Benim sevgili patronlarım
Fırıncı değillerdi ama genel geçer deyişle -en güzel ve enerji dolu günlerimin karşılığında- onların ekmeğini çok yedim. Allah bereket verdi mi, orasını bilemem. Onlar da abii ki benim gibi çalışanları üzerinden kazandıklarıyla çok çok büyük pastalar yediler; bir kısmının bir şekilde bunlar burnundan geri fışkırsa da kimisi hâlâ aynı hızla ve afiyetle yemeğe devam ediyor. Afiyet olsun!
Parmak izi okutarak girilen ve içerisi kadar dışarısı da bilumum yetenekli kameralarla kontrol edilen konfeksiyon atölyesiyle NASA Laboratuvarı arasında bir yer olan koskocaman ışıltılı bir mekan. Karşılıklı oturulacak şekilde düzenlenmiş on ya da on iki kişilik masa kümeleri projeler temel alınarak ayrılmış. Her birinde altyapısı mevcut olan ama internete girmenin yasak olduğu bilgisayarların bulunduğu masalar arasında ‘at gözlüğü’ misali, görüşme sırasında işçilerin birbirinden etkilenmemesi ya da kopya çekmemesi için bölmeler konulmuş. Sonra mikrofonlu kulaklıklar, çağrıların alındığı garip düzenekler. Burası sendika fakiri ucuz emek cenneti ‘egemen’ bir ülkede, insan hakları konusunda mangalda kül bırakmayan yabancı ülkelerin temsilciliklerine, bünyesinde çalışanları ve başvuru sahiplerini bir sürü yalan dolapla olabildiğince sömürerek peşin para karşılığında "vize danışma ve randevu hizmeti" veren bir merkez.
Koridorun tam karşısında, bütün salona hakim olan büyük masada ‘kat sorumlusu’ bayanın oturduğu büyük bir masa. Masanın yan tarafında günlük çağrı sayılarının yazılı olduğu performans kağıtlarının mesai bitiminde konulduğu plastik kutucuklar, fotokopi-faks, raporlar v.s. Bunun dışında masa kümelerinin arasında katın ortasında karşılıklı olarak duran iki tane her tarafı camekanlı ayrıca iki oda daha. Birinde Almanya’dan Türkiye’ye geri dönmüş bilmem kaçıncı kuşak gurbetçi çocuğu olduğu güzel Türkçesinden belli olan, açık sarı boyalı saçlı orta sınıf bir seyyar fahişenin güzelliğinde ve bakımındaki ‘proje sorumlusu’, ‘çok ilkeli’, henüz lüfer olmamış ama eli kulağında, sarıkanat bir hatun. Karşısında, ilk çıkışında kurye şirketi olarak kurulmuş ardından konsoloslukların telefonla vize randevusu vermeye başladığı dönemde çağrı merkezi alanında atılım yapan aile şirketinin küçük kardeşlerinden biri oturuyor. Ancak patronlarımızdan biri olduğu söylenen bu genç ve yakışıklı şahsın işle birebir hiç ilgilendiğini görme olanağımız olamıyor. Önemli olan takma adlı bayanın yani asıl fiili patronumuzun eski kocası olması. Molaya gidiş gelişlerimizde her ne kadar bilgisayarının ekranını ‘kimseler görmesin’ açısına göre ayarlamaya çalışsa da çoğunlukla 'genel adaba' uygunsuz filmler izlediğine tanık olunabiliyor. Bir de güzel bir spor arabası var. Arabaya binişi de inişi de komşumuz Perinçek’ten daha çok yankı uyandırıyor, özellikle dişi zevatın gözleri onun üzerinde toplanıyor. Konuyla şirkette çalışan genç kızlar kadar ilgili olmadığımdan markasını dahi hatırlamıyorum şimdi ama bu tehlikeli şehire göre kıçı yere fazla yakın arabalardan biriydi; yoksa, yoksa gerçek bir Ferrari miydi?
Onun arabası var, şoförü yok, gaza da basmıyor ama tipini ve endamını sevdiminin sonradan görmesinin ruhu hiç yok.
