Yannick. Bir Alman kamyonu barikatın görüş alanına giriyor. FTP’ler ateş açıyorlar. Kamyon duruyor. Bir Alman yaralı, ikisi ölü. Hayatta kalanlar kamyonun gerisine yığılmışlar ve beyaz bir bez parçasını havaya kaldırmışlar. Bunlardan biri olan Walter, sonra bize şunları anlatıyor: «kamyonda iç çamaşırı bulamayacağım diye çok üzüldüm ». Guy, Almanlara barikata doğru yürümelerini emrediyor. Diğerleri Guy’e onları getirmesini işaret ediyorlar. Hassas bir durum var. Burnunu ilk çıkaracak olanın kurşun yeme tehlikesi söz konusu. Karşımızdakiler tanım olarak her türlü ihaneti yapabilecek insanlar. Bu işi kahramanlık çözemez. Devrimcinin ise önereceği bir çözüm olabilir en azından. Dolayısıyla da çıkan Guy oldu. Kamyonla arasındaki ilk yüz metreyi sakince yürüdü. Herkes onun için kaygılanıyordu, ama Almanlar gelecekte «Vatan » kitap dizisini yazacak olanların hoşuna gitmeyecek her şeyi yapmak istiyorlardı. Ateş açmadılar, ortaya çıktılar ve silahlarını uzattılar. Guy, arkadan gelen gruba kimse ateş açmasın diye Walter’i kafasından tutarak geri geldi.

Günün geri kalanı askerleri sorgulamakla geçti.

Sadece Walter Fransızca konuşuyordu, o da kısmen. 25 yaşlarında bir öğrenci. Komünist olmaktan çok uzakta, kendi halinde bir küçük burjuvaydı…

Herkes kendinden geçerek Alman tutsakları görmeye geliyordu. İlk kez, her birimiz serbeste Wehrmacht’ı azarlayabilirdi. Walter komünistlerin esirleri katletmediğini görünce şaşırmıştı. Kısa sürede kendini buna alıştırdı ve Kızılların kendisi gibi olmadıklarını düşünmeye başladı.

 

Jaurès yakınlarında bir metro girişinde bulunan Almanlara saldırmamız gerekiyor. Gelen istihbarata göre sayıları ona yakın. İki araç yola çıkıyor. Belirtilen yerin yakınından geçiyoruz. Görünürde bir şey yok. Ardından çatışma başlıyor! Geriye dönüp başka bir caddeden yaklaşmaya çalışıyoruz. Jo aynı anda, üstlerine makineli tüfek yerleştirilmiş ona yakın Alman kamyonundan oluşan bir konvoyu fark ediyor. Konvoy meydana doğru seyrediyor. Sapacak zamanı ancak buluyoruz ki makineli tüfek sesleri başlayıveriyor. On dakika sonra, Gilbert’in aracı bize katılıyor. Delik deşik olmuş durumda. Dostlarımız metrodaki Almanları vurdular ama ateş açan konvoyun geldiğini fark etmediler.

Yolunu kaybeden bir mermi Guy’ün elindeki makineli tüfeği düşürüyor. Şansı varmış ama caddedeki ağaçların tepelerini seyrederek araç kullanan Gilbert başını sıyıran bir mermiyle yaralanıyor. Kafası düzgün durmuş olsaydı çok daha ağır yaralanırdı.

Belediye önünde toplaşan halk taranan aracı seyrediyor. Gilbert yarasını unutuyor ve burada bir kez daha aynasızlara bilmem kaçıncı kez «eliniz armut mu topluyor?» diye sorma imkanı buluyoruz. Elleri armut toplamıyor tabi ki, uğraşacak bir iş buldular kendilerine. İşbirlikçileri tutuklamakla meşguller. Onları sorguluyorlar!

