Köprülü kanyon
Onu daha yakından tanıyınca, en gizli köşesindeki cıvatasına kadar motoru dahi tüm donanımlarının sırlarını öğrenince ve hepsinden önemlisi mütevazı ama yürekli kişiliğine hayran olunca, başlangıçta ‘ulaştırma hizmetiyle’ sınırlı olan ilişkimiz çok daha farklı bir boyuta evrildi. Artık birbirimizi, eksiklerimiz ve hatalarımızla huyumuzu suyumuzu iyi biliyor, nabzımıza göre şerbet verip yeri geldiğinde koşulları fazla zorlamıyorduk.
Bundan yirmi yıl önce sevgili Burhan Dursun’un Ablasından aldığımız 1972 Avusturya üretimi VW 1300 kaplumbağa yeri geldiğinde çok önemli görevler de üstlenerek, büyük şehrin kaybolmaya elverişli dar ve dik sokaklarında cesurca arzı endam etti. Arkasında Irmak’ın bebek koltuğu bulunduğu hâlde, ihanet ve savaş yıllarında umut taşıdı. Her şeyden önce güven veren tıkır tıkır motor sesi, seri hareketleri, boyundan büyük çekiş gücü, yokuşu bol daimi güzergahlarımızda sorunsuz bir sürüş sundu. Duruma göre arka koltuğunda buzdolabı dahi taşıdığımız oldu. Sonra, ansızın göç zamanı gelip çattığında bu kez uzun yol ve ‘arazide’ becerilerini gösterdi. Yeri geldiğinde kamyonet, yeri geldiğinde karavan olarak kullandık, ama bizi hiç yüzüstü bırakmadı. Sık sık uzun yola çıktık. Araziden Istanbul’a kilolarca zeytin ve zeytinyağı taşıdık. Yolumuz üzerindeki dereden geçerken toprak zemini bozan traktörlerin lastik oluklarına ‘düştüğümüzde’, yani şaşi toprağa oturduğunda, hafifliği nedeniyle ufacık bir omuz hareketiyle onu kurtarmayı başarıyorduk.
90’lı yılların sonlarında yine işsiz olduğumuz bir sonbahar zamanı, onunla birlikte kıyıdan Antalya’ya açılmayı seçiyoruz. Antalya-Alanya karayolundan ayrılıp Beşkonak yoluna sapıyoruz. Hava sıcak ve uzun yol yapınca tabii karbüratörde pislik birikti ve araç öksürmeye başlıyor. Vites değiştirirken ya da vites boştayken motor rölantide durmaya başlayınca Köprülü Kanyon yolunda aracı sağa çekip karbüratörü sökmeye girişiyoruz. Parçalar şekil değiştirmesin diye soğumalarını beklerken, şamandırası, cıvatalar vidalar derken bir hayli zaman kaybediyoruz. Turizmci olmamıza karşın, o dönemler başkalarınkini örgütlemekten kendi ‘gezme yeteneğini’ geliştirememiş olmanın da etkisiyle, planlı yolculuklardan çok, arabalı olmaya güvenerek daha çok ‘doğaçlama’ yer değiştirmelerin zevkiyle avunuyorduk.
Vosvosun öksürüğü geçince ana yoldan 40 kilometre uzakta bulunan milli parka giriş yapıyoruz. Köprüçay üzerindeki tarihi Olukköprü’ye varmadan yol üzerindeki bir dönemeçte onun küçük kardeşi başka bir taş köprüye rastlıyoruz. Araçtan inince ağaçların arasından çıkan bir genç rafting yapıp yapmayacağımızı soruyor. Aklımızda hiç olmayan bir etkinlik bu; asıl amacımız kanyona göz atıp bir gece çadırda kaldıktan sonra geri dönmek. Ancak genç ısrarcı olup, ikimizin ayrı bir botta çok da uygun bir fiyata rafting yapabileceğimizi söyleyince birden aklımıza yatmaya başlıyor. Bu arada Köprüçay’daki raftingcilerin mutluluk çığlıkları vadiyi kaplıyor. Küçük taş köprüyü inceleyip fotoğraf çekerken asıl Olukköprü’yü inşa eden ustanın kalfasının ustasına kendisi ıspatlamak için bu küçük köprüyü yaptığını öğreniyoruz. Kanyon adını bu köprülerden almış.
