turist gibi
Turistin ilgisini ne çeker? Turizmin kendi kendini yok eden dizginsiz bir sanayi canavarına dönüştüğü bir dönemde, başka diyarları görmek isteyen hedef kitlenin oluşturduğu piyasa boyutunda, turistik çekim merkezleri konusu ayrı bir önem kazanmaktadır. Algıyı yönlendirmeye yönelik çeşitli ritüeller, kimi zaman turizme konu mekanların önüne geçmeye başlamakta.
Turistin ilgisini ne çeker? Deniz mi, tarihi eser mi, kumsal mı, doğal güzellik mi, farklı bir kentin havasını solumak mı, yoksa kendi ülkesindekinin üçte biri maliyetine ne olduğunu dahi bilmediği her şeyin dahil olduğu gıdaları tıka basa yutmak mı? Yoksa daha önce başkaları tarafından belli noktalarda yapılan ritüelleri yinelemek mi?
Her şeyin kolayca yutulan, bir bakışta algılanan bir hap imgeye indirgendiği günümüzde, turistik seyahat konusu da benzer bir dönüşüme uğramış görünüyor. Turizm yapmak da öyle çok söylendiği gibi başka dünyaları görmek, başka insanlarla tanışmak, başka tatlarla buluşmak filan değil, daha çok daha önce başka turistlerin aynı mekanlarda, aynı tarzlarda, popüler olarak yapmış olduklarını tekrarlamak, bir tür hac farizasını yerine getirir gibi benzer hareketleri, taklit ettikçe ve yinelendikçe gittikçe daha da saçmalaşan ritüelleri, benzer noktalarda, benzer şekillerde tekrarlamak artık sanki turizmin odak noktası haline gelmiştir.
Bir mermer harikasının çevresinde toplanan bine yakın kişiye omuz atıp, Trevi Çeşmesine arkanız dönük bozuk para atacaksınız ve bunu illa ki görüntüleyeceksiniz? Tuttuğunuz dilek mi? İtalyan merdivenlerini bulup, basamaklarında öz çekim yapıp instagram’a koymak.
İtalya’da Pisa kulesine mi gittiniz? Kuleyi parmağının ucuyla doğrultmaya çalışanlar, burnuyla, sırtıyla poposuyla düzeltmeye çalışanlar, çeşitli fotoğraf çekim hileleriyle uygun düşen organlarını, uygun yerlere denk getirmeye çalışanlar, daha farklıyı denediğini düşünüp daha önce bir milyon kişinin aklından geçeni aynen tekrarlayanlar, söz konusu mekanlara dahi girmeyi gerekli görmeden sadece bu pozların en iyi alındığı noktalarda kümeleşenler.
Floransa’ya gittin mi? Davut heykelini ziyaret etmeden geri dönmek olmaz. Davut kim? Davut heykeli nerede? Nedense girişi en pahalı yerlerde gizlenir buna benzer ürünler. Michelangelo mu yapmıştı? Nerede bulunur, Galleria del Academia mı? Ne kadar ücreti? 20 Euro mu? Ufizi’de ne vardı? Öte tarafta Pisa’yı doğrultanlar koşar adım gelip burada Michelangelo’yu taşlıyorlar, ki Davut’un tıpa tıp aynısı Sinyora meydanında kopya şeklinde duruyor. Aradaki fark mı? Çok mu yoksa hiç yok mu? Aslını kopyasını çekiç darbesinin açısından mı anlarsınız? Mermerci misiniz mübarek? Olmaz illa aslı görülecek. Pisa’yı doğrulttuk, Davut heykelinin aslını gördük, Ufizi Sanat Galerisinde kimin hangi koşullar altında neden yaptığını, neyi anlattığını, anlayamadığımız, bilmediğimiz bir başka sanat eserini de gördük. Olmadı mı? Milano’da İsa’nın son akşam yemeği mi? Kim yapmıştı? Ressamı kimdi? Michelangelo mu? Yok o heykeltıraş, nereye gizlenmiş peki bu Allahın belası?
Biz dahil yuvarlak dünyanın dört köşesinden gelen çekik gözlüsü, Afrikalısı, Arap’ı, sırf bu hac farizası için çırpınıp duruyorlar. E tabi boru değil bu, dünyanın en pahalı turistik ülkelerinden birine, vizesi bileti dünyanın masrafını yapıp gelmişsiniz, bu hareketleri yapmalı ve mutlaka kayıt altına almalı. Yazık olur sonra.
