Pınarbaşı ve Azdavay
Az ötede devinim hâlindeki simsiyah bir manda önüne konan darı parçalarını iştahla yutarken, dalgalanan konuşma ritmine kulağını alıştırmaya çalışıyor. Issız olanın tüm yalıtılmışlığına ve ıraklığına karşın, her şeyden, tanıdıklarından, komşularından herkes haberdar. Kimin nerede nasıl yaşadığından, ya da hangi hastalıktan nasıl nerede öldüğünden tek tek haberleri var. Soyadları farklı ancak birbirine yakın mezralarda yaşayanların hepsi sanki akraba gibi. Bizi bizden iyi tanıyorlar. Derinleşen yüz çizgilerinin üstünden geçerek vurguladığı ete kemiğe toprağa dönüşmüş yaşam gerçeklikleri.
Ilgaz Dağlarına, Küçük ve Büyükhacettepe’lere güney yamaçlarındaki Mülayim Yaylasından birkaç yıl önce yaptığım solo tırmanıştan sonra, bu kez ‘memleketime’ çok daha farklı bir şekilde ‘motorize’ ve ‘ailecek’varıyorum. Arabalı gezmenin ve hatta kimi zaman yüzlerce kilometre içerisinde hiç araçtan inmeyerek başka tür bir gezmenin tatbikatını yapıyoruz.
Boş, yıkık, dumansız, terk edilmiş evler. Ayı çıkmasın diye gövdesinin etrafı çepeçevre kuşburnu dikenleriyle çevrilmiş devasa elma ya da mürdüm eriği ağaçları. Daha dün üzerinde odunların taşındığı kızaklar ters yatmış. Yekpare meşe tekerlekler samanlığın kıyısında gölgeye yatırılmış. Günberi Köyünün devamında iri böğürtlenlerin dizildiği güzel yeşil yolun devamındaki Tıvlaz’dayız.
Harmanyeri; yaşamın seyirlik kıyısı. Oturup dinlenip de şöyle bir geriye bakabilme; her yıl yinelenen, birbirinin benzeri olmayan ama aynı olan devinimleri telaşsız izleyebilme fırsatı...
Yoksulluğun aynı aileden olmasa da üç dört haneyi aynı çatı altında yaşamaya zorunlu kıldığı, bakılamayacak çocukların biçare bakabileceklere evlatlık verildiği unsuz şekersiz yıllar. Ekmek ya da daha umutlu bir gelecek için her şeyi bırakıp geri dönmemecesine gurbete göç devri: Toprağıyla bağını kaybetmeye mahkum, yeni ağaçlar, yeni mekanlar, yeni insanlar, yeni yaşamlar.
Baba yurdu Geriş’te, köyevinde bayramlaşma hareketi süredururken biz ev ev dolanıp her köşe başında yeni tanışlarla karşılaşıyoruz. Kimi zaman anımsanması gerekli görülmeyen öyküler burada da kesişiyor.
Baba evinde Satı Amca oturduğu yerde camdan eve doğru yönelen sahanlığa bakıyor. Yüzüne yerleşen acı gülümseme, geçmişle ilgili aktarılanları olumluyor. Suları gıdım gıdım akan çeşmenin altına bidonumuzu yerleştirip mekanı solurken, konuşkan hatta ardı arkası kesilmeyen makinamsı konuşma tarzıyla az önce anlattıklarını dahi unutmamıza yolaçan başka bir komşuya yakalanıyoruz. Birkaç dakikada on yılda olan biteni öğreniyoruz ancak aklımızda tutamıyoruz. Belki de en doğrusu...
Başak’ın çarçabuk içinin kaynadığı Halamızı bayramlaşma için bırakırken, Geriş’ten başka, yolun diğer tarafında bir Ötegeriş olduğunu yakından görüyoruz: Karşıtların birliği...
Yakın geçmişte yitirdiğimiz Kezban Teyzenin, Pınarbaşı’na üç kilometre uzaklıkta, Emle’de bulunan güzel evine yerleşiyoruz. Evde her bir eşya sanki sahibi pazar alışverişine gitmiş de birazdan dönecekmiş gibi yerli yerinde duruyor.
