Güney Lübnan
Çıplak çocuk topukları, badem yağına bulanmış postallar arasında bozuk beton zemininde sıcaklık arayışında. Boynu bükük bir numara tıraş edilmiş küçük kafaların kaçınılmaz olarak yere yönelttiği bakışlarda, zeytin karası gözler çoğunlukla yere yaslanmış. Az ötede duvar dibinde elindeki soğuk çelik bebekle uyuklayan delikanlı. Şarjörün alt köşesi baldırına battıkça tüfeğin konumunu değiştiriyor. Camsız pencerenin kenarında zihin değiştiren anlatılar. Ayak başparmağının arasına girip çıkan işaret parmağının çekingen ama inatçı gel-git’i. Tek tük zeytin ağacının bulunduğu kayalık yamaca tırmanan kamyonet meyve kasalarının altında umut yüklü... Bir kolu tahta protez direnişçi hoca inatla çoculara öğrettiklerini tekrarlattırıyor.
Limana doğru giden Salim Salam caddesiyle doğudan batıya bir çevre yolu gibi uzanan Saeb Salam caddelerinin kesiştiği kavşakta, havaalanı yolu üzerindeki Cola Dolmuş Terminalinde, birinci viteste kalkışa geçmek için yavaşça hareket halindeki minibüse atlıyorum. Dışarıdaki gürültüye nüfuz etmiş olan Mazraa semtinin gündelik telaşı karşıdan karşıya geçenlerin adım aralıklarına, seyyar satıcıların nakaratlarına, esmer kadınların dikkatsiz bakışlarına da bulaşmış. Her ne kadar giyimimle, yorgun ve bakımsız hâlimle halkın arasına dikkat çekmeden kolayca karışabilsem de, dil dolayısıyla hâlâ yabancıyım. Ana yolda da birkaç dakika yolcu bekliyoruz. Sayda Beyrut’a 43 kilometre uzaklıkta ve minibüsle 1 ytl’ye yarım saatte varılıyor.
Komşu Sabra ve Şatilla’nın kıyısından geçiyoruz. Uğradıkları felaketle soykırım sözcüğünü yaratanların Filistinli soykırımı: Eylül 1982’deki hıristiyan katliamında öldürülen binlerce Filistinli kadın ve çocuğun çığlığı hâlâ atmosferde dolaşıyor. 1982’de, ABD yedeğinde Güney Lübnan’ı işgal eden İsraillilerin desteklediği ırkçı faşist falanjistlerin saldırısına uğrayan Filistin mülteci kamplarından biri olan Burc El Barajne’deyiz. İkametgahımızın balkonundan ateşkes sırasında, El Hamra caddesinden bir kıyamet gibi geçen, hava bombardımanında yaralananları taşıyan upuzun kızılhaç konvoyları geçiyor hafızamdan. Sin El Fil kampı dolaylarında yolları kapatmak için araba lastiklerinin inatçı kara dumanın isi küçücük aklıma yapışmış. Kum torbalı mevziinin ardındaki iki Lübnan askerinin açılan ateş sonucunda apar topar ortadan kayboluşu.
Sağımızda, yani deniz tarafında Beyrut Havaalanının dış güvenlik duvarı. Lübnan Ordusunun savunma mevzileri. Yol trafiğe kapanmış durumda. Panzerlerle ve kariyerle destekli siyah bereli ve M-16’lı Lübnan askerleri, ana yol üstündeki kaçak bir işyerini yıkmak üzere gelmiş belediyeye ait yıkım araçlarını koruyor. Caddenin karşı tarafında kümelenen halktan gruplaşmalar artıyor ve homurtular yükselmeye başlıyor.
Tepemizden alçalan yabancı yolcu uçakları, Jounieh’deki Casino de Liban’a kumarbaz ve Dünya istihbarat servislerinin cangılı kente bilumum servislere hizmet veren ajanları taşıyıp duruyor. Burada bulunduğumuz 1971’den beri kırk yıldır hiçbir değişmemiş.