Popüler hareketleri tekrarlamaktan ibaret hac farizası sırasında, akın akın şeytan taşlamaktan dönen kitleler, Pisa kulesinin çevresinde üç kez tavaf ettikten sonra nihayet eğikliğin açısının en yüksek değere ulaştığı noktada duraklıyorlar. Sabahın dokuzunda gördüğümüz çekik gözlü kadının kocası uygun pozu yakalamak için yere düşüp kalkıyor. Kadıncağız kendinden geçmiş vaziyette illa kuleyi düzelteceğim diye bir hayli ter döküyor, ama düzelmiyor mübarek. Düzelmesin de zaten, yoksa oyunun büyüsü bozulur! Başka bir yerde yere yatanları, çime uzananları, birbirini itenleri görüyoruz kulenin bizzat kendisinden daha çok, hele kadının bu ulu görevi yerine getirmeye gücü yetmiyordu, arkasından bir başka kadın, hatta onlara sırtlarından iterek eklenen bir üçüncüsü de bu çabayı destekliyordu. Kareye nasıl sığdıracağım kuleyi, birinci kadını, onu destekleyen ikincisini ve hatta üçüncüsünü?
Bu bulaşıcı hastalık haline gelmiş ritüele ben de kendimi kaptırdım, Pisa’yı düzeltmeyi çok istiyorum ama olmuyor, zaten denemiyorum de az ötede yamuk duran bir çöp sepetini düzeltmeye kalkışıyorum. Bu biricik anı “çeken” de olmuyor zaten ama ben görevimi yaptığım için çok memnunum.
Bir anlık imaj, görüntüden ibaret olan insanın öznesi olduğu turizm de artık özünden sapmış durumdadır. Neden? Çünkü görüntü çağındayız. Artık öz diye bir şey yok, yazı yok, kelime yok, içerik yok, anlam yok, sadece ve sadece ve sadece görüntü var. Çünkü en kolayı bu. Hızlı yenen yemekler gibi yani Fast. Görüntüyü düşünmeden, üzerine çok da kafa yormadan olduğu şekliyle şıp diye algılayıveriyorsun. Artık anlık olarak ne anlıyorsan o kadar. Yani hiç fazla düşünmeden söylenen, karşısındakinin söylediklerini katkısız ve zahmetsiz aynı haliyle kaynağına “geri gönderen” moda olmuş sihirli “aynen” sözcüğü gibi.
Bir de şu fotoğraf çekme durumu var. Milyonlarca insan aynı açıdan aynı fotoğrafı çekiyor, sosyal ağlarda paylaşıyor, yer bulamıyor, sıkıştırıyor, presliyor, buluta yüklüyor, ona yüklüyor buna yüklüyor ve en özgün fotoğrafı ben çektim diye övünüyor. Halbuki en özgün diye bir şey yok artık. Çünkü o açıdan, o yükseklikte, aynı diyafram ayarında, aynı makineyle aynı çözünürlükte aynı imgeyi milyonlarca insan çekmiştir artık. Bana özel, benim görüntüm, benim anım, benim yaptığım gezi biricik diye düşünülüyor.
Geçmiş ve gelecek bunca benzer varoluş arasında kendi kendini özgün, biricik sanma saplantısı, bu da bir hastalık. Tek ve ayrı olduğunu sanan ama tamamen birbirinin benzeri olan milyarlarca maskeli dallama. Ozon tabakasının incelmesi, fabrika dumanları, yiyeceklerimize karışan zehirler, yapay tatlar, tatlandırıcılar gibi bir şey bu. “Aynen”.
Buna bazıları sürdürülebilir yaşam diyorlar. Alerji gibi bir şey bu, yani ölmeden, ama illa ki kaşıyarak sürdürülebilir. Sürdürülebilir sanayi, sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir ekoloji, sürdürülebilir rezillik, sürdürülebilir faşizm. Çünkü bu zıvanasından çıkmış rezil yaşamı sürdürmek zorundayız. Çünkü durursa olmaz, çarkın mutlaka dönmesi gerekiyor. Sür-dü-re-bi-lir.
Sistem kendi için sistem. Kendini yaratıyor, kendi kendine yöneliyor. Turizm de pat çips gibi tüketim nesnesi haline dönüşmüş. Öyle sağdan soldan kes yapıştır yapan ülke sayaçlarında diyar tüketen gezginlerin anlattığı hazlara sakın kanmayın. Onun bile suyu çıkmış.
