Skip to main content

Osman'ın seçimi

 

 

Ağabey davetiyle Pakistan’a gitmeyi hayal ederken, ana rahmine döner gibi kendimi yine Çerkez köyümde buluverdim. Yanar döner Taliban, El Kaide, CİA, paralı askerler, Çin yayılmacılığı filan alayı hikaye. Belki de yaptığım yolculukların en tehlikelisi bu; kendi yarım kalan geçmişine ya da bir türlü tasarlanamamış geleceğine, ağır giden hayvanlar familyasına geri dönüş...

Arazi sürülmemiş, ortalığı ot diken basmış; kızgın güneşin altında kosayla otlara saldır, iklimi şaşmış mevsimlere inat zeytinleri aşıla... Kuyunun üstünü toprak kaplamış. Dere yatağından yüz elli metre ötedeki eve toprak altından gelen kayıp kangal boruyu nihayet buldum. Toprak üstünden giden son bölümü, yomcaları bakımsızlıktan gittikçe azalan bağa doğru usulca yürüyen ormanın içinde kaybolmuş. Yirmi metrelik son bölümü kesip çalmışlar. Motor alıp su basma girişimi için acele etmeyeceğim. Bir süre idare etmesi için bir tankerlik su aldım. Bu kez de evin üstündeki galvaniz deponun yedi yerinden çürüyüp delindiğini oluktan akan suyun sesiyle öğrendiğim. Tankerin dörtte biri boşaldı. Depoyu devre dışı bırakıp suyu doğrudan tesisata bağladım.

Bugün sığırcıkların taşıdıklarıyla ağzına kadar dolan olukları temizledim. Eğik çatıyı aktardım. Çatıya açılan kapının önündeki kepengin sağ kanadına sarıca yaban arıları yuva yapmışlar. Eve girerken süpürgeyle yuvalarının bağlantısını kopardım ve daha henüz avuç içi kadar olan balmumu yumağı fayansa yuvarlandı. Büyük olasılıkla başka bir yere taşınırlar.

Bağın çevresindeki yeni dikilmiş zeytinlerin çevresini temizleyerek, sulanmalarını kolaylaştırmak için çevrelerine çanaklar yaptım. Sabah akşam kara dut yiyorum. Evin içini de yavaş yavaş temizliyorum. Zemini ahşap kaplı büyük odayı temizledim ve oraya taşındım. Eşyaların çoğunu da oraya aldım. Kademe kademe boş kaldıkça diğer odaları ve alt katı da temizledim. Fazlalık koltukların ikisini parçayıp süngerlerini ve kumaşlarını yaktım.

Oy pusulamı, gelecek kış sobayı tutuşturmak üzere İstanbul’da evdeki büfenin üzerinde 10 liralık İSKİ faturasının soluna, Sarıgül’ün içme suyu dağıtım kartının yanına bıraktım. Kendimi bildim bileli, oransal temsilin dolanbaçlarına sıkışıp kalmış seçimlere katılmadım. Gerçi bugün hâlâ kendimi tamamen bildiğimi söyleyemem. Hatta varoluşum üzerindeki bilgilerimin yaşım ilerledikçe artmak yerine daha da azaldığını itiraf etmem gerekir. Yol aldıkça artan bir yabancılaşma.

Kendini sapına kadar dünya ‘yurttaşı’ saydığım bu yersiz yurtsuz yaşamışlığımda, bilumum seçme kurnaz tüccar bakışlı yükleniciyi kendi paramla beni sömürecek bir düzenin bekası için, ceylan derili koltuklu temaşa bir konseye kendimi temsilen gönderme yoluyla gerçekleşecek bir ‘kendi kendini yönetme yanılsaması’na katılmamayı tercih ettim. Tufan kopsa, iki vatandaştan biri ya da cümle alem ‘aynı yolda’ gebermeyi de seçse ben kendi kaderimi kendim tayin ettiğimi sanmaya devam edeceğim. ABD desteğini arkasına almış, çılgın projeci estetik ameliyatlı kelaynak suratların pişkin, ‘her şeyi bilirim’ halleri, olur olmaz ağlamaya başlayan bir ‘Pensilvanya etkisinin’ yaşamın her  alanına sessiz sedasız nüfuz edişi midemi bulandırıyor. Yine sırtını atlantik ötesine dayamış ayrılıkçı milliyetçilerin etkin oldukları yerlerde kendinden başkasını tanımayan ilkesiz azgınlıkları ürtiker sıkıntısı veriyor. Sinirden vücudumun belli yerlerinde kısa süreliğine ansızın kızarıklıklar oluşuyor. ABD’yi arkasına alan alana! Ne bereketse, elin besili Yankee’sinin değdirdiği kim varsa Apollo gibi uzaya gidiyor mübarek.