Sonra, açıklarda çok uzaklarda gibi duran masmavi ve uzak bir Akdeniz’in kıyıya vuran dalgalarının beyaz köpükleri. Çok küçükken kıyısında piknik yapıp, suyunda karpuz soğuttuğumuz, Chouf dağlarından çağlayan Damur ırmağı. Kıyıdaki manavdan araç bagajına doldurulan mis gibi helal meyveler, muzlar, narenciyeler… Dar düzlük alanda oynadığımız top suya kaçar ve koşar adım az aşağıdan suyun daraldığı yerden meşin yuvarlağı yakalamaya çabalamamız. Zeytinliklerin arasında patlayan kurusıkı altı patların sarı küçücük yuvarlak mermilerinin yankılanan sesinden çok daha zayıf, ama etkili bir fısıltı gibi çıkan Beretta’nın 7,65’lik kırmızı uçlu Parabellum mermilerinin çelik çekirdek vızıltısı.
Sur’a kadar doğrudan minibüs olmadığı için Sayda’da aktarma yapmak zorundayım. Burayı da gezeceğim ama dönüşte. Minibüs terminalinde bu kez bir midibüse yerleşip bekliyorum. Terminal oldukça hareketli; gelen araçlar giden araçlar yirmi yıl öncesi Topkapı’sının minyatürü gibi. Bizim arabalara yüksekten bakan ön tarafı kalkık dengesiz minibüslerimizin yerine burada, tıpkı Cibuti’deki gibi daha küçük ve bineğe yakın Toyota araçlar çoğunlukta.
Sünnilerin çoğunlukta olduğu Sayda’dan Şii Sur’a yaklaştıkça ve ünlü Litani’nin (antik Leontes) güneyine geçince kontrol noktaları artıyor. Sayda ve Sur ve Güney Lübnan’ın büyük çoğunluğu Hizbullah denetiminde. Lübnan Ordusunun yoldaki personel taşıyıcıları ile kurduğu bu ‘çekingen’ barikatlar, tıpkı Bekaa’da olduğu gibi gereksiz bir güç gösterisinden ibaret. Araçların denetlendiği filan yok zaten.
Siyonist İsrail’in işgal ettiği, fosfor bombalarıyla gerçekleştirdiği bombardımanla sivil halkı katlettiği bu bölgede direnen Lübnan Ordusu değil, Hizbullah’ın önderliği etrafında inançla kenetlenen müslüman Şii halk olmuş. Allahın Partisi Hizbullah, İsrail’in 1982’de Güney Lübnan’ı işgali üzerine Siyonistleri Lübnan topraklarından çıkartmak amacıyla, Iran’ın o dönemlerde Islam Devrimini yurtdışına ihraç etme çabaları içerisinde olan ülkedeki Şiiler tarafından kurulmuştur. Bugün ülkenin yaklaşık dörtte birini denetimi altında tutan örgütün silahlı ve siyasal kanadının yanı sıra bölge halklarıyla bütünleşmiş hastane, okul, tarımsal destek, sosyal yardımlaşma kurumları da var. İsrail’in uzun yıllar boyunca Güney Lübnan’ı yerle bir etmesi sonrasında yaraların sarılıp yeniden inşaanın örgütlenmesi konusunda çok önemli faaliyetleri olmuştur. Israil’in katliamlarına ve Lübnan’daki müslüman Arap halklarına yönelik saldırılarına destek için ülkeye ayak basan ABD askerlerini Hizbullah’ın direnişi kovmuştur (1983 yılında 63 kişinin öldüğü ünlü ABD Büyükelçiliği intihar eylemi ve çeşitli saldırılarda toplam 241 Amerikalı asker ölmüş, kısa süre sonra Yankee’ler apar topar geri çekilmiştir). Bugün siyasal mücadeleye ve sosyal yardımlaşmaya ağırlık vermiş görünse de askeri potansiyelinden hiçbir şey yitirmemiştir. Batı ve Israil Suriye’deki Esad rejimini yıkmayı başardığında ya da buna tam olarak karar verdiklerinde, Lübnan’da kaçınılmaz olarak çıkacak olan iç savaştaki en etkin ve örgütlü güçlerindendir.
