Skip to main content

doğum yerinde koşmak

 İzin alarak grup halinde gittiğimiz en alt kattaki tuvalette cüzdanın içerisindeki anahtarın yazılı olduğu pusulayı çiğnemeden yutmuşum. İçim rahat artık. Ayakta yüzleri duvara dönük yan yana dizilmiş elliye yakın insan. Koridorda arka ayakları üzerinde dimdik yürüyen itlerin kendi aralarındaki konuşmaları, telsiz sesleri, yarım yamalak ağızda gevelenen türkü, terli tutsak bedenlere yönelen yerli yersiz uyarı cümleleriyle bölünüyor. Birinci Şubenin Sinema Salonuna alınmadan önce toplu gözaltıda isim tespiti için bu ilk işkencenin bitmesini bekliyoruz. Elinde kağıt kalemle kulağıma dikilen yavşak işkenceci sıra bana gelince adımı soyadımı, doğum tarihini yerini soruyor. Verdiğim yanıtı üç kez tekrarlattıktan sonra dalga geçiyor. 

 
 

Paris’in içinden misin?

Bu uyaroğlu diyarının yabancısı değilim. Elli yaşına kadar hiç özlem duymadığım şüpheli vesikalı memleketim benim.

Sabahın altısı. Yüksek katlı binanın penceresinden gördüğüm oynaşan araç parıltıları aşağıya indiğimde yeni ağaran günün ışıklarında dağılıp gidiveriyor. Kentin tüketim nesnesi güdük imgeler yığını Eyfel Kulesini zaten olduğundan daha da sıradanlaştıran bir önceki geceden kalma bilet, yiyecek, kağıt artıkları demir yığının hemen altındaki alandan yavaş yavaş temizlenmeye başlanıyor. Bir bar, bir kabare çıkışından ertesi şafağa sarkan yanılsama kırıntıları toplanıyor gibi. Yorgun bedenin dört ayağının altından koşarak geçerken üst tarafımdaki ‘hafifliğin’ daha da bir titrediği hissediliyor. Tam bir bacak arası bu yaptığım. Uykusunu tam alamamış, pusulasını şaşırmış, aynı açıdan milyon kez çekilen aynı görüntünün farklı olmayan ışığını yakaladığını sanan yavşak bir Japon turistin çekik çapaklı mutlu gözleri, elinde istem dışı sabah canlanması yaşayan fallus gibi tuttuğu aletin vizöründen, milyonuncu kez çakışan görüntüde kimsenin görmediğini izlediğini sanıyor. Bezgin beyinlerdeki bir tür metal yorgunluğu bu yanılsamalar çağı.

Kule dün bütün gün toplamda kaç santim uzadı?   

Tren garını en derinine gömmeyi iyi beceren Montparnasse’ta caddeye çıkıp, sessizce uyanmayı bekleyen ağaçlıklı caddelerin arasından sıyrılıp uzaktan Napolyon’un naşının bulunduğu İnvalides’e de selam çakarak bir çırpıda Askeri Okulun yanından Champ de Mars’a çıkmışım. Askerler eskiden bataklık olan bu mevkideki Mart Tarlalarında talim yapıyormuş. İnsan Cumhuriyetine giden yolda en önemli atılım olan Bastille Zindanının halk tarafından zaptının birinci yıldönümünde burada yüz bin yurttaş 14 Temmuz 1790’da Federasyon Bayramını kutlamışlar. Açıklık alanda yer yer çime de kayan adımlarım daha da bir yükseliyor. Kule tam önümde ama kafamı bile kaldırmıyorum. Parkın sağını ve solunu süsleyen ağaçların boyları boyunca bir inip bir yükseliyor bakışlarım. Kendini bir şey sanan varlığa kelimenin tam anlamıyla bir “bacak arası” yapacağım. Busbulanık karanlık ve muammalı akan bölücü başı Seine’nin iki yakası bir birine karışmış. Rive Gauche boyunca uzanan tali hizmet yolundan dün gece Nazi kılıklı Alman aristokratlarıyla birlikte bindiğimiz, alçak köprü geçişlerinde takılmasın diye katlanır düzenekli iki kırmızı bacalı özel gezi teknesinin kalkış yaptığı noktayı, yani dünyayı tutsak eden Amerikanların New York’taki “Özgürlük” heykelinin küçük ve masum bir kopyasının bulunduğu Grenelle köprüsünü hedefliyorum.        

Özgürlük Anıtının boşta kalan üçüncü eline neyi vermeli?

Koyu yeşil kütle sola mı sağa mı akıyor belli değil. Sol ya da Sağ Yaka söylemine bakılırsa akış yönüne ters koşuyorum. Ara sıra pembe bir tayt giymiş şirin bir bayan, çiçeğe dönmüş gavur atkestanesi ağaçlarının arasından bir görünüp bir kayboluyor. New York Caddesi boyunca gözüm yeşil sıvı kütle üzerindeki mavnaları tek tek inceleyerek tempo düşürmeden devam ediyorum. Dişil varlık kestane çiçeğine karışıp bir süre sonra yok oluyor. Yapayalnızım. Invalides Köprüsünü aştıktan sonra Grand Palais’nin oralarda katledilen Ermeniler anısına dikilen anıtın önünde, dün yaşanan günün 24 Nisan olduğunu haykıdan çelenk ve çiçeklere takılıyor gözüm. Sonra Place de la Concorde. Hırsız Napolyon’un Mısır’dan çalmadığı ama Mısırlıların minnet borcu olarak 1830'da X.Charles'a armağan ettiği dikilitaş gibi, önümde görüngüler açıldıkça her yeni düzlemde adımlarımın uyumu bozuluyor. Ama kısa sürede yine yarı maraton yarış ritmime geri dönüyorum.

