Onarım faciası: Sümela Panaghia Manastırı
1990’lı yılların başında bir Haziran ayı; otostopla ulaştığımız Trabzon’dan Maçka’ya oradan da Altındere kenarındaki giriş noktasına vardığımızda güneş vadinin derinliklerinden çoktan çekilmişti. Kulübesini kapatıp gitmeye hazırlanan görevli ile anlaşıp, ziyaretçiler el etek çekip ortalık kendine ait has sessizliğine kavuşmaya başlayınca, dereye birkaç metre uzaklıktaki dar düzlüğe çadırımızı kurduk. Gece boyunca düşümüze kadar sızan yüksek debili derenin şırıltısı, bezden evimizin çevresinde dört dolanan şaşkın ‘gece varlıklarının’ seslerini duymamızı engelliyor. İnatçı alabalıklar gibi uykumuz boyu dinmek bilmeyen müziğin akıntısının tersine inatçı alabalıklar gibi yüzgeç sallıyoruz. Sabah uyandığımızda dolana dolana dimdik yamaçtan üç yüz metre yukarıya çıkan yokuşu tırmanıp yukarıda bekçinin gelişini beklerken, deniz seviyesinden1150 metre yükseklikte olağanüstü vadi manzarasını izleyerek hayaller kuruyoruz.
Sümela başlangıçta bir kilise olarak M.S.375 tarihinde inşa edilmiş. Bölge Rumlarının inanışına göre, Atina’lı Barnabas ile Sofroniyos keşişler uykularında Isa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’nın yaptığı üç Panaghia ikonundan birinin Sümela’ya benzer bir yerde olduğuna ilişkin olarak aynı düşü görmüşler. Ayrı ayrı, birbirilerinden habersiz olarak Trabzon’a gelmişler ve yörede düşü anlattıkları kişiler de, onları tasvir ettiklerine tıpatıp benzeyen Altındere’de Karatepe’nin (ya da Karadağ, yani Oros Mela) altındaki doğal kaya yapısına yönlendirmişler. Manastırın en önemli ve dikkat çekici yapısı olan kilisenin temelini de bu doğal kaya oyuğuna atmışlar. Ancak yaklaşık bin yıl sonra yapılan manastırın kurucusunun Trabzon İmparatoru III.Aleksiyos (1349-1390) olduğu sanılıyor. İki kız kardeşi Türk beyleri ile evli olan, dört öz kızını da komşu Türk beylerine veren imparator Sümela’ya özel bir ilgi göstererek buranın idari şartlarını, arazisini ve gelirlerini vakıflar yoluyla düzene sokmuş.
Osmanlı fethi sonrasında manastırın statüsünde herhangi bir değişiklik olmamış, hakları korunmuş ve Maçka ve kuzey Gümüşhane civarında gizli hıristiyan köylerinden oluşan bir cemaat varlığını sürdürmüş. Mekan , 1916’daki iki yıllık Rus işgali sırasında bağımsız Pontus devleti kurmak isteyen silahlı Rum çetelerinin karargahı olmuş.
On sekizinci yüzyılda manastır Voyvodaların desteğiyle gelişmiş ve birçok bölümü onarılmış, Ignatios adlı bir başpiskopos 1749’da duvarların tümünü yeniden fresklerle süslemiş. Özellikle kilise içerisindeki freskler dikkat çekici. Meryem figürleri Gürcü tarzı madonna biçiminde (Kara tepenin altında Kara Meryem...) Kilisenin absid bölümünde, güney duvarının üstünde Meryem’in doğuşu ve mabede sunuluşu, tebliğ, Isa’nın doğuşu, mabede sunuluşu ve altında Incilden çeşitli sahneler yer almaktadır. Güney kapısında Meryem’in ölümü ve havariler resmedilmiştir. Kilisenin doğuya bakan üst kısmında ikinci sırada Genesis, Ademin yaratılışı, Havva’nın yaratılışı, Tanrı’nın tembihi, Adem ile Havva’nın yasak meyveyi yemeleri (Isyan), Cenetten kovulma, üçüncü sırada ise yeniden dirilme, Thomas’ın şüphesi, kabirde bir melek, Nikaia konsili resmedilmiştir. Absidin dışında üstte Mikail ve Cebrail bulunmaktadır.