İlçemiz Pınarbaşı, Küre Dağlarının güney kesiminde, yüksekliği 1200 metre dolayındaki tepeler arasındaki küçük vadiler ve düzlükler arasından akan Zarıçayı’nın vadi tabanına kurulmuş küçük bir yerleşim. Zarıçayı, Çavuş Köyü sınırları içerisinden doğup güneyden kuzeye akarak Ilıca Köyü yakınlarında Devrekani Çayı ile birleşiyor. İlçenin başlıca dağları Kurtgirmez Dağı (1338 metre), Büyük Dağ (1151 metre) ve Gavurhamam Dağı (1136 metre). Pınarbaşı eskiden Azdavay’a bağlı bir köy iken, 1987’de ilçe olmuş. İlçe orman varlığı açısından oldukça zengindir ve topraklarının %63’ü ormanlarla kaplı. Yükseklerde, dağlarda ve yamaçlarda kızılçam ve köknar gibi iğne yapraklı ağaçlar yanısıra kayın, kestane ve akçaağaç, alçak kesimlerde ise çayır ve makiye benzer fundalık bir bitki örtüsü hakim.
Koşu programımın yüklenme günü olan Pazar sabahı, gün ağarır ağarmaz köyden yola çıkarak henüz sadece ekmek fırınları açık olan Pınarbaşı ilçe merkezinden geçip Ilıca yönüne devam ediyorum. Tek tük köpekle karşılaşsam da sabahın bu saatinde benim gibi bir koşan bir deliden ürktükleri için çekimser havlamalarla yetiniyorlar. Eylül ayı başlarındayız ancak sabahın bu saatlerinde hava buz gibi. İlçeyi geçtikten yaklaşık 3 km sonra yol döne dolana dağa tırmanmaya başlıyor. Günberi sapağı, ormana ait tomruk depolama sahası derken iyice bulutun içerisine dalıyorum. Görüş uzaklığı yer yer 10 metreye kadar düşüyor. Yörenin meşhur ayıları acaba karayoluna çıkıyorlar mı? Geriş sapağından sonra Öte Geriş yol ayrımında orman idaresine ait ahşap bir milli park lehvası ve terk edilmiş bir kulübenin yanında rampa bitiyor. Bulut yaklaşık 1100 metredeki bu geçitte daha da yoğunlaşıyor. Bereket önceden internetten araştırıp uzaklık ölçümü yaptım (Ilıca’ya gidiş-dönüş yaklaşık 25 km) ve yol boyunca lehvalar da var, yoksa kaybolmamak içten bile değil. Geçitten sonra bu kez yol tırmandığım kısımdan daha da dik bir şekilde aşağıya iniyor. Bir de bunun çıkışı olacağı için yokuş aşağı indikçe daha da kaygılanıyorum. Valla Kanyonu’na ve Ilgarini yönüne giden yol sapağını geçmeme karşın iniş bir türlü tamamlanmıyor. Yola yeni mıcır dökülmüş ancak sanki bazı kesimlere hiç zift dökülmemiş gibi. İnce mıcırlar ayaklarımın altından kayıveriyor. Sonra yol nihayet düzleşmeye başlıyor ve bir iki kilometre sonra da Ilıca lehvasının oradan geri dönüyorum. Dönüşte rampada tek tük araçlarla karşılaşıyorum. Şoförler sisin içerisinden çıkanın ayı değil de bir insan olduğunu fark edinceye kadar beni klaksonla selamlamakta gecikiyorlar. Yaklaşık 4 km süren yokuşta sağ ayak bilek tandonumu aşırı zorluyorum (acısı iki hafta topallamayla sürecek). Bu kez geçide vardığımda tepede bulut yok, ancak vadi bembeyaz bir örtünün içine gömülmüş.