Tyr ya da Sur, Beyrut’un 80 kilometre güneyinde, Güney Lübnan muhafazasının Tyr kazasının başşehridir. Tyr ile Sayda’nın tarihleri çoğu zaman birbiriyle karıştırılır çünkü birçok dönem boyunca iki şehir birbirine bağlı konumdaydı. Tyr’in tarihi çok eskilere dayanır. Milattan Önce 450 yılında şehri gezen Herodot’a, Melkart tapınağının rahipleri tarafından şehrin tapınakla aynı anda yaklaşık 2300 yıl önce kurulduğu bilgisi verilir (yani yaklaşık olarak Milattan Önce 2700 yılları). Bu tarih arkeolojik çalışmalarla ve özellikle de Tyr’in adalık (bilindiği gibi, antik dönemde biri adalık diğeri kıtasal olmak üzere iki Tyr varmış ve adalık bölüm 700 metre genişliğinde bir boğazla karadan ayrılmıştı; kentin kuzeyde “Sayda Limanı” ve güneyde “Mısır Limanı” adı verilen iki ayrı limanı varmış) kısmında Patricia Bikai tarafından yapılan ve ilki üçüncü bin yılın ilk çeyreğine kadar uzanan 27 katmandan oluştuğunu gösteren araştırmalarıyla da doğrulanmıştır. Üçüncü ve ikinci binyıllar arasında Tyr kenti Ortadoğu tarihinde ancak ikincil bir rol oynamıştır; güneydeki stratejik konumundan dolayı ikinci binyıla ait Mısır metinlerinde adı geçmektedir. Ancak başta Mısır ile Byblos arasında küçük bir ara liman ve ortadoğu limanlarıyla iç limanlar arasında bir transit limanıydı.
Fenikelilerin, Fenike’nin güney kıyısındaki egemenliği, Pers devrinde Tyr’e bağlı bir kent hâline gelen Askalon’a kadar yayılmıştır. Fenikelilerin varlığı Akzib, Tell el fukkar, Tell Keysan, Karmel Dağı, Atlit, Şikmona, Tell Dor, Askalon, Tell el heyleyfe, Arad, Aştot ve Azor’da gerçekleştirilen arkeolojik kazılarla doğrulanmıştır. Nebukadnezar II 662’de Babil Krallığının başına geçince, Tyr’i 13 yıl süresince kuşatmaya almıştır (635-610), ancak bazı varsayımlara göre Tyr’lilerle Babilliler arasında Tyr’in bir şekilde bağımsız kalması konusunda bir uzlaşmaya varılmıştı.
İskender, Persler karşısında M.Ö.333’ta Issos’ta elde ettiği zafer sonrasında Fenike kıyılarına yöneldi. Bu fetih hareketi karşısında Fenike kentleri kendi istekleriyle barışçıl yoldan ona teslim oldular. İskender karşısında 332 yılında, 7 ay süresince kuşatma altında tutulan Tyr, coğrafi ada konumu ve sağlam surlarıyla direnmesini bildi. Bu dönemde Tyr kenti daha çok Ancharadus adı da verilen bir ada üzerinde kuruluydu. Ancak İskender, kendisine direnen yerleşimin taşlarıyla adaya bir mendirek yapmayı başarınca direniş kırıldı ve kentin egemenliği Perslerden Yunanlılara geçmiş oldu. İskender’in ölümünden sonra Mısırlılar I.Ptoleme Tyr’i ve diğer Fenike sitelerini ele geçirdi. İskender’in yaptığı mendirek ya da geçit zamanla alüvyonlarla dolarak adayı bugünkü hâline yani yarımadaya dönüştürmüştür.