Köprüçay, Eğridir Gölünün güneyindeki Toros dağlarından (özellikle Dedegöl Dağı) doğar. Oluşturduğu 120 kilometrelik vadiden akarak Aspendos antik kentinin yakınlarından geçip Akdeniz’e dökülür. Köprüçayın asıl kaynağını Isparta Aksu ilçesi ve Karacahisar köyünden kaynayan su oluşturmaktadır. Kanyonun milli park alanının dışında kalan üst kısımlarının başlangıcı Isparta’nın güney-doğusundaki Kasımlar beldesidir ve Antalya Değirmenözü’ne kadar 25 km devam eder. Bu bölüm yaz aylarında yürünerek aşılabilir. Değirmenözü’nden sonra açık alanda akan Köprüçay yeniden dar bir vadiye girer ki Bolasan Köyü ve Beşkonak nahiyesi arasındaki 14 kilometrelik bu ikinci bölüm Olukköprü’de sona erer. Köprünün kuzeyi dar ve biraz da ürkütücü gölgelik soğuk ve vahşi bir dünya; güneyi ise genişleyen daha ferah ve insan seslerine boğulmuş daha ‘medeni’ bir vadi. Kanyonun köprünün kuzeyindeki bu iki yanı yüksek kayalık vadide kızılçam ve sedir ağaçları gibi yöreye özgü bitki örtüsü manzarayı daha da güzelleştirmektedir.
Biz karaşimşek aracımızı büyük taş köprü yani Olukköprü’ye yakın bir yerde bırakıp etrafı yaya geziyoruz. Kanyonun derin uçurumunun kıyısından tepeden devam eden bir patikayı izliyoruz. Kalker kayaçlı yamaçlardan yüz, yüz elli metre aşağısı derin uçurum. Bazen çayı görmek mümkün bile olmayabiliyor. Kanyonun içerisinden olmasa da, Olukköprü’nün sağ tarafından yani doğusundan başlayarak yukarıdan 4 kilometre ötedeki Gaziler köyüne yürünebilir. Hatta daha uzun süreli bir trek programı çerçevesinde izlenecek yol yörede yaşayanlarla teyid edilmesi kaydıyla, çadır ve uygun yiyecek planlamasıyla kuzeye doğru yer yer yamaçtan ya da yoldan devam edilerek, 500 metrelik irtifadan yaklaşık 60 kilometre ilerideki 2998 metre yüksekliğindeki Dedegöl Dağı’na kadar varılabilir. Dağın güneyinde bulunan küçük ‘Kara Göl’, Kartos su kaynağı ve dağın kuzey batısındaki Yaka köyüyle aynı adı taşıyan kanyon gezilebilir. Ya da biz gitmedik ama Olukköprü’nün yaklaşık 20 kilometre batısında kalan Selge örenyerine gidilip oradan baraj gölüne kadar doğal çevre gezilebilir.
Aracı terk ettikten sonra, Köprüçayın doğusunda kurulu rafting merkezinin tam karşısında, suyun batısında kalan ormanlık alan içerisine geceleme için çadırımızı kuruyoruz. Hava kararmadan ziyaretimize gelen kırsal kılıklı bir zat, birçok meraklı sorudan sonra konakladığımız yerin tapusunun kendisinde olduğunu söylüyor. Milli Park sahasının içerisindeki Allahın ormanı için bizden para almayı umuyor herhalde. Oralı olmadığımızı görünce ısrarından vazgeçip, üzgün adımlarla makilerin arasında kayboluveriyor. Gecenin bir yarısında ise sözüm ona suda alabalık avlamaya gelen avcıların (!) çadırı lambalarıyla aydınlatmaları sonucu ‘uyandırılıyoruz’. Neyse ki bu dostların kolay ve ucuz adrenalin merakları, benim üzerine projektör tutulan korkunç yüzümü görünce bir anda dağılıveriyor. Antalya sözümona turizmin başkenti ama sevgili halkının bir kesimi hâlâ turisti ve onu çağrıştıran şeyleri başka türlü görmeye devam ediyor.
