Iran'da işçi hakları
Başlangıçta, 1 Mayıs dolayısıyla Tahran Üniversitesi İş Hukuku Profesörü Ezzatollah Arâghi ile yapılan ve ‘La revue de Téhéran dergisinin Mayıs 2007 tarih ve 18nci sayısında Arefeh Hicazi imzasıyla yayınlanan röportajdan bir derleme, sonrasında ise her zamanki gibi bizim yorumumuz eklenmiştir.
Arefeh Hicazi : 1 Mayıs İşçi Bayramı dolayısıyla bize işçi hareketinin tarihçesinden söz edebilir misiniz? Ezzatollah Arâghi : Bildiğiniz gibi 1 Mayıs günü uluslararası işçi ve emek bayramı olarak kutlanıyor. Bu gün, Amerika Birleşik Devletleri’nde düzenlenen bir gösteri sırasında ölen işçileri anmak üzere seçilmiştir. XIXncu yüzyılın sonlarında düzenlenen bu gösteri sırasında işçiler günlük sekiz saatlik ve haftalık kırk sekiz saatlik çalışma süresini talep ediyorlardı. Gün geçtikçe 1 Mayıs daha çok önem kazandı. 1944 yılında, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), emeğin bir mal olmadığını beyan etti ve aynı zamanda insan emeğinin insan kişiliğinin bir yansıması olduğunu vurgulayarak çok önemli bir noktaya işaret etti. Bunun sonucunda, el emeği ya da düşünsel olsun her türlü emek saygıyı gerektirir. Bu bildiriden hareketle 1 Mayıs günü Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından Dünya İşçi Bayramı olarak seçilmiştir. Bu karar her ülkede aynı şekliyle ve ILO’nun yetkili organları tarafından alınan kararlar uyarınca Dünya çapında kabul görmüştür. A.H. : Genel olarak işçi sınıfının hangi koşullar altında önem kazanmaya başladığını ve bir iş kanunuoluşturulması gerekliliğinin nasıl ortaya çıktığını bize açıklayabilir misiniz? E.A. : Her şeyden önce size İş Hukuku, İş Kanunu ve Çalışma Yasası deyimlerinin bir tarihçesini sunmak isterim. Fransa’da, XXnci yüzyılın ortalarına kadar İş Hukuku adını verdiğimiz hukuk dalı, sanayi mevzuatı ya da işçi mevzuatı adı altında hukuk fakültelerinde ders olarak öğretiliyordu. “İş hukuku” konusunda yayınlanan ilk kitap, bu konunun uzmanı olan Profesör Paul Durand tarafından 1947’de yayımlandı. Bu tanım farklılığı ne anlama geliyordu? Tabii “sanayi mevzuatı” ve “işçi mevzuatı” denildiğinde, dönemin hukukçuları için bu, insan emeğine ilişkin mevzuatın sadece sanayi sektöründeki işçilere mahsus olduğu anlamına geliyordu. Dolayısıyla sanayi devrimi ile, fabrikalardaki kötü yaşam ve çalışma koşulları sorunu ile birlikte işçi sınıfının ortaya çıkışı arasında çok önemli bir bağ vardır. A.H. : Bize örnekler verebilir misiniz? E.A. : Çocukların çalıştırılmasına ilişkin 1841 tarihli ilk Fransız yasasını örnek olarak verebiliriz. Bu yasa, yaşları ve çalışma saatleri gibi çocukların çalıştırılmasıyla ilgili koşulları belirliyordu. Kadın ya da erkek, yetişkin ya da çocuk olsun herkes için aynı olan günlük çalışma süresinin 15 ila 17 saat arasında olduğuna ilişkin olarak yapılan bir araştırmanın sonucuydu. Ancak emeğe ilişkin yasaları çıkarmak kolay değildi, zira patronlar ve hatta Devletin işçi ve işveren arasındaki ilişkilere müdahale etmemesi gerektiğini düşünen kamu yöneticileri bu yasalara karşıydı. Onlara göre, işçi ve işveren arasındaki ilişki, her bir tarafın kendi çıkarlarını dikkate