Milattan Önce 64 yılında ise Tyr Romalıların egemenliğine geçti ve barış içinde bir taşra kenti olarak geçmiş önemini yeniden kazanmaya başladı. Tyr’deki inşaatı tamamlanamamış hipodrom, en büyük Roma hipodromudur. Yeni Ahit’te İsa’nın buraya bir seyahat gerçekleştirdiği yazılıdır. 636 yılında Tyr önce Araplara, sonra 1089’da Selçuklulara, ardından da 1124’te Haçlıların yönetimine girmiştir. 1291’de Memluklu, sonrasında Osmanlıların idaresinden sonra Tyr, yeni kurulan Lübnan Cumhuriyeti topraklarına katılmıştır.
Dolmuştan son durakta indikten sonra bir bölümü asfaltanmakta olan ara sokaklardan geçip doğrudan deniz kıyısından beş yüz metre içerideki, 1983’te UNESCO Dünya Mirası Listesine alınan örenyeri girişine yöneliyorum. Tyr antik kenti Al Mina ve Al Bass olmak üzere iki ana ve dört küçük ayrı bölümden oluşuyor. El Mina (eski adanın bağlantı noktası anlamında) alan 1 , 2 ve 4, El Bass (doğuda anakarada) ise 3. El Mina alan 4, ücretle girilen örenyerinin az ötesinde, batıda dört tarafı çitle çevrili bir alandadır, ancak içerisindeki yapılar sokaktan rahatlıkla görülebilir, görüntülenebilir.
El Mina’da antik şehirin işerisinde hepsi Arap beş on ziyaretçi var. Agoranın ana caddesinden denize doğru yürüyüp kumsala ulaşıyorum. Güneyde İsrail kıyıları buğulu bir nem bulutunun ardından zar zor görülüyor. 50 kilometre güneyde, 1948’de Filistin halkını kızılderilileştirerek, katlederek, yurtlarından kovarak kurulan İsrail’in Hayfa kenti bulunuyor. 1969 yılından beri Güney Lübnan’ı bombalarla inleten bu eli kanlı zoraki ülke rüzgar ekip fırtına biçmeye devam ediyor.
Sur’un güneyinde yer alan kilometrelerce uzun devasa kum denizi, koruma altında bulunan ünlü Tyr plajı. Milli Park statüsü kumsalı yoğun yapılaşmadan kısmen kurtarmayı başarsa da, burası beton kafeteryalar, otoparklar ve değişik atıklarla uygarlıktan nasibine düşeni almış görünüyor. Kumsalın devamında Fenikelilerden beri sulamada kullanılan ünlü Ras el-eyn (antik Palaetyrus ya da Ushu) su kaynağı bulunuyor. Burada hâlâ Roma havuzlarının kalıntılarını görmek mümkün. Yine bölge dolaylarında bulunan ve birçok göçmen kuşa ev sahipliği yapan Ramsar sözleşmesince koruma altına alınması öngörülen bölgelerden olan Ammik sulak alanından da söz etmek gerekir. Burası günümüzde Ortadoğu ve Lübnan’da ayakta kalmayı başarabilen nadir bataklık alanlardan.
Akdeniz kıyısında çok uzakları seyre dalıp bir şeyler atıştırdıktan sonra ören yerini gezmeyi tamamlayarak, merkeze yönelip hamamları ve Sainte Croix Haçlı Kilisesinin kalıntılarını geziyorun. Ara yollardan antik şehrin hemen arkasındaki müslüman mezarlığına yöneliyorum. Burada, Siyonist İsrail Devletine karşı direnişte şehit olan savaşçıların fotoğraflarıyla, çiçeklerle ve Hizbullah bayraklarıyla donatılmış mezarlarını tek tek dolaşıyorum. Ölenlerin çoğu genç. Yolun karşı tarafında kıyıda Hıristiyan mezarlığı var ama gezmiyorum.