Sümela’nın gezgin keşişleri Anadolu, Kafkasya, Balkanlar ve Rusya’nın yakın bölgelerini dolaşarak Meryem ikonasını kopyalarını satarak manastır yararına para toplamış. Manastır 1860’lı yıllara doğru büyük yapıların inşaası ile muhteşem bir tesise dönüşmüş ve yabancı seyyahlar tarafından ziyaret edilerek anlatımı yapılmış. Bunlardan biri olan G.Palgrave (1826-1888), Sultan Murat’ın buradan geçerken manstırı top ateşine tutturmuş olduğu yolundaki efsanenin yalan olduğunu belirterek, Sultan’ın buradan geçmiş olmasının olanaksız olduğunu anlatmış. Palgrave burayı gezdiğinde o sıralarda ‘yeni bina’ denilen, buraya uzaktan bakıldığında öne çıkan kışlavari büyük yapı yeni tamamlanalı üç yıl olmuş. Burası kesişlerin barındıkları asıl manastır binasıdır. Binanın uçuruma denk gelen kemerleri dahil yedi katı olduğu ve esas mesken kısmı dört sıra pencereli olup üzerinde bir galeri olduğunu belirtmiş. Buralarda boydan boya toplam sekiz odanın olduğunu yazmış. İlginç bir karşıtlık da genelde Sümela’nın bu yapıyla birlikte anılması. Halbuki bu yapının hiçbir sanatsal ve tarihsel değeri yoktur. Asıl değer iç avluda bulunan kilise, kutsal mağara ve avlunun çevresindeki binalarla şapellerdedir.
Osmanlı İmparatorluğunun sonuna denk gelen savaş yıllarında ve sonradan Cumhuriyet Döneminde mübadele ile birlikte cemaatsiz ve sahipsiz kalan manastırın, 1930’da çıkan büyük bir yangınla ahşap bölümleri, şapellerdeki ahşap balkonlar, çatılar, sundurmalar tamamen yok olmuş. Ardından devreye defineciler girmiş ve büyük tahribatlar gerçekleştirilmiş. Bu dönemde duvardaki fresklerin bir kısmı, ‘yabancı’ talebi üzerine düzgün kareler şeklinde bölünerek profesyonel bir şekilde yerlerlerin sökülerek götürülmüş. Ama en büyük darbe bu olmamış!
Zigana’ların yamacında uçurumun kenarındaki yorgun yapı, kocaman bir kayanın altındaki oyuğa kurulan bu minicik şehir henüz onarılmamıştı, çoğu yeri yıkıktı, bakımsızdı ama içerideki fresklere verilen zarara karşın tarihsel kimliğini henüz koruyordu.
Öz dengeleriyle değil, sadece gösterenleriyle ya da bize sayı canbazlıklarıyla gösterilenleriyle ‘gelişmiş’ ekonomimizin de desteğiyle, yurdun en umulmadık köşesinde on yılda, yirmi yılda inanılmaz değişikliklerle karşılaşıyor insan. Gelişme adı altında güzelim doğal ve tarihsel alanlar hiçbir bilimsel yardım alınmadan betonlaşıyor ve tahrip oluyor.
Merkezi iktidarın ‘ezici çoğunluktan gelen’ umursamazlığı, yöre insanının ‘girişimciliği’ ve sıcakkanlı‘atak’ kişiliği ile birleşince bu tahribat Karadeniz illerinde daha belirgin olarak gözlenebiliyor. Sahil yoluyla gerçekleştirilen kıyı katliamı, ‘içeride’ yaylalarda, yolların gereksiz şekilde genişletilmesi, HES çılgınlığı ve denetimsiz yapılaşma ile tamamlanıyor. Hem de çoğunlukla turizm adına yapılıyor bunlar. İşte Uzungöl’ün felaket hâli!