Pınarbaşı’ndan Zarıçayı üzerindeki Horma Kanyonuna gidiyoruz. Meydandüzü olarak adlandırılan mevkiide araçlarımızdan inip kırmızı oklarla işaretlenmiş parkura giriyoruz. Kanyonun hemen girişindeki devasa şimşir ağaçları dikkat çekici. Bölge zaten şimşir ağacından üretilen kaşıkları ve çeşitli mutfak gereçleriyle ünlenmiş. Yöre insanlarının Ayı Deresi adını da verdiği dere bu mevsimde çok düşük debili ve kanyondaki bazı yerlerde hemen hemen akmıyor gibi duruyor. Bölgedeki egemen kayaç kireçtaşı dere boyunca suyun aşındırıcı etkisiyle değişik şekillerde oyulmuş. Kazan ve kuyu adı verilen bu derin çukurlar ve içerisindeki suyun berrak yeşil rengi gerçekten de çok ilginç bir görünüm sunuyor. Düşmeden yer yer el ele tutuşarak, kanyon başlangıcından yaklaşık 1 km sonra Anbar Gölü adı da verilen mevkiide eski bir değirmenin bulunduğu yere geliyoruz. Dere burada daha da güzelleşerek, havuza benzer sığ bir göle dönüşüyor. Muhtemelen çok eski çağlardan beri (Bizans?) kullanılan su değirmenine su taşımak üzere dere kenarındaki kireçtaşı oyularak arklar yapılmış. Kocaman yuvarlak bir değirmen taşı, buranın değirmen olarak kullanıldığının tek kanıtı olarak bir ağacın dibinde bütün heybetiyle duruyor. Geldiğimiz yerden değil bu kez yine kırmızı okları izleyerek, Deniz kucakta, ailecek ormanın içerisine dalıveriyoruz. Yer yer patika yok oluyor, yüzümüze tokatlar atan fundalıkların arasında umutlar tükeniyor gibi olsa da sonuçta biz kaybolmuyoruz. Çok da yüksek olmayan yamaçtan Meydandüzü’ne yöneldikten sonra kanyonun yükseklerindeki güzel bir çimenlikte soluklanıp manzarayı izliyoruz. Eğer bizim yaptığımız gibi geri dönülmeyip kanyondan aşağıya doğru devam edilirse yaklaşık 4 kilometre sonra Ilıca Şelalesine varılabiliyor. Valla Kanyonu gibi çok da teknik donanım gerektirmeyecek bir rota gibi ancak yine de yakından bakmakta yarar var!
Daha önce koşarak geldiğim ‘bildik’ yoldan Ilıca Köyü merkezine araçlarımızı park edip yeni düzenlenen patikadan 600 metre yukarıdaki şelaleye yöneliyoruz. 10 metre yukarıdan dökülen su zümrüt yeşili geniş bir göl oluşturmuş. Kutsal bir görevi yerine getirircesine ayakkabılarımızı çıkarıp buz gibi suyun içerisine ayaklarımızı sokuyoruz. Hatta bazılarımız ‘kasıklarına’ kadar suya girme cesareti gösteriyor! Şelale duvarının kimi yerlerinde kireçtaşı kayadan sular kaynıyor. Şelale ve havuzun çevresi yemyeşil bir ağaç ve bitki örtüsü ile çevrili.
Öğrendiğimize göre üzerine apar topar mıcır serpiştirilen yollar dahil burası da devlet büyüklerimizin ziyareti öncesi yakın zamanda düzenlenmiş. Ancak biraz yüzeysel olmuş ve aceleye gelmiş gibi. Beton ayaklı asma köprü doğal çerçeveye çok uyan tahta platformlarla uyuşmuyor. Şelalenin öte tarafından devam edip Ilıca merkezindeki o muhteşem tarihi ev ve önündeki gölün oradan yeniden park alanına kadar patika devam ettirilebilir.
Ilıca Köyü içerisinde, köyün alt taraflarında Bizans döneminden kalma bir ayazma da bulunmakta (yörede Roma Hamamı diye biliniyor) . Yontma taştan kubbesiyle küçük bir oda şeklindeki yapının içindeki suyun ısısı yaz kış 23 dereceymiş. Küçücük yapının yan duvarlarında sabunluk ve oyuklar mevcut. Hamamın yanında Park Ilıca adında orman içerisinde şirin tahta evlerden oluşan bir turizm tesisi bulunmakta (www.parkilica.com). Doğa ile başbaşa tatil yapılabilecek güzel bir mekan gibi görünüyor. Gözlemecide ayranla mantarlı gözlemeleri yuttuktan sonra Muratbaşı’na yöneliyoruz.