FFI devriyesi bir milisi yakalıyor. Penceresinden açtığı ateşle dört kişiyi öldürmekle suçlanıyor. Benim bu konuda söyleyebileceğim, kemerinde bir tabanca kılıfı bulunduğudur.

FFI devriyesi onu belediye binasında küçük bir mahkeme oluşturan aynasızlara teslim ediyor. Olan bitene bir göz atalım diyerek yaklaşıyoruz. Yargılama oldukça hızlı gerçekleşiyor. Adam önce milisler, ardından da SS’lerde görev yaptığını itiraf ediyor. Aslında esmer olan adan ayaklanma çıkınca saçlarını kızıla boyatmış. Penceresinden ateş açtığını kabul etmiyor. Bir aynasız onu yumrukluyor. İnkar etmeye devam ediyor.

Bir başka görevli ona «piç kurusu, on iki mermiyi hak ediyorsun», sonra bizi fark edince, «alın FTP’liler, bu faşisti infaz etmek istiyorsanız alın götürün!» diyor. Yasadışı bir iş yapmak söz konusu olduğunda takındıkları nazik tavırları için polislerin dikkatini çekmekte gecikmiyoruz. Adamı alıp götürüyoruz. Belediyenin önünde üç dört yüz kişiden oluşan kalabalık « postane önünde kurşuna dizin! » diye bağrışıyorlar. Onu avluda kurşunlamayı tercih ederim zira bu kalabalığın bakışı çok da hoş değil. Guy ise aksine, insanların sadist olmaları sorununun ayrıntıdan ibaret olduğunu düşünüyor. Ona göre herifi halkın önünde kurşuna dizmek gerekir.

Guy’un haklı olduğunu düşünüyorum. Milis aramızdaki bütün konuşmayı dinliyor. Beş FTP’linin manga oluşturmaya başladıklarını görünce havlamaya başlıyor. Bana bütün rütbelerle sesleniyor, « yüzbaşı », « komiser », « komutan, beni bu şekilde öldürmeyeceksiniz değil mi? v.b. gibi. » Onu ikna etmeye çalışıyorum. Adam ölmeye niyetli değil, bana bir kabuklunun kayaya yapıştığı gibi yapışıyor.

Jo yaklaşıp tam göğsüne tek bir kurşun sıkıyor. Beni bırakıp birkaç adım geriye kaçıyor ki bu kez manga ateş ediyor. Tüm kurşunlar zaten yere yığılan faşistin başına isabet ediyor. Ortaya iğrenç bir manzara çıkıyor. Halk alkışlarla ağır ağır dağılmaya başlarken sedyeciler cesedi taşımak için acele ediyorlar. Brantonne’un rengi atıyor ve geri dönüp Postaneye giriyor. Ölümün koşullarının bizzat ölümün kendisinden daha korkunç olduğu doğru. Bu dağılmış kafatası gerçekten de garip bir etki yaratıyordu.

Faşistlerin sorgulanması

Bunların ilki R.N.P.(Ulusal Halkçı Birlik, 1941’de kurulan işbirlikçi hareket) milisinin bir yüzbaşısıydı. Salya sümük ağlıyor ve yalan söylüyordu. Sorguladıklarımızdan hiçbirinde en ufak bir onur kırıntısı göremiyoruz. Nazilerin kurşuna dizdiği yoldaşlar aklımıza geldiğinde bu adamlar midemizi bulandırıyor. R.N.P. yüzbaşısı hiçbir milisi tanımadığını iddia ediyor. Onu nazikçe sorguluyorum, ama işi Jim’e devretmem gerekiyor. Jim yumruk, tekme ve kafa darbeleriyle isimlere ulaşabiliyor. R.N.P. marmelat gibi dökülüyor. Bu iş için yaratılmamışım ama bunu birinin yapması gerekiyor.

Jim bu, çok zevk alıyor çünkü Pétain rejiminde bizzat çok elden geçirilmiş. Boks sporuna aşina olduğundan, işbirlikçilerle punching-ball yapıyor ve her seferinde birçok bilgiye ulaşıyor.