Dünyalar güzeli mi? Neden takma ad kullanma gereksinimi duyduğuna ilişkin ‘işçiler’ arasında bilumum dedikodular oluyorsa da çalışan erkeklerden biri olarak beni sadece ‘güzelliği’ ile ilgilendiriyor. Uzun boylu çilli bir Hollandalıya benziyor (gerçekten öyle miydi yoksa aradan geçen süre içerisinde imgelemimde bir kayma mı oldu?). Erkek milletini çalışırken hata yapmaya itmek üzere tebdili kıyafet kasten aramızda dolaşır, buna özellikle çaba gösterircesine çeşitli açılardan bize görünmek üzere bizzat açılmış yırtmaçları olan mini etekler giyer.
Sanki uyuşturucu bağımlılığından ileri gelen bir devamlı sinirlilik hâli ile çoğunlukla sigara tutan elleri titrer gibi duruyor. Ya da yoldan çıkarıcı ‘aura’sı altında asıl titreyen bizleriz de bize öyle geliyor. Personel müdürüne rağmen şirketin personel yönetimi, müşterilerle ilişkiler gibi ‘proje’ sorumluluklarını yürüten bu ‘temiz aile çocuğu’ şahsiyet. Bazen fazladan bir makyaj aksesuarı gibi kendisinin olduğu söylenen bir erkek çocuğunu şirkete getirir. Bakın terbiyemize dikkat edip babası belli değil demiyoruz. Deniz’in öncelikle (yani başlangıç olarak) gözüne girmek için, başta bizim projenin top karakterli Karadenizli kel süpervizörü olmak üzere, çocukla ilgilenmek için katta müsait olan herkes seferber olur.
Doğu Perinçek’in vadi çukurundaki evinin tam karşısındaydık ve camdan bakmaya fırsat bulduğum anlarda kimi zaman siyah renkli eski bir amerikan arabasının giriş katında bir eczanenin bulunduğu eve yanaşıp korumalar eşliğinde Perinçek’i alışını izliyordum. Bir sabah işe gelirken evinin tam karşısındaki ağaçların arasında üç ayaklı küçük bir kameranın ardındaki gence ‘ne çektiğini’ sorduğumda bana belediye adına trafik yoğunluğunu izlediğini söylemişti. Çağrı aralarında biraz daha dikkatli bakmaya olanak bulsam belki de daha o dönemden beri kendisi izleyenleri ve bilgi toplayanları da deşifre edebilecektim, ama ne yazık ki bu ulvi görev için çok geçti artık...
Asıl Ağabey patronun yüzünü görmek çok zor. Makamı yönetim binası olarak da kullanılan ve bizim bölümde çalışan personelin ancak işe girerken ve işten çıkarken içini görebildiği diğer bağımsız idari binada bulunuyor. Tüm diğer patronlar için de söylendiği üzere çok tehlikeli, sert biri olduğu v.s. söyleniyor, ancak bu çağrı merkezi adı verilen kimin kiminle ne yaptığı yaptığı belli olmayan mekanda koşulları çok zorlamama karşın şahsen meziyetleriyle tanışma olanağı bulamıyorum. Bazen binamızdaki toplantı odasında mesai sonlarında, biz düzenli olarak saat beşte ofisi boşalttıktan sonra, hangi ulvi amaç uğruna, ne için yapıldığı bilinmeyen kalabalık partilere ev sahipliği yaptığı oluyor.
Vadiden Gayrettepe’ye biricik hatıralarımızın işkence yurdu eski Birinci Şube’ye doğru tırmanan yolun üstünde yer alan ‘yönetim’ binası, koyun gibi örgütlenmeden emeğini bu yeteneksizler ordusunun hizmetine gözü kapalı sunan personel ile top gibi oynamak için tüm düzenekler düşünülmüş. Güleryüzlü, bilgisiz ve ruhsuz akraba personel müdürleri, kapıda kancık köpekler gibi dolaşan emekli güvenlik görevlisi beylik tabancalı korumalar, her yeri her zaman gören ilahi 360 derece ya da sabit olsun her tarafta kameralar, işveren için özel düzenlenmiş sosyal güvenlik mevzuatını ezbere bilen duruşma manyağı aşağılık hukuk müşavirleri...
Anlayacağınız işveren için ideal bir işyeri, emekçi için tam bir kabus.