1,68’lik Napolyon’un anlamsız kompleksi parmak üstüne kalkan gökdelenlerle aşılabilir mi?

Hala yeni boyattığın odanın iç parmaklıklarında geziniyor gözlerin ama yine de benimle geldiğin kesin. Yerde çiğnenmiş bildiriden, duvardaki kurşun deliğinden, renksiz gökyüzünden, perdesi oynaşan mavna lombozundan, masada boş bırakılan sandalyeden teyit ettim bunu. Mide bulantısı, et çürümesi, gaz sızıntısı, cerahat akıntısı, kızaran tenin içten yanan, yarılan örüntüsü: Buradasın ve durmuyor hala devam ediyorsun. Susuzluktan ölmemek için inini terk eden yaban hayvanı gibi akşam haram şarap elde su kenarına inen güruhun içinde gördüm durdum seni. Sonra bir sol bir sağ yakada oluşuveren gereksiz kalabalıklar arasında. Cep telefonu ışıkları, flaşlar, çakmak parlamaları. Şanelize'deki Ferrari'nin ön koltuğunda. Fransız usulü saçmalıklardan açılan heyecanlı sesin, gereksiz ayrıntılarda boğulan kent mimarisinin düzensiz cephe hacimlerinde dindi. Fil kulağı abartılı ellerinde tirbuşonu yumurta gibi taşıyordun. Başından ters adımlarla çıkılmış mübarek yolculuk. Galeries Lafayette'te iki büyük bina arasında kurulan köprüden bütün gün, bir taraftan diğerine geçip durdun. Çift katlı üstü açık gezi otobüslerinden inmedin bir türlü. Elinde o aptal makineye bildik görüntüleri kaydettin durdun.   

Ne dersin, çektiğim acıyı ne tür bir intikamla dengeleyebilirim?      

Keskin bir U dönüşüyle içine daldığım bu devasa bulvar iki yanında dizili ağaçlar olmasa hiç de çekilecek gibi değil. Sabahın bu saatinde bile. Servis kamyonları gecenin yükünü ortadan kaldırmaya çalışan çöp kamyonlarının aralarına girmesine izin vermiyor. Kusmuk, şarap, şampanya ve yağ lekesiyle rengi koyulaşan parke taşlı bulvarın hafif eğiminin ucunda dalga geçer gibi on iki caddenin ortasında dikilen devasa Zafer Takını zorunlu kerteriz olarak adım arasında izlerken, yer yer bozuk taşlara takılmamaya çalışıyorum. Vercingetorix ve lanetli Alesia’dan beri düşman karşısında çok iyi sınav vermemiş ülkenin başkentinde nereye elinizi atsanız, Roma özentisiyle, askerlerin sefer dönüşünde altından utkuyla geçeceği bir zafer takı bulmak mümkün. Kavşağın ortasında dikilen bu devasa anıtla yine Napolyon kompleksi karşıma çıkıyor! Takın altından döndükten sonra yokuş aşağı inmenin rahatlığıyla, bir ara Lido’daki Dünya güzeli kızların sallanan göğüslerinin ahengiyle at başı gidiyor yorulmaya başlayan bacaklarım. Marka budalası yeryüzü dallamaları için bulunmaz bir cennet bu devasa cadde.

Asrın sorunsalı: Versace saatimi buradan mı yoksa havalimanından mı alsam?

Kumrular, güvercinler tamam da, sahipsiz köpeği, kedisi olmayan kentte peşimden bir köpek bile havlamıyor. İnsan Cumhuriyetine açılan kapı komünden kalan işaretler dışında kültürmüş, ruhmuş, aşkmış hepsi hikaye. İlerleyen saatle birlikte artan trafikle birlikte kent gibi, koşunun başlangıçtaki sihri de dağılmaya başlıyor. Neyse ki sayıları çoğalan otobüs ve özel araçların yanında koşan bedenler de artıyor. Ama sevgili ikinci vatanım Mağrip ülkesinde gönüle sağ el kondurup verilen candan selamlamalardan eser yok bunlarda. İtiraf ediyorum. Bu topraklarda doğmuşum doğmamışım hiçbir önemi yok. Keskin dönüşlerde aniden karşıma yabandomuzlarının dikiliverdiği Yeniköy’ümün orman şeridinde, katırtırnağından Ladene, yabani lavantaya bin bir kokuyu soluyup koşarken aldığım zevki bugüne kadar Dünyanın başka hiçbir yerinde alamadım.

Havalara sokmak için sana koştuğumu filan söyledim belki daha önce. Heyecanla yan yana getirilen tüm sözcükler gibi bu da yalandı. Seninkilerden ne bir eksik, ne de bir fazla. Kendi tükenişimden başka hiçbir menzili yok bu yinelenen çabanın. Bilesin.