Sümela da yaşadığı ‘onarım rezaletiyle’ bu kör gözlü atılım havasından payına düşeni almış. Sanat tarihçisi denetiminde olmadan ve bu işte uzmanlaşmış ustalar kullanılmadan orijinalinde olduğu gibi yerli taş kullanılmadanAnkara’dan, Bayburt’dan taşınan taşlarla, çimentoyla sıvanarak, Karatepe’deki1600 yıllık güzelim tarihi yapı gitmiş yerine tüm tarihsel dokuya zarar verilerek o kendiliğinden yıkılan kuran kursu yurtlarına benzer ‘kaçak bir bina’ gelmiş. Sanki önceden yapılan sekiz paftalık rölöle planlarına hiç bakılmamış ya da bakılmış ancak anlaşılmamış gibi.
İznik’te, kentte birdenbire oluşan acil ‘cami ihtiyacı’ üzerine ilginç bir şekilde ‘ibadete’ açılan Ayasofya Kilisesindeki onarım da buna benzer bir rezalet. 2007 yılında alelacele gerçekleştirilen bir garip ‘restorasyonla’ kilise kubbeleri beton harçla sıvanmış ve kilisenin özgün hâlinde mozayiklerle süslü camlarla kapalı olan açıklıklara, son model mekanizmalarla ve çerçevelerle kalın düz camlar yerleştirilmiş. Bu hayırlı atılımı gerçekleştiren Vakıflar Müdürlüğü eleştiriler üzerine ‘evet betonla sıvandı ama üzerini horasan harçla derz yapacağız’ diyebilmiştir.
Sümela’da ise iş bittikten sonra gelişen itiraz ve tepkiler üzerine, Kültür Bakanlığınca oluşturulan Bilim Kurulunun yaptığı araştırmalar sonucunda,16 yıl süren ve yaklaşık 2 milyon lira harcanarak yapılan onarım çalışmaları sırasında proje ve rölöveye (gerçekten yapıldı mı acaba?) uyulmadığı ve kütüphaneler ve öğrenci odalarının bulunduğu bölüme eski hâlinden farklı olarak bir kat fazla çıkıldığı anlaşıldı. Yani onarım o kadar aslına uygun olarak yapılmış ki, dalgınlıkla bir kaçak kat kendiliğinden eklenivermiş. Müteahhit amcalar yoksa alışkanlık eseri Belediye’ye ‘sus payı’ mı verdiler?
Türkiye’de, tarihsel yapılarda ‘koruma ve güçlendirme’ amaçlı yapılan onarımlar sırasında, tarih birilerinin kafasında işi ucuza ve kolayca, maliyetsiz bitirebilmek amacıyla adeta yeniden yazılıyor.
Kuşkusuz yapılan onarım değil, gerçek bir tahribat. En kısa zamanda gerçekleştirilen kaçak inşaatin bir başka restorasyonla elden geçirilip, kaçak kat, yapının özgünlüğünü bozan eklentiler ve hizmet binaları en kısa zamanda yıkılmalıdır. Alan düzenlemesi ve sunum planı gözden geçirilmelidir.
Sümela’da, Hıristiyanların Meryem Ana’nın göğe yükseldiği gün olarak kabul ettikleri kutsal 15 Ağustos günü Fener Rum Patriği Bartholomeos yönetiminde 88 yıl aradan sonra, Rusya Federasyonu, Yunanistan, Gürcistan, ABD ve Türkiye’de yaşayan 500 kadar Hıristiyan Ortodoksun katılımıyla ilk kez ayin düzenlendi. Böylelikle ABD kuklası din bezirganı ‘yeni Osmanlılar Ayasofya’yı ibadet görülen bir camiye çevirmek için fırsat kollarken, çevresiyle birlikte ucube hâline getirdikleri bu tarihsel yapı üzerinden ne kadar hoşgörülü bir yaklaşım içerisinde olduklarını gösterme olanağı buldular.