Yıllar sonra kimsenin hakkını yememek adına en iyi, şampiyon patronlarımın yirmi yılımdan fazla oyalandığım turizm sektöründen olduğunu itiraf etmem gerekir. Piyasanın ruhundan kaynaklanan bir serbestlik ve başıbozukluk içerisinde her şey, yani tur programlarının güzergahında kullanılan otobüslerin ses sistemlerine kadar tüm düzen, turistten sağılacak ‘helal paralara’ göre ayarlandığından, turizm alanında özellikle benim çalıştığım dönemlerde çok sıkı bir personel yönetiminden söz etmek mümkün değildi. Patronlarım, bilgisi ve işi çevirme yeteneğiyle çoğunlukla profesyonel rehber kökenli, derme çatma da olsa kültürlü ve ‘akıllı’ insanlar oldular. Şirketin tüm muhasebesini ve kara defterlerini yanından hiç ayırmadığı siyah yapay deri kaplı bond çantasına sığdıran en çok kızdığında bile hiç kimseyi hırpalamadan, boğuk ve mırıldanan duyulur duyulmaz sesiyle ‘Allahın Belası adam’ diyen, şimdilerde Kıbrıs'ta öğretim üyeliği yapan Salih Suphi Ağabeyi hiç unutmam. Şirket içinde şirket devamlı gülümseyen Halil Lokum’un ‘girişimci ruhunun’ cüretini de keza. Boğaz köprüsünde boş aracı bulunan Konya’lı muhasebecimiz Levent Sevgür’ün bilgiç esprilerini de: Afyon’un kaymağı, Konya’nın...
TMGT'deki örgütçü yetenekleri, insan dolandırma uzmanı Hami'nin ekibinden Armağan Ağabeyin hemşehrisi olan çaycımız Hikmet’e içten takılmaları; bilgisayarın teknik olarak daha iş yaşamında o kadar yaygın olarak kullanılmadığı dönemlerde (Kültür’de bütün bir odayı işgal eden batöz gibi inleyen devasa bir bilgisayar anımsıyorum) turizmin hazırlık ve operasyon ayağını yürütürken modern ve analitik yöntemleri titizlikle kullanmadaki ısrarını ve bana karşı hoşgörüsünü de anımsamamak mümkün değil.
Sektördeki yirmi yıllık debelenmem sırasında biraz daha zorlayıcı deneyimler de yaşamadım. Özellikle 90’lı yıllarda, küçük markaları elinde toplayan büyük acenteler eliyle sektörün tekelleşme eğilimi göstermesi, sözüm ona ‘kurumsallaşan’ şirketlerin ‘personel yönetimi’, daha doğrusu emek sömürüsü yolunda daha da profesyonelleşmesi sonucunu doğurdu. Bizim Dallasvari çağrı merkezindeki kadar iğrenç aparatlar kullanılarak olmasa da, en azından insan kullanmayı daha iyi beceren genç ve etik yoksunu ara kademe ‘yöneticilerin’ kullanımı, sektördeki rahat çalışma ortamını zehirlemeye başladı. En yeteneksiz ve kişiliksiz G.S. liselilerin, her kademeden ve beceriden hür ve kabul edilmiş ama nedense bu ulvi çabalarını gerçekleştirirken korkudan kendini gizleme gereksini duyan masonların orta ve üst düzey yönetici olmaya başladığı bir dönemde, cıvık insan ilişkilerinden çok bireysel irade ve bir tür mazoşist azme dayanan çalışma tarzımızla bunlarla çatışmadan kaçınmak mümkün olamamıştır.
Kocası eski bir DİSK’li olan muhasebe müdürünü hüngür hüngür ağlatmaktan büyük haz alan kısa boylu tombul Albayımız, göbeği önde ‘şirketin Allah'ı’ pozlarında yedi katlı binamızın her köşesini bizzat yönetmekle övünürdü. Açlığını doyurmak için canı sıkıldığında sık sık katları dolaşır ve çalışanların masasındaki atıştırmalık yiyeceklerden otlanırdı. Kurum içerisinde en çok hatayı üreten rezervasyon bölümü Cumartesi sabahları sırf bu zatı memnun etmek için ‘brunch’ saati bile düzenler olmuştu.