İtiraf ediyorum bu kısa seçmenlik ömrümde bugüne kadar kullandığım tek geçerli oyumu köyümüz Muhtarı Mümtaz Mert’e verdim. Hem de ne macerayla! Sandığa gitmeden önce bana verdiği isminin yazılı olduğu oy pusulasına, sonradan sayım sırasında oyumu ona verip vermediğimi kontrol etmek için özel bir işaret koyan rakibinin cipiyle sandık başına gelerek... 

Bilinçsizce köklenen kart bir turpotunun bir haftalık gelişimi kadar bile değer taşımayan yaşamımım bugüne kadarki  kısmı boyunca siyaseti belki de daha etkili ve ‘kestirme’ olduğunu sandığım yollarla, tanığı olduğum bunca haksızlık karşısında insanın içine su serpen, ‘doğrudan ve aracısız bir adalet için’ yürütmeyi tercih ettim. Kestirme ama hiç de kolay olmayan yollardan. Öyle millet, halk adına değil sadece kendi adıma, sadece canım öyle istediğinden. Aktarıldığı için hep eksik ve yarım kalan, kendi kendini anlatmaktan aciz pelur kağıdı kodlanmış özgeçmişlerle geçen hızlı yolculukta, bedenlerimizle gelecek çarpıcı bir ölümün elde kalan son silaha dönüştüğü devirde gerektiği yerde gerektiği gibi, yakışır bir biçimde ‘ölmeyi’ beceremedim. Hayatta kalma ‘başarısını’ istemdışı bir yokoluşa dek ertelediğimi düşünerek yeraltı çekiminin etkisini öteledim. 

Gözlerim bozuldu, dişlerim döküldü, prostatım şimdiden sorun çıkarmaya başladı ve daha ‘kendi kendimi yönetmeyi’ tam becerebildiğimi söyleyemeyeceğim. Varoluşla yokoluş arasında daimi bir git-gel (gel-git değil!) hâli şimdiye, şu ana kadar süre geldi.

Gerdanlarındaki parlak lacivert-gri süsleriyle dışarıdan bakıldığında kargadan çok sevimli kanatlılara benzeyen karakabaklar, gözüpek seçme gerillalar gibi evin yakın çevresindeki meyve ağaçlarına saldırıyorlar. Otomatik Fabarmın yanımda olmadığının istihbaratını almışlar gibi gözümün içine baka baka korkusuzca burnumun dibine kadar yaklaşıyorlar. Sabahın en köründe ya da gün bitiminde hava kararmak üzereyken, vişne, kayısı, dut ne varsa meyve olgunlaşır olgunlaşmaz saldırıya uğruyor. Onlar yemeden önce yemiş olabilmek için bilumum olgunlaşmamış ham meyveyi yutmak zorunda kalıyorum.

Zeytin ağaçlarının dallarından basamak basamak ilerleyip en yakın ağacın en yakın dalına kadar yaklaşıyorlar. İlla ki silahlı mücadele için kışkırtıyorlar beni! Gerçi bu yolu da denedim daha önce, hatta aralarından bir iki tanesinin leşini bağın üzerinde ipe de serdim. Korkuluk yaptım, parlak yansımalar oluştursun diye ağaç dallarına CD’ler, rüzgargülleri astım ama ısrarla saldırmaktan vazgeçmediler.

Dün öğlen sıcağında kuyunun yanındaki bostanda bamya filizlerini yiyen 3 kg’luk bir tosbağa sağ olarak yakalandı ve evin yanında bulunan ‘kümes’ tipi cezaevine kapatıldı. Aracıyla gelen ilk kişiye emanet edilip, bostandan uzak bir diyara zorunlu ikamete yani sürgüne gönderilecek.

Yarın sabah yine beşte kalkacak, tıksırıncaya kadar kara dut yiyeceğim ve Ece Köyüne koşarak gidip geldikten sonra üzerine, mille dolmak üzere olan kuyunun toprak kokan suyundan içeceğim.   

Herkes dünyadaki varlığından sorumludur. Ben şimdilik, Tanrıdan bağışık her zamanki hâlimle, ‘kendi kendini aldatan’ saçma bir otarsi oyununa daldım. Biliyorum bütün bunlar size belki biraz anlamsız gelecek. İki çocuklu bir ‘baba Hindi’nin çok daha önemli sorumlulukları olmalı değil mi aslında? Hayatı düzülmüşlerin uygun gördüğü genelgeçer rolleri gözü kapalı oynamak gibi örneğin...

Özür dilerim ama, bu benim seçimim.

Yazıyı siteye aktarana kadar karadutlar bitti bitecek, kayısılar olgunlaşıp dallarından düşmeye başladı...