alarak anlaştığı iki taraflı özel bir ilişkiydi. Bu tamamen doğru değildi, çünkü iş sözleşmesi, birçok diğer sözleşme türünde olduğu gibi, sözleşmeye taraf olanların toplumsal, ekonomik ve diğer konumları eşit olmadığında doğal olarak adil olmuyor ve daha çok gücü, daha fazla parası ve daha çok olanakları olan taraf diğer tarafa koşullarını dikte edebiliyor. İş Kanunun kabul edilmesi çok uzun zaman aldı ve yasalaşma sürecine ancak Medeni Kanun önemini yitirmeye başladığında girişildi. XIXncu yüzyıl Fransa’sında Medeni Kanun (Yurttaşlık Yasası) pek büyük öneme sahipti ve halk arasında Napolyon Yasası adıyla anılıyordu. Dolayısıyla Medeni Kanunun 1134ncü maddesi tarafından belirlenen sözleşmeye dayalı özgürlük, emek ilişkileri ve iş sözleşmesi konusunda tartışılır hâle gelmeye başladığı andan itibaren yasama gücü duruma müdahale etme gereği duydu. Ama ancak XIXncu yüzyılın sonundan itibaren Fransa’da, biri işçi hareketine çalışma saatleri, ücret ve benzeri konulardaki isteklerini yasal olarak talep etmeleriyle ilgili sendikal özgürlüğe, diğeri ise iş müfettişliğine ilişkin iki yasanın kabul edilmesiyle İş Kanunun hazırlık ve düzenlenmesine ilişkin temeller atılmış oldu. A.H. : Iran’da işçi hakları nasıl ortaya çıktı? E.A. : Iran’da ücretli emeğe ilişkin ilk yasa birçok nedenden ötürü ancak 1946’da kabul edilmiştir. Anayasanın ilanından önce, gerçek anlamıyla kanunlara ve bir hukuka sahip değildik; kraliyet kararları ve kararnameleri, valilere ait buyruklar ve kurallar ve bunun yanı sıra dini yasalar vardı. Ancak bir parlamentoya sahip olduktan sonra kanun metinleri düzenlenmeye başlandı. Daha henüz o dönemlerde işçi sınıfına sahip olmadığımız için, işe ilk olarak Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Yargılama ve Ceza Muhakeme Usulü Kanunlarıyla başlandı. Ayrıca Anayasal devrimden sonra, Şah Rıza genel anlamıyla tüm özgürlükleri kısıtladı. Ama azledilmesi ve oğlunun taca geçmesiyle birlikte on yıldan daha az bir süre görece olarak daha özgür bir ortam oluştu. Bu dönemde işçi hareketi de gelişmeye başladı. Tabi sol partiler de vardı, çünkü Iran’ın bir bölümü o sırada Sovyet Ordusu işgali altındaydı ve Iran’ın bazı bölgeleri için ciddi bir bölünme tehlikesi söz konusuydu. Dolayısıyla hükümet bu partileri de kollamak durumundaydı. Güneydeki petrol sanayinde grevlerin ilanıyla birlikte, hükümet bu konuda gerekli düzenlemeleri yapmak zorunda kaldı. 1947 yılında, Bakanlar Kurulu parlamentonun oyuna sunulmayan “çalışma yasası” adı altında bir metni kabul etti. Parlamento tarafından onaylanmayan bu metin sadece Bakanlar Kurulunca kabul edildi ve geçici olduğundan çok kısa bir zaman aralığı süresince uygulandı. 1950 yılında değiştirildi ancak bu kez parlamento komisyonlarınca kabul edilen yeni metin de yine geçici içerikliydi. Nihayet 1956’da Parlamento ve Senato üyelerince oluşturulan karma komisyon tarafından bir yasa metni kabul edildi. 