Dönemeçlerin bir yerinde çok uzaklardaki Valla Kanyonunun, ufka gri kayaçtan V harfi düşen manzarası bir görünüp kayboluyor. Stabilize yol bizi Muratbaşı Köyünün Valla Mahallesine ulaştırıyor. Muhtarın torunu Nuray’ı soruyoruz ama henüz İstanbul’dan gelmemişler; Başak üzülüyor. Araçlarımızdan inip, Bakacak mevkiindeki doğal kayaların üzerine kondurulan ve kanyona tepeden bakan ‘seyir terasına’ ulaşmak için, başlangıçta yemyeşil bir çayırın içinden sonra da kapkaranlık bir orman yaratan köknarların içinden geçerek, kayaların üzerine doğanın orta yerine kurulan demirden iskeleye varıyoruz. Eşi benzeri olmayan doğal güzellikteki bir noktaya böylesi bir garabeti oturtmak ancak bize nasip olur. Zaten var olan bir patikayı basit ve ‘doğal’ yöntemlerle ‘güvenilir’ hâle getirmek yerine doğanın orta yerine, füze rampasına benzer, garip bir şekilde uçuruma doğru yükselen sevimsiz ve korkunç bir çelik iskele yaptıkları için yetkilileri ayrıca kutlamak gerek. Ayakkabılarımızın demirler üzerinde çıkardığı seslerin çekingen ve metalik müziğiyle uçurumun kıyısına kadar yaklaşıp, rüzgar altında kanyona, ‘vahşi cennete’ bize ait olmayan yüksek çözünürlüklü bir resme bakar gibi ‘tepeden’ ve biraz da ürpererek bakıyoruz.
Derelerle tepelerin yeşillikler içerisinde birbirine karıştığı bir coğrafyada bir kanyonun nereden başlayıp nerede bittiğini tam olarak belirlemek zor olsa da, Valla Kanyonunun Devrekani Çayı ile Kanlıçay’ın birleştiği noktadan başladığı ve Cide yönünde 12 kilometre kadar yer yer 700-800 metrelik duvarlarla devam ettiği kabul edilmekte. Halbuki kabul edilen başlangıç noktasına kadar özellikle Devrekani Çayı tarafında o kadar yüksek duvarlara sahip olmasa da yine birkaç kilometrelik bir kanyonun varlığı ‘yukarıdan’ görülebiliyor. İnsanın ‘mübarek’ elinin ulaşmadığı bu kurtarılmış diyarda kartal, akbaba, doğan gibi yabani av hayvanları barınak bulmakta. Valla’ya Kanlıçay tarafından ip inişiyle giriliyor. Derin ve dar kayalardan oluşan kanyonun ortalarında, ‘exit’ olarak işaretlenen yerde yetmiş derecelik eğime sahip kaya duvarından çıkış yapılabildiği, aksi taktirde geriye kalan yolun 40 metreye kadar varabilen şelalelerle gittikçe zorlaştığı anlatılıyor. Yukarıdan gördüğümüz kadarıyla klasikleşen ‘rehber ve teçhizatsız girmeyiniz’ uyarısı güneş ışınlarının dahi doğrudan düşmediği buralarda ciddiye alınmalı. 1994 yılından beri buralarda ‘macera’ve ’bela’larını arayan bilumum adrenalin düşkünü vatandaşlar mahsur kalıp TV haberlerine konu olmayı başardılar.
Manzarayı seyrimize ‘hayallerimiz’ ve düşüncelerimiz de ekleniyor: ‘Şuradan mı insek’, ‘şu karşıki kayada medeniyet izi var’, ‘Kanlıçay tarafı daha kolay’, ‘nasıl olur da 1200 metrelik kaya duvarlarından söz ediliyor zaten çevredeki en yüksek dağlar 1100-1200 metre civarında, dere deniz seviyesinin altına mı akıyor?’
