Sparta
Peloponnes yani Mora Yarımadasının tam ortasındayız. Nafplion Tolo’dan kuşluk vakti yola çıkıp Argos üzerinden Sparti’ye vardık. Hedefi gizemli Mystra’yı gezip geceyi Kalamaka kıyısında geçirmek. Ama Mystra’ya dört kilometre kala, yol üstünde bizim Isparta’nın ana yurdu Sparta’yı gezmek amacındayız. Bunun amaçla vardığımız Sparti yerleşiminin içinde ören yerine ilişkin bir yön tabelası arasak da bulamıyoruz. Ancak bakkal ve marketlerde kolayca bulduğumuz yumuşacık kare tost ekmeklerinden bunalmış ekmek manyağı bir ulusun temsilcileri olarak karşımıza ilk defa çıkan ekmek fırınlarını görünce dayanamayıp güzel, kepekli ekmekler alıyoruz.
Her şeyin olduğu gibi medeniyetlerin de bir ömrü vardır. İnsanlık tarihi bugüne kadar ancak taş kalıntıları kalan ne parlak medeniyetler, ne sultanlar, ne diktatörler gördü. Milattan Önce 2nci bin yılın sonlarında yaşanan Dor istilası sonrasında kurulan Sparta da bunlardan biriymiş. Aşırı disiplinli askeri örgütlenmesiyle antik Yunan’a damgasını vuran Sparta Uygarlığı, devlet mülkiyetinde sayılan kölelere (Helotlara) tanıdığı görece özgürlüklerle dikkat çekmekteymiş. Bunlar çeşitli haklara ve bir tür ekonomik özerkliğe sahiplermiş.
Bir zamanlar Allahın her sabahı Eğridir Gölü kenarında buz gibi havada üstünde ince bir tişörtle bağıra bağıra Süleyman Demirel’in yazlığına kadar koşup geri gelen biri olarak, Isparta ile seçkin askerlik arasındaki ilginç bağı bizzat yaşamıştım bir zamanlar. Bize de özellikle az yemek veriliyor, çok ağır bir disiplin uygulanıyordu…
Küçük yaşlardan itibaren asker olarak yetiştirilen Spartalılar, tarım ve hayvancılık gibi işlerle uğraşmazlar, bu işleri kölelere yaptırırlarmış.
Zorunlu, kolektif ve site tarafından örgütlenen Sparta eğitimi hakkında çok ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Tarihçilerin elindeki kaynaklar Helenistik ve Roma gibi geç dönemlere ait ve bunların da arkaik ve klasik Yunan dönemine ilişkin ne kadar sağlıklı bilgiler içereceği biraz tartışmalıdır. Spartalılar geçmiş yüzyıllardaki kişisel zaferden daha çok ortak zafer peşinde koşmak üzere eğitilirlermiş. Atletizm ve spora büyük önem verirlermiş. M.Ö.720 ila 576 yılları arasındaki Olimpiyat Oyunlarında 61 birinciden 46’sı Sparta’lıymış. Koşu alanında birincilerin 36’sından 21’i yine Sparta’lıymış. Özellikle fırından mis gibi ekmeği aldıktan sonra benim bu Anadolu kılıklı yerleşime neden için ısındığı daha iyi anlaşılıyor.
Biz Sparta’lıları sadece yakın resmi tarihi çarpıtmakla meşgul olan tarih ders kitaplarımızdan değil ama Persleri (bilinçdışı bir çağrışımla İranlıları) dünya dışı canavar varlıklar olarak gösteren, tarihi bir gerçek olayı efsaneleştiren Hollywood yapımı 300 Spartalı filminden biliyoruz. Yakışıklı Sparta Kralı I. Leonidas komutasındaki Grek şehir devletleri “Koalisyon güçlerinin”, I. Kserkes komutasındaki işgalci Pers Ordusuna karşı cesur direnişidir filme dönüştürülen. Ama bu savaş Sparta’da değil, buraya kuş uçumu 200 km, daha sonra Meteora’ya giderken geçeceğimiz anakaradaki Lamia kenti yakınlarında, Ege kıyısındaki Termopylae’de yaşanmış.
Son olarak ekmek fırınından aldığımız tarif bilgilerini bir dükkana daha sorduktan sonra ilçe stadyumunun yanından giden mütevazi bir ara yolun kıyısına aracımızı bırakıp zeytin ağaçları arasına gizlenmiş ören yerine nihayet varıyoruz. Bugün Cuma değil ve namaz saatine de henüz çok zaman var, ancak ören yeri girişinde tek bir Allah’ın kulu yok. Kapı açık, gişeler kapalı, önden ağaçların arasında kaybolduğunu izlediğimiz yarı memur kılıklı Yunanlı adamı saymazsak turist dahil kimse görünmüyor ortalarda. Güneş tepede, hava çok sıcak, 30 dereceyi aşıyor, tenhalığın verdiği tedirginlikle de olsa Akropol yanından gezmeye başlıyoruz. Çoğunlukla zeytin ağaçları arasında boğulup kalmış ören yerinde ya gerçekten herhangi bir kalıntı kalmamış ya da burada kayda değer bir kazı çalışması yapılmamış gibi görünüyor.