1990 yılında yürürlükten kaldırılan bu nihai metin, tam otuz dört yıl boyunca işçi ve işveren arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde esas alındı. Emekçilerin talepleri İslam Devrimi sonrasında daha da arttı, çünkü özellikle petrol sanayini felç eden grevler dolayısıyla zaferin kazanılmasında büyük rol oynamışlardı. Dolayısıyla yaşam düzeylerinin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesine ilişkin talep ve istekleri anlayışla karşılanmalıydı. A.H. : Halbuki Devrim emekçilere çok şey vaat etmişti. E.A. : Kesinlikle. Ne olursa olsun, Devrimden bir yıl sonra, ancak yeni bir yasa tasarısı hazırlanmaya başlandığı zaman ilk zorluklar ortaya çıkmaya başladı. Bu sıkıntılar, metni hazırlayan değişik siyasal ve ideolojik akımlar olduğu kadar din adamları ve Anayasa Koruma Konseyi üyeleri arasında varolan çok önemli görüş farklılıklarından kaynaklanıyordu. Bunun sonucunda, yasa tasarısının hazırlanması, nihai metnin Dini Lider Danışma ve Çözüm Konseyince onaylanmasına kadar 1980’den 1991’e tam on bir yıl sürdü. Neden on bir yıl? Çünkü bir tarafta, işçi-işveren ilişkisini tamamen sözleşmeye dayalı ‘akdi’ bir ilişki, sözleşmeye dayalı bir bağ olduğunu düşünenler vardı; bu da bildiğiniz gibi, XVIIInci ve XIXncu yüzyıllarda Avrupa’da o dönem geçerli ekonomik liberalizm anlayışının gerekçesiydi. A.H. : Ve aynı şekilde İslami anlayışın klasik bakış açısı da bu. E.A. : Evet, yani bazıları, İslami anlayışa göre işveren ile emekçi arasında sözleşmeye dayalı ilişkinin yeterli olduğunu düşünüyorlardı, ama bu bakış açısı bir tür zorluk da içeriyordu, o da emekçilerin Devrimden önce ücretli tatil günleri, asgari ücret, azami çalışma saati hacmi, işten çıkarma tazminatları v.b. gibi hakların olmasına karşın, Devrim sonrasında sadece işverenle sözleşmeniz söz konusuydu, yani eski haklarınızdan hiçbiri artık teminat altında değildi. Öte yandan, daha önceki çalışma yasasının iyi yazılmış, düzgün, uluslararası normlara ve karşılaştırmalı hukuka göre emekçilere asli haklarını garanti eden buyurucu ve koruyucu bir yasa olduğunu düşünen bir kamuoyu da vardı. Dolayısıyla bu görüş sahipleri, eksiklikleri giderilmiş ve güncellenmiş hâliyle 1956 yasasını istiyordu. Bu görüş farklılığı, emek dünyasında olduğu gibi diğer çevrelerde de genel bir memnuniyetsizlik yaratıyordu. En sonunda Yüce Rehber ve İslam Cumhuriyeti kurucusu, doğrudan buyurucu bir yasa olmayan ama bazı maddeleri sayesinde, doğrudan yasanın kendi otoritesiyle değil ancak yasada yer alan maddeler aracılığıyla işvereni yasaya uymaya zorlayan ortak bir çözüm buldu. Bu yasa tasarısı Parlamento tarafından kabul edilmesine rağmen Anayasa Koruma Konseyince reddedildi. En sonunda Dini Lider Danışma ve Çözüm Konseyi sayesinde 1990’da onaylandı. A.H. : 1990’daki yasayla 1956’daki yasa arasındaki farklar neydi? Bugün birçok kişinin memnun olmadığını gözlemlediğimiz bu yeni yasanın emek piyasası üzerinde ne gibi bir etkisi oldu? E.H. : 1990’da çıkartılan yasada işten çıkarma ile ilgili çok önemli bir nokta var. Devrim sırasında ve izleyen yıllarda, çeşitli siyasal partiler, özellikle de sol partiler, işçinin ancak üç yıllık maaşını içeren bir tazminatın ödenmesiyle işten çıkarılabilmesine olanak tanıyan 1956 tarihli yasayı şiddetle eleştiriyorlardı. Bu yasanın emekçilerin çıkarlarına aykırı olduğu ve işten çıkarma koşullarının olabildiğince sınırlandırılması gerektiği söyleniyordu. Bu yüzdendir ki 1990 tarihli yasada işten çıkarma ancak haklı bir gerekçeye bağlandığında olası kılındı ve bu koşulda kabul edildi. Ancak bu şart da bazı boşluklar içeriyordu. 