Uykusuz geçen gecenin ardından sabah serinliğinde su manzaralı bir köşede kahvaltımızı yaptıktan sonra, fazla acele etmeden toparlanıp rafting merkezine yöneliyoruz. Burada dün bize öneride bulunan arkadaşı görüyoruz. Bize verdiği su geçirmeyen ve sıcak tutan özel giysileri giyerken, ilk grupları getiren minibüsler üsse varmaya başlıyor. Görevimiz tehlike başlamadan önce son brifingimizi yapıyoruz.
Ortada müthiş bir coşku ve ‘gaza getirme’ havası var. Ekipler mutluluktan mı yoksa başka bir şeyden mi pek ayırt edilmeyen garip çığlıklar atıyorlar. Neyse ki bizimle ilgilenen arkadaş o kadar gürültülü değil. Can yeleklerimizi taktıktan sonra, kasksız olarak dört kişilik küçük bir şişme kanoya üç kişi biniyoruz. Eğitmen ya da rehber arkadaş arkada dümen işlevi görüyor. Olukköprü’nün olduğu sahanlıkta su bir göl kadar sakin, ancak aşağıya doğru ilerledikçe, daha henüz yağışlar olmamasına ve suyun debisi çok düşük olmasına karşın ortalık hareketlenmeye başlıyor. Kimi yerlerde yuvarlak kayaların arasından hoplaya zıplaya ama devrilmeden yuvarlanıp gidiyoruz. Vadinin yeşillikleri arasından zorlukla görebildiğimiz masmavi gökyüzü, ardımızdan parıldayan güneş, bazı tehlikeli girdaplardan kaçmak için hızlı kürek çekmekten ağrımaya başlayan kollarımız, dümenbaşındaki arkadaşın söyledikleri, yüzümüze çarpan buz gibi su, her şey birbirine karışıyor. Küçükken izlediğim ve baştan sona coşkun bir akarsu üzerinde geçen müthiş ‘Delivrance’ filmi canlanıyor usumda. Hiç durmadan ırmak aşağı koşaradım giden soluksuz bir serüven. Suyun yuvarlak yüzlü taşlarla sürtünerek girdaplarla oluşan beyaz köpükler, hız kesmeyen iniş, kayalar, dallar, ağaçlar arasından önden geriye akan küçük mavi gökyüzünün çekinceli yakınlığı, bacağa batan dal, baldırdan fışkıran et ve kıkırdak...
Arkamızdan ya da önümüzden giden büyük botlardaki turistlerin şirazesinden çıkmış animasyon çığlıkları ortamın dinginliğini bozsa da, akıp giden güzel anların çekiciliğine kapılmış gidiyoruz. Sonra görece daha durgun bir noktada, suyun göle dönüştüğü yerde rehber arkadaş kendini buz gibi suya atıyor. Bizim onu izleyecek cesaretimiz yok, zaten ben pek sudan da hoşlanmam...
Zaman o kadar hızlı geçiyor ki, on kilometre sonra, beton köprüye yakın yerde, bir lokantanın bulunduğu iniş istasyonuna varıveriyoruz. Buradan sağlanan bir araçla gerisin geriye rafting merkezinin bulunduğu yere geri dönüyoruz.
Bu sulu maceradan sonra sarsılan bedenlerimiz vosvosun içerisinde, rüzgara doksan derece açılmış kelebek camlarından gelen havaya kendine geliyor. Buraya kadar gelmişken iyi ki de şansımızı denemişiz. Daha çok yolumuz var ve kendini sıcağa iyice alıştıran araba şimdilik pek öksürmüyor.
Yılllar sonra Niva’nın yedeğine düştükten sonra, zavallı emektar vosvosun önce içerisine küçük şirin tarla fareleri girdi; ardından da iyice bakımsız kalınca hurda indirimi muhabettine satılıp trafikten kaydı düşüldü. Her şeyin bir sonu var, dirimsel olsun ya da olmasın; çeliğin bile! Hurdacıya gitmeden önce de uzun süre çam ağaçlarının altında mahsur kaldı. Ama bugün bu satırları yazarken dahi, en ücra köşesine dair ayrıntılar, birlikte yaşadığımız anlar hâlâ aklımızda...