Bazı memurlar yanımıza gelip Almanların belediyenin 150 metre uzağında bir polis arabasını çalmakta olduğunu haber veriyorlar.

Gidiyoruz. Almanların tüfekleri ve bizim ise ne yazık ki elimizde çok az silah var! Guy ve Jo, ağaçtan ağaca zıplayan maymunlar gibi atlayarak son sürat gidiyorlar. Araca on beş metre uzaklıkta Almanların kevgire çevirdiği bir barakanın arkasına saklanıyorlar. Bizimkiler ateşle karşılık veriyorlar, Almanlar bir ya da iki yaralıyla geri çekiliyorlar ama araba bir hayli hasar görüyor ve hala kullanılabilir olduğundan şüpheliyim.

Aralarında ufak tefek bir yaşlı var, bir Alman sıhhiyeci. Bölgede toplanan askerlerle buluşması için Jaurès’e gönderilmiş. Yanında bir FFI ile geri dönüyor. Kaybolmuş ve FFI’den onu buraya getirmesini istemiş! Yaşlı adam hala esir alındığını anlamamış gibi görünüyor. Rastgele açık bulduğum bir büfeden ona pipo satın almak gibi büyük bir fedakarlıkta bulunuyorum. Şimdi ise iskambil takımı istiyor benden. Beni taciz ediyor ve çevredeki tüm FTP’leri ona iskambil vermek istemediğim konusunda tanık göstermeye çalışıyor. Öylesine sıkıcı ki tavırları kulağına eğilip « Sen esirsin! Gefangen! diye bağırıyorum. »

Sırıtıyor ve Fransız-Alman karışımı bir jargonla «Ja, ja, Gefangen. İskambil takımı, Christian!» diye yanıt veriyor.

Esir sayısı artıyor.

Guy’ün elinde, Flandres Köprüsü’nde Almanlardan el konulmuş bir Mauser tüfek ve 9 mm bir tabanca, sonra da Orléans kapısında benim ele geçirdiğim 7,65 mm lik şirin bir tabanca vardı. Uyurken biri gelip silahlarını yürüttü. Bütün gün gürledi durdu. Normal şartlarda karargahımıza sadece FTP’ler girebiliyor. Girişte bekçi var, ama içeride samimi bir karmaşa mevcut.

Tutsakların bulunduğu odada Nono bir başka arkadaşla birlikte nöbet tutuyor. Bir masanın üzerinde kendi hallerinde uyuyorlar ve herhangi biri gelip almasın diye makineli Walter tüfekleri gözetliyor. Bunu hiçbir tarih kitabı yazmayacak ama bu gerçeği 19ncu bölgedeki tüm FTP’ler teyit edebilir. Silahlarımızı çalmayacaklarından emin olabileceğimiz sadece bizim esirlerimiz var. Bütün ayaklanma süresince, istedikleri gibi karargahımızı da ele geçirebilirlerdi. Aslında kendilerini gerçekten esir hissetseler belki de bunu yaparlardı; ama herkes aynı çorbayı içiyor, aile havasında sohbet ediyordu. Yaşadıklarımızı anlatmak belki de zordu ama Walter ve diğerlerinin de aynı şeyi hissettiklerini düşünüyorum. Aslında hepimiz SS’lerden kurtulduğumuza seviniyorduk. Bir yönden esirler bizden daha avantajlıydılar. Çünkü bizler, kendi ottan SS’lerimizin yeniden ufaktan ufaktan ağızlarını açmaya başlayan aynasızlar kılığında boy attıklarını izliyorduk.