1982 tarihli Uluslararası Çalışma Sözleşmesine göre, haklı gerekçeler sadece işçinin davranışıyla sınırlı değil. İşten çıkarılabilecek olan sadece hatalı işçiler değildir. Şirketin ekonomik zorluklar yaşaması ya da kapanması tehlikesiyle karşı karşıya kalındığında da bu sözleşme, personel sayısındaki indirimi ve işten çıkarmayı onaylıyor. Bu olasılık 1990 tarihli yasada belirtilmemiştir ve asıl sorun bence burada gizli. İşten çıkarma artık çok zorlaştı ve kimi işçiler işten çıkarılmalarına izin vermiyorlar ki bu da işverenler için ciddi sorunlara yol açıyor. Diğer sorun ise malüllük tazminatına ilişkindir. Öte yandan sendikal özgürlük alanında 1990 tarihli yasa uluslararası çalışma normlarıyla uyumsuzluk içerisindedir. Yasa bu yüzden de eleştirilmektedir. A.H. : Ekonomik ve siyasal gelişmeleri dikkate aldığımızda, uluslararası ölçekte İş Hukukunun geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz? E.A. : Küreselleşme birçok şeyi değiştirdi. Uluslararası alanda dünyanın en eski uluslararası örgütü olan bir örgütümüz var, 1919’da kurulan ILO. Sovyet rejiminin yıkılmasından sonra, iki kutuplu dünyanın sona ermesi ve küreselleşmeyle birlikte bu örgüt de yeni bir sosyal politika kabul etmek zorunda kaldı, yani bu döneme kadar olan süre içerisinde ILO her yıl farklı emek alanlarıyla ilgili, sadece ücretli işçilerin ve emekçilerin çalışması değil, ama sosyal güvenlik, çalışma koşulları, ayrımcılığın önlenmesi, çocukların çalıştırılmasının ve angaryanın engellenmesi ya da sendikal özgürlük konusunda olsun genel olarak insan emeğiyle ilgili sözleşmeler ve tavsiyeler kabul ediyordu.Ve sonra her bir Devletin bu sözleşmeleri tek tek onaylaması isteniyordu. Berlin duvarının yıkılmasından sonra, ücretli işçinin ve sendikaların konumu zayıflayınca, ILO bir başka çözüm yoluna yönelmek zorunda kaldı. 1998’de, çalışmaya ilişkin temel ilke ve haklarla ilgili bir deklarasyonu kabul etti. Bundan önceki tüm sözleşmelerin onaylanması yerine, bu deklarasyonun kabulüyle birlikte her bir ülkeden temel ilkelere saygılı olmasını talep etti. Bu da çalışma hakkının zayıfladığı anlamına gelir. Sendikal hareket geçmişteki günü yitirdi. Bunun sonucunda, ILO tarafından 2003’te açıklanan bir rapora göre, çeşitli ülkelerde sosyal güvenlik ve iş kanunlarının işçiyi koruyucu niteliği ne yazık ki gün geçtikçe azalıyor. Geçici süreli iş sözleşmesinin, belirsiz süreli sürekli iş sözleşmesinin yerini aldığını gözlemlemekteyiz. Durum şimdilik o kadar ümitsiz olmamakla birlikte eğer ILO uygun emek kavramını geliştirmeyi başarır ve 1998 tarihli deklarasyonda gördüğümüz gibi şart koştuğu ilkelerin uygulanmasını denetleme ve kontrol etme erkini elde ederse, çalışma hakkının yavaş yavaş kaybolmayacağını ümit edebiliriz. A.H. : Bugün birçok kişi için geçici iş sözleşmesi, işsizliğin en önemli nedenlerinden biri olarak gösterilmektedir. İşin aslı nedir? E.A. : Bunun