Kararlılığını ve pratik fikirlerini hâlâ saygıyla andığımız bu saygıdeğer zat, bayan şirket çalışanlarına konumundan yararlanarak her türlü tacizden tutun da (kadınlarla konuşurken sürekli olarak göğüs bölgelerine ve bacaklarına bakmaktan hiç sakınmazdı) üç kağıdın bin bir türünü büyük cesaretle uygulamasıyla da ün salmıştı. Evde çok sevdiği yabancı karısı karşısında indirdiği yelkenleri işyerinde yeri göğü inleten fırtınalarla şişiriyordu. Ve bunu yaparken büyük haz alıyordu. Onun bu varoluşuna katlanmaktan zevk alan biz çalışanlar da biraz öyle...
Bu arada tartışmasız yalakalar arasında patronun kirli para torbası yüzsüz Cenabettin’i de unutmayalım. Patronlukla, turizmle, akılla, hesapla, işle hiçbir ilgisi olmayan bu esmer göbekli Konyalı Sancho Panza kıt zekasıyla patron arkadaşına dakika başı yaptığı satışlarla, bir şekilde ‘yönetime’ yakından katılmanın yollarını zorluyordu. Şirketin turistlere yurt içerisinde yapılan satışlardan oluşan vergisi ödenmeyen faturasız ‘ekstra’ işlerinin kirli para kasasını ‘güvenilir adam’ olarak o tutuyordu.
Sonra yaşam ilerledi. Geçen günlerin getirdiği deneyimle gardımızı her defasında biraz daha yüksek tutmayı öğrenince, birçok patrona hak ettiği davranışı hem de alenen ‘kendi mekanında’ kafasına vura vura gösterme imkanı doğdu. Ama işverenin çalışanlarının kafasına basarak kendini geliştirme geleneği değişmedi. Müşterisinden çoktan tahsil etmiş olmasına rağmen bana paramı ödemeyen temiz aile çocuğu çeviri bürosu ya da yayın evi sahipleri, demirden, çimento-kumdan çalmanın yanı sıra gurbet ellerde hem de dünya coğrafyasının en tehlikeli yerlerinde sürünen işçilerine verdiği yemekten, kahvaltıdaki çaydan dahi ‘çalmayı’ sanat bilen ihale sever çok saygıdeğer, muhterem girişimci ‘ müteahhitlerimizle' tanışma imkanı da buldum. Proje Müdürü, mühendisleri ve işçileri ve iş makineleriyle birlikte kimseye haber verilmeden masa başında parmak oynatılarak satılan, başkasına devredilen koskocaman şantiyeler tanıdım. İslam nedeniyle bir zamanlar yüz binlerce kellenin kesildiği coğrafyada, namaz kılarken taşla temas nedeniyle alnında ‘iman lekesi’ oluşmuş devletin Allahsız denetimcilerinin amirinin, her defasında tanrısına şükrederek çatır çatır rüşvet yediğini de gördüm.
Hepsiyle de mi kavga ettim? Hemen hemen evet. Hem kölelik düzenine karşı varoluşuyla direne gelmiş, hem de bir işverene emeğini ücret karşılığı satan biri olarak sürekli bir karşıtlık durumu içerisinde olunduğu doğru. Ama kimi zaman öyle patronlarım oldu ki ücretli çalışmama karşın kendimi şirketin ortağı gibi hissettim. Zayıf ve rahatsız etmeyen denetimleri altında kendi çalışma düzenimi kendim kurdum. İlginç ama yaptığım işten zevk aldım. Ürgüplü Halil Elalan ve sevgili Bülent Ağabey gibi...
Bugün hayat adını verdiğimiz düşün içerisinde çalışmadan ya da bir yere ait olmadan aylak aylak boşta gezerken, zeytinlerle ve toprakla kavgasız gürültüsüz kendi kendimin efendisi olmayı öğreniyorum. Ama sorun en çok da burada oluşuyor gibi: elin bin bir çeşit adamıyla uğraşmayı denemiş insan kendisiyle kolay kolay baş edemiyor. Kendi emeğimi kendime kolay beğendiremiyorum.
Kısıtlı üretim araçlarım üzerindeki bireysel mülkiyetim, sınıfsaldan çok ‘doğal’ bir içerik kazanma yolunda. Yaşam ve daha da önemlisi kendim üzerindeki efendiliğimi, hakikatin sahte yansımalarından olabildiğince uzaklaşarak gerçekleştirme denemelerim; efendisiz ve patronsuz, aldatmasız, ücretsiz ve sömürüsüz ve ‘ticarileştirilmemiş’ ilişkilerin egemen olduğu ‘başka yer’ arayışımız sürüyor.