Biraz daha belirgin Artemis Tapınağı sonrasında, az önce önümüzde kaybolan şık giyimli Yunanlı adamın cep telefonuyla hararetle konuştuğu bankın arkasından dolanarak, terk edilmiş bir piknik yeri havasındaki büyük çam ve okaliptüs ağaçlarıyla kaplı küçük bir yükseltiden, Taygetos Dağı eteklerinde sıcağın buğusu içerisinde çok da belirgin olmayan Mysta’ya bakarken, yanımıza yaklaşan dört ABD’li genç bize Leonidas’ı soruyorlar. Önce Olimpiakos’un sağ açığını mı soruyorlar diye düşünürken Başak imdadıma yetişiyor ve bu hergelelerin filmden söz ettiklerini hatırlatıyor. ‘Daha henüz karşılaşmadık’ diyorum ama tabi ki İngilizce değil aralarından Kanadalı olduğundan şüphelendiğim birine Fransızca söylüyorum bunu. Tiyatro olduğunu sadece buraya konulan levhadan ve toprak yapısından anladığımız çukurluğa inip oradaki yoldan da yavaş yavaş çıkışa doğru yöneliyoruz.
Kaynaklara göre filmle ucuz bir efsaneye dönüştürülen Termopylae Muharebesinden kırk yıl sonra, Kral Leonidas’ın kemikleri Sparta’ya getirilmiş ve törenle Sparta’ya gömülmüş (biz görmedik gerçi, zeytin ağaçlarının arasında bir yerdedir muhakkak) ve her yıl Kral’ın anısına tören yapma geleneği yerleşmiş.
Arabamıza binip ilçedeki arkeoloji müzesine gidelim derken rastlantı sonucu bizimle aynı renk ve aynı marka aracı kiralamış olan ABD’lileri bronz bir heykelin önünde el kol hareketleri yaparak öz çekim yaparken yakalıyoruz. Bu Kral Leonidas anıtına yaptırılmış olan modern bir anıttır. Heykelin kaidesinde yürekli Kralın teslim olmalarını isteyen Pers elçisine verdiği yanıt yazılıdır: “GELİN, ALIN”.
Bu bizim, muharebe alanında zaferi helikopter, tank, top, tüfeğin değil ama inancın belirlediğini kanla gösteren “VARSA CESARETİNİZ GELİN” ile aynı yürekli meydan okumadır.
Garip bir şekilde en çok yer tarifi almak zorunda kaldığımız yerleşim olan Sparti’nin merkezinde, şirin ve sıcak parkın önünde bulduğumuz tek araçlık boş yere yerleşirken hiç trafik polisiyle tanışma olanağı bulamadığımız bu güzel diyarda acaba aracı çekerler mi diye trafik levhası arıyoruz ama ortalık temiz görünüyor. Bahçe içerisinde, Türk olduğumuzu öğrenen müze görevlilerini yüzü gülüyor. Küçük müze içerisindeki çömlek maskeler ve mütevazi mozaikler dikkat çekiyor.
Sparta uygarlığında mükemmel bir ordu yaratmaya yönelik sağlıklı ve savaşçı bir toplum için sağlıklı ve güçlü çocuklar özellikle seçiliyormuş. Leskhe adı verilen üstü kapalı bir mekanda bir ihtiyar heyeti yeni doğan bebeği inceler ve güzel ve tosuncuk olup olmadığına bakarmış. Eğer cılız ve sağlıksız görünümlü ise, siteye yük olmaması için Taygetos Dağı yamaçlarında (belki de Mystra’da?) Apotet adı verilen çukurlara atılırmış.
Çocuklar 7 yaşına kadar ailesi yanında kalırken daha o çağlarda eğitilmeye başlarmış: itiraz etmeden önüne konan her şeyi yemeli, ağlamadan zifiri karanlıkta durmaya alışmalı ve bunlara hiçbir şefkat gösterilmemeliymiş. 8 yaşından itibaren de itaat ve disiplin için fiziki eğitimler başlarmış. Sık sık aralarında kavga ettirilir, susuzluğa, açlığa, sıcağa ve soğuğa karşı dirençlerinin arttırılmasına yönelik eğitimler alırlarmış.
12 yaşında artık kışlaya kabul edilirler, akşamları evlerine gitmez, bütün yıl boyunca aynı giysileri taşır ve bedensel eğitimlerini çıplak yaparlarmış. Suyun deriyi yumuşattığı düşünüldüğü için asla yıkanmazlar, kendilerine ancak hayatta kalacak kadar yiyecek verilir ve beslenmelerini tamamlamaları için hırsızlık yapmaya yönlendirilirlermiş. Hırsızlık sırasında yakalanmaları da dahil en küçük bir itaatsizlik durumunda kırbaç ve falaka cezasına çarptırılırlarmış. 18 yaşında ise 1 yıl süresince doğaya salınırlarmış. Hayatta kalmak için çalmalı ve kendilerini arayan devriyelerden uzak kalmalıdırlar. Bu bir yıllık sınamanın sonunda bir hilot’u (köle) öldürdükten sonra Sparte’nın elit askerleri arasında yerlerini alırlarmış.
Trakya kökenli olarak anılan köle lideri Spartaküs’ün de adından da anlaşılacağı gibi Sparta’lı olup olmadığı üzerinde yaptığımız derin tartışmalar eşliğinde, bir gün sonra varacağımız Olympia’dan önce konaklayacağımız yer olan bizim zeytinlikteki dev meyveler veren ağacın anavatanı Kalamata’ya vardık bile.