Biz gitmiyoruz ama normal şartlarda burayı gördükten sonra Ilgarini (ya da Ilvarini) Mağarasına devam etmekte yarar var. İlçe merkezine 36 km uzaklıkta 1250 metre rakımda yer alan mağaraya, Sümenler Köyü Kazla Mahallesi Top Meydanı mevkiinde aracınızı bırakıp, Sorkun Yaylası üzerinden, ormanın içerisinden tırmanan dik patikadan bir buçuk saatlik zorlu bir yürüyüşle varılabiliyor. Mağara yaklaşık 10 metre çapında devasa doğal kemerli girişinden sonra ikiye ayrılıyor. Girişte, geç Roma ya da erken Bizans dönemine ait olduğu sanılan yerleşim yıkıntıları ve sağdaki düz yolun başlangıcında tahrip olmuş bir su sarnıcı var(odalar ve sarkıtlar nedeniyle Avizeli Salon adı verilen bölüm). Sola ayrılan ve asıl görülmesi gereken ikinci kol, %30’luk bir eğimle inişi kolaylaştırmak için taştan çapraz örülü setlerle aşağıya kadar 250 metre derinliğe alçalmakta ve burada Milattan Önce 2000 yıllarına ilişkin beşeri izler yanında yol üzerindeki düzlükte bir şapel kalıntısı ve define avcıları tarafından tahrip edilip açıldıkları için etrafa kemikleri saçılmış bulunan ardıç ağacından yapılmış ahşap lahitlerden oluşan yedi adet mezar kalıntısı bulunmakta. Teknik donanımlarla birlikte mağaranın ulaşılabilen uzunluğu 858 metre (Dünyanın dördüncü en büyük mağarası?) ama donanımsız olarak normal şartlarda 250 metrelik kısmı gezilebilmekte.
Bir başka sabah dört kapılı atlarımıza binip Gideros’a doğru yola koyuluyoruz. Dağların arasından giden yol bizi uzun süren bir yolculuktan sonra Aigialos’a yani Cide’ye ulaştırıyor. İlçede kurulmuş bulunan halk pazarına paralel giden yolun kalabalığını aşıp bir süre sonra (Cide’ye 11km uzaklıkta) Kyteros koyunun doğu yakasına varıyoruz. Lokantalar ve pansiyonlar kıyıdaki nadir düzlüğü kaplamış, her iki ‘turistik kolaylıktan’ yararlanmak istemeyen günübirlikçilerin yararlanabileceği bir alan düşünülmemiş. Tarih boyunca Karadeniz’in hırçın dalgalarına karşı denizcilere barınak olmuş Gideros koyu. 90’lı yılların başında Şile’den Sarp’a Karadeniz sahilini otostopla gezdiğimizde burası yerine, o dönem çok daha güzel ve 16 çeşit kumdan oluşan muhteşem plajıyla küçük bir köy olan Kapısu’da koca bir kayayla denizin arasında kalan dar kumsala çadır kurmuştuk. Karadan koyu denizle kayalıklar arasında kalan dar ve zahmetli yoldan doğudan batıya aşanlara katılmayıp araçla bu kez batıdaki bir lokantanın şirin bahçesinde soluklanıyoruz. Deniz oğlan denizi çakıl taşlarıyla doldurmaya çalışırken, gözlerimiz bu taraftan çok daha güzel görünen koyun yeşiline dalıyor.