aynı zamanda neden de ve sonuç da olduğunu söyleyebiliriz. Geçici iş sözleşmesi yasa tarafından öngörülmüş olmasına karşın, uygulaması tamamıyla yasaya uygun olmamaktadır. Aslında geçici iş sözleşmesi ilke olarak sadece geçici işler için geçerli olabilir. Ancak bugün öylesine farklı yorumlanmaktadır ki, geçici iş sözleşmesi belirsiz süreli olsun ya da geçici olsun her türlü iş için uygulanmaktadır. Aynı zamanda neden ve sonuçtur çünkü insanlar geçici iş sözleşmesini işsiz kalmamak kaygısıyla kabul etmektedirler. İnsanın geçici bir işi olması hiçbir işi olmamasından iyidir. A.H. : Bu konunun bir uzmanı olarak, olası bir reform, iş kanunun içeriğinin durulaştırılması konusunda ne düşünüyorsunuz? E.A. : Sonunda, sanırım iş kanununda bir reform yapmak ve geçici iş sözleşmeleri için daha anlaşılır bir çerçeve belirlemek zorunda kalacağımıza inanıyorum. Hukuksal çerçevede bu tür iş sözleşmelerini tamamen kaldırmamakta yarar olmakla birlikte bu sözleşme türünün tüm emek ilişkilerinde uygulanmasına engel olmalıyız. Bu kesinlikle kabul edilebilir birşey değildir. A.H. : Peki, siz neden iş hukukuna ilgi duydunuz? E.A. : Bu açıklanması zor bir şey, çünkü hukuk eğitimi almaya yönlendirildiğimde... Yönlendirildiğimde diyorum çünkü beni hukuk eğitimi almaya yönelten birçok sebep vardı. Genç yaşlarımdan beri öğrenimi seviyorum. Hukuk fakültesine kayıt oldum ve dört yıllık lisans eğitimimi birinci olarak tamamladım ve dolayısıyla eğitimime yurtdışında burslu olarak sürdürme hakkı kazandım. Iran Hukuku ile Fransız Hukuku arasındaki varolan bağları dikkate alarak Fransa’ya gitmeyi tercih ettim. Orada doktora eğitimime özel hukuk alanında sürdürdüm. Ancak her zaman eşitliğe ve adalete dönük bir düşünce yapısına sahiptim.. O dönemde, iş hukuku hukukçular tarafından çok tercih edilmemekteydi. Ve kanımca da özel hukuk alanında yeterince hukukçu vardı. Profesörüme eğitimimi iş hukuku alanında sürdüreceğimi söylediğim çok şaşırdı. Benim özel hukuk için daha uygun olduğumu düşünüyordu. Ancak toplumsal adalet fikri bende daha egemendi. Sonuç olarak özel hukuk alanında diplomamı alınca Profesör Gérard Lyon-Caen’den randevu istedim ve ona tez sunmamı kabul etmesini istedim. Bana ilk kez bir Iranlının bu konu üzerine çalıştığını ve hatta doktora tezi konusunda bu alanda öncü olduğumu söyledi. Kabul etti ama bana oldukça zor bir konu önerdi. Benim için bu tezi hazırlamak kolay olmadı çünkü Temyiz Mahkemesinin birçok kararını incelemem gerekiyordu. En sonunda, iki buçuk yıl sonra, sosyal güvenlik ve iş hukuku üzerine tezimi başarıyla verdim. Ve Iran’a döndükten bir ay sonra, iş hukuku ve özel huku dersleri vermeye başladım ve her ne kadar daha çok iş hukukuna ağırlık veriyor olsam da her iki konuda ders vermeye devam etmekteyim. A.H. : Fransa’da geçirdiğini süreye ilişkin bize birkaç kelime söylemek ister misiniz? E.A. : Fransa’ya 1965’te geldim ve öğrenimimi 1970 yılında tamamladım. Çoğunlukla Paris’teydim ama Montpellier’de de kaldığım oldu. Paris’te geçirdiğim günler benim için çok önemliydi, özellikle de ilk yıllar, çünkü 68 baharına denk geldi ve Latin Mahallesinde