Alarm! Dosdoğru Jean-Jaurès Bulvarına gidiyoruz. Alman kamyon ve otomobilleri geliyor. Butiklerin önünde kuyruk yapan bütün cesur insanlar kendilerini birden yere atıveriyorlar, çatışma başlıyor. Bir araba geçip gidiyor. Bir arkadaş Alman tipi bir el bombası fırlatıyor. Şanssız gaz bombası çıkıyor. Araç dumanın içine gizlenerek kaçıveriyor. Diğer araçlar duruyor ve Almanlar son sürat iniyorlar. Bina girişlerine sığınıp bu kez onlar ateş ediyor. « Sükunet » sonrasında, sokağın köşesinde ayağımı uzatır uzatmaz evlerin pencerelerini şüpheyle süzen bir Almanla burun buruna geliyorum. Aslında çok gülünç bir karşılaşma bu! Ateş ediyorum. Bana bakıp, ikiye katlanıyor. Şanssız sayılır çünkü gidip tüfeğini alma imkanı yok, arkadaşlarının ateş alanı içerisinde. Hızla kaçıp bir ev yıkıntısının çevresini dolaşıyoruz, ev girişlerine sığınan ve bize bakan taraftan korunaksız olan Almanları rahatça avlıyoruz. Mermiler hedefini buldukça zafer çığlıkları atıyoruz. Bir Alman kamyonu son sürat geçiyor. Köprünün üst tarafından, altı metre mesafeden makineli tüfekle tarıyoruz ve kamyonu aşan çizmeleri ve havada kalan arka taraflarını görünce herkes kahkahalarla gülüyor. “Küçük oyun” bir süre daha devam ediyor. Sadece bir yaralımız var.

Ancak zırhlı araç ya da tankların yaklaştığı haberi geliyor, köprüyü terk eder etmez top sesleri duyuluyor. Bu durum bizi aşıyor ve arazide Molotov kokteyli atılmasına uygun yapıda değil. Yakınlardaki küçük ara sokaklara doğru geri çekiliyoruz. Peşimizden gelen yok, Almanlar muhtemelen yaralılarını topluyorlar ve ardından zırhlılar uzaklaşıyor. Tabi ki, Jean-Jaurès Caddesine barikat kurmamız gerekiyor.

Ayaklanma bitince, esirlerimizi Reuilly Kışlasına götürme talimatı aldık. Paris’i baştan başa yürüyerek geçtiğimiz uzun bir yol oldu bu. Tabi kurallara uygun bir şekilde yürüdük. Esirler sıralı, FTP’ler ise ellerinde silahlarıyla yan tarafta güvenliklerini alıyordu. Alman askerlerini yuhalayan büyük bir kalabalık vardı. Bugün öfke doruktaydı. Bu doğru ve gerekli bir şeydi. Ancak ne yazık ki bu öfke Ruhr vadisinden, saçları Viyana tarzı kesilmiş genç bir madenciye patladı. İngiltere’de rahatı yerinde olan Bay Rudolph Hess’in bu olanlardan haberi yoktu tabi. Halbuki, bu gencin Nazilerin etkinliklerinde kendi üzerine düşen sorumluluk payını aldığını düşünsek bile bu payın Nazi kasaplarının parti yetkilisi ya da SS’lerin kurucusuyla aynı olmadığını kabul etmemiz gerekirdi.

Ama Rudolph Hess’in adına Walter cezalandırılıyor gibiydi. Walter Fransızları anlayışla karşılıyordu; diğer esirler ise tahmin ediyorlardı. Yüzleri solgundu. Ara sıra, yakında varacağımızı söylemek üzere Walter’e yaklaşıyordum. Hafif tebessümle karşılayıp her defasında « önemli değil Christian, doğal » diye yanıtlıyordu. Guy ve diğerleri bazen sinirleniyor ve kalabalığa « nedense barikatlarda bu kadar kalabalık yoktu » diye laf atıyorlardı.     

(http://liberation-de-paris.gilles-primout.fr/michel-et-jean-philippe-la-compagnie-saint-just sitesinden derlenmiş ve Türkçeleştirilmiştir.)