Bir başka gün, güneydeki komşu güzel Azdavay’a yöneliyoruz. Pınarbaşı’ndan ayrılırken yekpare ahşap devasa yapısıyla Nuh’un gemisine benzeyen otel ve lokanta olarak hizmet veren Paşa Konağı’na göz atıyoruz. Azdavay merkezde Devrekani Çayı üzerindeki Aşıklar Köprüsünden Karşıyaka’ya geçiyoruz. İlçe girişinde gelirken yoldan da girişi görülebilen Çatak Kanyonu için sapaktan sola sapıyoruz. Girişteki kocaman lehvanın altında haritayı inceledikten sonra yoldan decam ediyoruz, ancak ne ilginçtir ki, az ötede bir ağacın gölgesine gizlenmiş küçücük lehvayı atlayıp, onarım görmüş köy evleriyle eko turizm merkezine dönüştürüle Zümrüt Köyüne doğru yola devam ediyoruz. Tepeyi aşıp, yemyeşil ormanın kalbine doğru inen derin vadide dev ağaçların heybetine dalmışken kanyonu unutmaya başlıyorum. Neyse ki araçta başkaları da var, yoksa Karadeniz kıyısına kadar devam edeceğim.Yol sorduğumuz biri hedeften çok uzaklaştığımızı belirtiyor. Geriye dönüp az önce kaçırdığımız sapaktan yukarıya tırmanıyoruz. Ancak yolu tarif eden kişiyle yanlış anlaşmamız sonucunda zamanımız da elvermediğinden geri dönüyoruz. Yaklaşık olarak 12 kilometre uzunluğunda olan Çatak Kanyonunu ‘yukarıdan’ görmek isteyenler, sapaktan 6 kilometre uzaklıktaki noktada araçlarından inip bir kilometre kadar patikadan yaya devam ettikten sonra 900 metre yükseklikteki seyir terasına ulaşabilirler. Buradan da yine ilçe merkezine 6 kilometre uzaklıkta, Karakuşlu Köyünün Ayvat Mahallesinden Medil Ormanına girerek 1 kilometrelik orman içi yoldan yürünerek ulaşılan Medil Mağarasına gidilebilir. Mağaranın doğusunda yapı yıkıntıları bulunmakta.
Çatak Kanyonuna giriş yol üzerindeki Çatak Köprüsünden yapılmakta ve kanyon köprüden bir iki kilometre sonra başlarıp Tüsköy’e Nalbantoğlu Mahallesine kadar, açıklık geçildikten sonra da 6 kilometrelik ikinci bölümüyle İnönü’ne kadar devam etmektedir. Valla’ya göre aşılması daha kolay olmakla birlikte Çatak’ın Karyatağı ile Kurtgirmez dağları arasında kalan yedi kilometrelik ilk bölümünde, yer yer iki metreye kadar düşen genişlikte suyun geçit vermemesi nedeniyle yine donanım gerektirmektedir. İstenirse Akçay Deresinin Devrekani Çayına katıldığı noktada bulunan Nalbantoğlu Mahallesinden Domla Boğazkaya köyü üzerinden Yanardağ Mahallesini de geçerek, 12 kilometre kadar yürüdükten sonra dört saat içinde Ilıca’ya kadar varılabilir.
Yine Çatak Kanyonunun devamı olan Çal Kanyonu da gezilebilir. Kanyona girebilmek için değirmenbaşından aşağı 1,5 kilometre yüründükten sonra girişi oluşturan kaya boğazına ulaşılabilir. İçerisinde mağaralar, küçük şelaleler ve derin göller bulunan kanyonun beşinci kilometresinde bulunan Asar Kayasının altından kaynayan Gicu suyuna ulaşılır. Gicu suyu yaz kış 2-3 derece sıcaklıkta çıkar. Buradaki ada üstünde yer alan şimşir ve kavlan ağaçları arasındaki mağaralardan İnönü konutlarına varılır.
Azdavay’da ayrıca Saray köyünde (merkeze 13 kilometre) bulunan Başdeğirmen şelalesi, artık kullanılmayan un değirmenleri ve Bunguldek suyu ile ünlü Sarnıç Köyüne bağlı Suğla Yaylası ve biniciliğe meraklı olanlar ise at çiftlikleri ziyaret edilebilir.
Geriş’te çatıdaki kırık kiremitleri yenileriyle değiştirirken, fırsattan yararlanarak bulunduğum yükseklikten çevreyi iyice hafızama işliyorum. Sabah koşarken içine daldığım sık ve karanlık ormanda, dar alanda hemen iletişim kuramayabileceğim bir ayıyla karşılaşmamak için nefes nefese ıslık çalmaya başladığım yerlerde, şimdi cam yeşili berraklıklar ışıldıyor. Başak’la çekilen fotoğrafların bir kısmı üzerinden powerpoint’te fotoromanın soundtrack’ini kaydederken (Manda yuva yapmış söğüt dalına...), çekilen fotoğraflara bir kez daha bakıp, ‘kendi tarzımda’ yeniden derinliğine gezmenin hayallerini kuruyorum.
Manda yuva yapmış söğüt dalına...