oturduğum için olayların tam merkezindeydim ve Sorbonne’da olanları yakından izleyebiliyordum. A.H. : Son olarak, Iran’da iş hukuku alanında aşılması gereken en büyük engel nedir? E.A. : Bunu söylemek oldukça zor. Çok yüksek işsizlik oranı emek ilişkilerine köktenci bir çözüm bulmayı zorlaştırıyor. Bugün, bu konuda söz sahibi olan ekonomik liberalizm taraftarlarının tümü her türlü iş kanununun karşısındalar. Dolayısıyla emekçilerden yana bir değişimin gerçekleşmesi umudu oldukça zayıf. Günümüzde yasalar emekçilerden çok işverenlere özgürlük sağlıyor. Kanımca, bu iki kesim arasında bir denge kurmak gerekli, çünkü işverenlerin de haklı oldukları konular var. Sermaye transferlerinin kolayca yapılabildiği, paranın ticaret yoluyla daha rahat kazanılabildiği bu günlerde üreten ve istihdam yaratan bir şirket kurmayı tercih eden girişimcinin de desteklenmesi gereklidir. Bu işverenler de bazı olanaklara, bazı kolaylıklara, işe alma sürecinde sınırlı bir serbestliğe sahip olmalıdırlar. Dolayısıyla her biri belli haklara sahip iki ayrı kesimle karşı karşıyayız. Bir tarafta haklı olarak yaşamak için asgari olanaklar, insani ve sosyal koşullar, sosyal güvenlikten yararlanmak isteyen emekçiler ve diğer tarafta hareket alanı kısıtlı olan, şirketlerini olumsuz bir ekonomik konjonktürde kısıtlı parasal kaynaklarla ayakta tutmaya çalışan ve şirketleriyle yeni istihdamlar yaratan işverenler bulunuyor. A.H. : Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. *** Şüphesiz ‘İslam Devrimi’, yaratılan büyük beklentilere karşın bugün ekonomik anlamda ‘piyasaya’ teslim olmuştur. Uluslararası sermayesinin örgütleri olan Dünya Bankası ve IMF’nin politikalarıyla özelleştirmelere hız verilmiş ve sendikaların kapatılması, işçi hareketi önderlerinin yok edilmesiyle emek üzerinde büyük bir baskı kurulmuştur. Başlangıça devrimi korumak için oluşturulan kurumlar bütün güçlerini bir süre sonra işçi hareketi üzerine yöneltmiştir. Uluslararası tekelleri ve yabancı sermayeyi çekmek için Iran işçi haklarının olmadığı bir ucuz emek cennetine dönüştürülmüştür. Doğrudan devlet denetiminde olmayan (Iran’da devlet sendikası Haneyi Karger -İşçi Evi- dışında izin almadan sendika kurmak ve bunlara üye olmak yasaktır) bağımsız sendikalar üzerinde estirilen baskı fırtınası devam etmektedir. İslam Devrimiyle birlikte emek hareketi üzerinde Şah rejimini aratmayacak bir devlet terörünün yaygınlaşması sonucunda, 1980 yılında sendikaların tümü kapatıldı. Devrimin başarıya ulaşmasını sağlayan sendika ve işçi önderleri tutuklanarak cezaevlerine tıkıldı, işkence gördüler, bunların bir kısmı infaz edildi. 9 Mayıs 2010’da idam edilen Öğretmenler Sendikası yöneticisi Kürt sendikacı Farzad Kamangar, Tahran Otobüs İşçileri (VAHED) Genel Başkanı Mansur Osanloo’nun 2005 yılından beri cezaevlerinde tutuklu kalması baskının hâlâ sürmekte olduğuna örnektir. Dini imanı para olanların, iktidara gelince yeşil banknotlara doğru hemen kıble değiştiren hoca söylemli din bezirganlarının, ‘adil’ ve ‘hakca’ bir düzen kuramayacakları, konunun dini inançtan, haktan, kitaptan çok ‘insani niteliklere’ özgü bir sorun olduğu ortadadır.