Sonra kıyıdan eski şehir merkezinin arasokaklarına dalarak balıkçı limanına bakan kıyıda biraz dinleniyorum. Saçları subay traşları Türk’e benzeyen üç genç aralarında hararetle bir şeyler tartışıyorlar. Yanlarına biraz yaklaşınca Türkçe konuştuklarını anlıyorum. UNİFİL Türk Birliğine bağlı erler çarşı iznine çıkmışlar. Merhabalaşıyoruz. Benim yalnız hâlime biraz şaşırşalar da kısa zamanda birbirimize ısınıveriyoruz. Sur kentinin 7,5 kilometre güney doğusundaki Es Şatiye kasabasında konuşlu istihkam birliğinde 261 personelimiz varmış. İsrail saldırısı sonrasında ikmal yollarının yenilenmesi ve bakımı,yeni bina yapımı, bombardımanda hasar gören binaların onarımı ve altyapı faaliyetleri yürüten birlik bu alanda bugüne kadar 221 adet proje gerçekleştirmiş. Ayrıca sivil-asker işbirliği kapsamında da bölge halkına başta sağlık alanında olmak üzere birçok hizmet sunulmuş. Askerler Beyrut’a gitmelerinin yasak olduğunu ve Tyr merkezine dahi zor inebildiklerini anlatıyorlar. Hayırlı tezkereler dilekleriyle vedalaşıp ayrılıyoruz.
Kara tarafında doğuda bulunan Al Bass’ta hipodromu, nekropolü ve Bizans kilise kalıntılarını gezip kent merkezinde de biraz dolandıktan sonra Sayda’ya giden bir minibüse atlıyorum.
Sur’a göre daha Akdenizli, daha çok turistik ve balıkçı kenti havası taşıyan Sayda’nın otogarına gelmeden, Haçlılar tarafından inşa edilen kalenin karşılarında bir yerde araçtan iniyorum. Sayda Lübnan’ın üçüncü en büyük kenti, Hariri’lerin memleketi (2002’de Dünyanın dördüncü en zengin kişisi olarak kabul edilen eski Başbakan Refik el-Hariri, 14 Şubat’ta Beyrut’ta St.George oteli yakınındaki bir kavşağın 1 ton TNT ile havaya uçurulmasıyla öldürüldü). Haçlı kalesi, liman içerisinde kıyıya yaklaşık yüz metrelik bir mendirekle bağlanmış küçük bir ada üzerinde kurulu. Kalenin burçlarından kentin çok güzel bir manzarası var. Kale yakınında bulunan ve iki cephesinde iki tane devasa Refik el-Hariri afişi bulunan Han el-faranj (Yabancılar Hanı)’a dalıp bir iki fotoğraf çektikten sonra çarşı içinde dolaşıyorum. Ben yapmadım ama dileyenler yakındaki Büyük Camiye ve hatta dilerlerse kentin 2 kilometre kuzeydoğusunda bulunan ve Lübnan’da günümüze kalıntısı kalan tek Fenike tapınağı olan, Fenike’nin şifa Tanrısı Eşmun adına yapılan tapınağa gidebilirler.
Sayda eski şehir merkezi (El faranj hanın arkaları) ve hemen yakınında bir katedralin de bulunduğu Rum mahallesi, yine az ötedeki eski mezarlık, çok zengin olmayan Sayda örenyeri ve karşısındaki Maruni Kilisesi ve nihayet yakındaki 13ncü yüzyıla ait St.Louis Kalesinin kalıntıları gezilebilir. Filistin topraklarında İsrail’in kurulması sonrasında gelişen olayların bugüne kadar süregelen izleri olmasa çok güzel bir sayfiye yeri ve turizm merkezi olabilecek bir kent Sayda.
Dönüşte solda uzanan Akdeniz’in ufku, koyu lacivertten siyaha doğru sürecek kısa yolculuğuna başlamışken, havalimanına doğru alçalan uçakların uzaktan ancak seçilen küçük gövdeleri yaklaştıkça büyüyerek daha da belirginleşiyor; tıpkı 1974'te Lübnan Ordusuna ait iki uçaktan biri olan (diğeri arızalıydı galiba) Mirage'ın Filistin kampına bomba bırakmadan önce yaptığı gibi...