Başka örnekler mi verelim? Yine “turizm cehenneti” İtalya’dan mı?
Tamam. Alberobello’dan bahsedelim Bari…
Öyle arkeolog, mimar, mühendis ya da taş ustası olduğun için değil ama bizim Harran’dakilere benzer koni kubbeli taş evlerin çatılarına bembeyaz kireçle resmedilmiş imgeler ilgini çektiği için çizmenin ta topuğuna gitmen şart olmuştur. Oysa kırsalda yeşil bağların bahçelerin kıyısında hala en özgün haliyle ayakta kalmayı becerebilmiş güzellikleri saymazsak, kentin ortasında tamamen “üretilmiş” bir mekan söz konusudur.
2000’li yıllara doğru terk edilmiş durumda olan Tepe Mahallesinde, Guido Antonietta adında uyanık bir yerel girişimci birkaç düzine trulli satın alarak bunların içine modern yaşamın konforunu taşır ve yapıyı yerleşimdeki bir otel odasının fiyatının altında kiralamaya başlar. Trulli’lerin konilerinin üzerine, tarihsel olarak hiç yapılmadığı şekilde uğur getiren simgeler resmetmeyi de unutmaz.
Rione Monti artık turizme adanmış durumdadır: Buradaki birçok trulli’de çoğunlukla zevksiz hediyelik eşya ve el sanatları ürünleri (dokuma, nakış, çömlek, deri v.s.) satılan dükkanlar yer almaktadır. Hediyelik eşyanın ya da avalak avalak özçekim yapan turistlerin girmediği bir kare yakalamak artık oldukça zor hale gelmiştir.
Günümüzde yoğun olarak yaşanan restorasyon süreci de trulli’lerin özgünlüğünü bozmuş. İtria Vadisindeki trulli’lerin çatılarının kubbelerin restorasyonunda kullanılan yöresel yassı taşlar artık mekanik testere ile bloklar çıkarılması yoluyla elde edilmektedir ki bu alt ve üst yüzeylerin tamamen düz ve pürüzsüz olmasına yol açmaktadır. Gözle görülen yüzey, bir taştan diğerine aynı açı korunarak elle pah verilerek tıraşlanmaktadır. Bu « mekanik » taşlar dışarıya doğru hafif bir eğimle ve eskiden olduğu gibi ama yatay olarak biraz göbek yapacak ve tamamen doğrusal şekilde yerleştirilmektedir. Restorasyon gördükçe trulli’lerin kubbeleri kendilerine özgü hafif eğik çizgilerini kaybetmekte ve bakıldıklarında tamamen geometrik rahatsız edici kusursuz bir doğrusallık sunmaktadırlar. Tabi bu durum hediyelik eşyaların ve çatılara çizilen simgelerin gizemine kapılan turistler tarafından çok da önemsenmiyor görünmektedir.
Başka örnek mi? Milli park ilan edilmiş deniz kenarındaki beş köyden ibaret mekanı gezmek için bölük bölük turistlerin daracık alanlarda kalabalıklar arasında trencilik oynadığı Cinq Terre mi?
Say say bitmez. Hele Allahın katedraline dahi giriş ücreti alınan bu ülkede insan örnek bulmakta hiç zorlanmıyor.
Peki ne yapmalı?
Benim gibi bir sürü benzeri olan aykırı bir insanın önermesi bu tür insanların gittiği mekanlara gitmemek olabilir. Çok kestirmeden. Bu mekanların, para atılan çeşmeleri, el sürülen yerleri, bu hac mekanlarını, bir tür zehirli, mayınlı mekanlar olarak kabul edip seyahat güzergahlarından çıkarmak olabilir.
Biraz klasik olsa da seyahat gittiğin ülkenin insanını tanımakla başlar diyelim mi? Napoli’de yol sorduğumuz yaşlı adamın benim için gittiğim yere kadar bir kilometre kadar yürümesi; Orvieto’da katedralın önünde oturan umarsız yaşlı kadının bakışı; küçücük pencereden yetmiş senedir izlediği sokaktan geçen bir yabancıya gülümsemek. Yoldan çıkmak, hem de navigasyon aletine dinleyerek bile bile kaybolmak. Emin olduğun bir güzergahta aniden U dönüşü yapmak, kuralları çiğnemektir belki de.
Bu yazıda da bir yamukluk var gibi sanki, size de öyle gelmedi mi? Ne dersiniz?