Yitik
Yeni dikilen çam ağaçlarının bir türlü boy gösteremediği yamacı enlemesine kesen orman yolunda, her sabah kendi ayak izlerimin üzerinden geçen, günceli teyid eden yeni izler bırakıyorum. Ayak topuğu dışa dönük basan düşük hızın toprakta açtığı çukurları, burunları biraz daha belirgin ve birbirine yaklaşan yüksek hızlı koşunun izleri kapatmaya başlıyor. Her geçişte eskisi yok oluyor, yeni bir biçim alıyor ve tarihi siliniyor. Daha önceki geçişin varlığı şimdi, şu anda devinim halindeki ayağın hareketini çekiyor, teşvik ediyor.
Bu her bir dönemeci ayrı öyküye sahip, benim için hemen hemen kutsallaşmış yoldan yarın yine geçeceğim ve çoğalmayan ama belki de derinleşmeye başlamadan silinecek izleri gözlemleyeceğim. Yolun sağından soluna sürekli yalpalamış bir garip motor, kararlı ve tırıs giden bir at nalı, cabbar bir yabandomuzu, emektar bok böceğinin bizzat ölü toprağa gömülmüş kapkara bedeni, kendini gizleyen leşten sıyrılan ıtırı kovalayan ağzı kokan köpek ve hatta dönüp durmaktan tansiyonu yükselmiş bir kuşun toprağa bıraktığı imza, birbirinin üstünden geçmeyi sürdüren benimkilere yanaşmaya çalışacak. Benden biraz önce, daha henüz hocaefendi sabah namazı için uyanmamış olduğunda, ağaç diplerinde güneşsiz pırıldayan zehirli mor çiğdemler aramaya çıkmış varlıklar, kimseye görünmeden ‘ışık disiplini’ altında şeridi enlemesine geçmeye yeltenecek. Birbirinden kaçan gölgelerin hemzemin bir suçortaklığında doksan derece kesişen yakınlığı.
Halbuki her bir turda gittikçe daha hızlı koşsam, mübarek kronometre bir kez de sahliseleri yutup daha kısa anlar yazsa ne yazar? Ayak bileklerime ağırlık olan düşüncelerden sıyrılmayı başarsam iklim mi değişecek birden? Beni görünce kaçışan karatavukların maki diplerindeki telaşlı kanat çırpışları, beşeri izleyicisi olmayan bu gerekçesiz şafak vakti gösterisinin dilsiz alkışlarına dönüşse çok mu şaşırtıcı olur?
Oysa ortada ayak seslerimden başka bir şey yok; hava çok soğuk ve esen rüzgarla daha da çok üşüyorum. Sürekli alçalıp yükselen koşu yolunun o hep aynı yerinde, dinamitle açılmış zemini zımpara taşlıklı kesiminde ‘hava durumu’, yüzüme tam cepheden aparkatlar vuruyor. Karın bölgemde tekrarlayan hacimli ağrı, attığım her adımda ayrı bir acı veriyor. Sol şakağımda hâlâ kapanmayan çatlaktan içeriye sızan rüzgarlı ayaz, kıvrımlı merkezde havayla temas eden bir diş sızısı gibi titriyor. Yanılıyorsunuz, hem de her zamankinden fazla: çoktan ölmüş olanlar gibi ‘sağlıklı yaşam’ için değil, bir an önce kan ter ve acı içinde, kalbim yerinden çıkacak gibi olana dek, ‘kendimce’ serbest stilde gebermek için koşuyorum.
Günden güne daha sıkıntılı koşuyorum. Yorgundan da öteyim. İskeletimin öznesi kemiklerim sallanıyor: Duruşum dalgalanıyor. İnatçı, güçlü bir tohum gibi kabaran iliğim toprağı delen bir solucan gibi sol tibia kemiğimin kabuğunu çatlattı çatlacak.
Aynı anda birçok cephede açtığım savaş, gece yatay dünyamın güzelliğinde ışığın kapanmasıyla birlikte kapkara tavan üzerinde sessiz bir resmi geçide duruyor. Ellerim, işaret parmağım istem dışı kasılmalarla boşluğu çoktan alınmış gergin tetiğe asılıyor. Tetik yayının direnci parmak eklemlerime aşina. Belki de soba ateşinin yansımasından ibaret olan, renk renk çapraz süngü alaylar geçiyor selamsız. Sonra rastgele seçtiğim bölüğün içine dalıp gidiveriyorum ağaçların, çalıların arasına; ancak gölgesini görebildiğim hızlı ve kaçkın bir avı kovalar gibi. Uzaklaşan ya da yaklaşan seyir hâlinde köpek sesleri duyuyorum. Dalların karanlığına, yeni çimlenmiş henüz kimliksiz olan otların zümrüt yeşiline alçalıp kayboluyorum. Çarpan demir kepenkler, aynı yomcadan çıkan sürgünler gibi ayaktaşlarıyla güçbirliğini bırakmayan patatessi sümbül-ü teber yumruları, renkten renge dönen kocayemişin dişler arasına kaçan kızıl çakılları, ağaç altlarında sahipsiz gezinen renk renk dip zeytinleri... Etini ısıran sineğin acısıyla ipini koparmış, dizginsiz kaçan kapkara bir büyükbaş gibi, boz bulut gölgesinin ağaçtan ağaca aralıklarda görünen senkronize devinimi. Gecenin en kör saatinde solucan eşelemeye düze inen mozalar ve anneleri ağaçların iz düşümlerine zamansız çanaklar açıyorlar.
Geceyi taklit eden sabahleyin ilk ışıklarla uyanınca, düş yerine yaşadıklarımı anlatacak birini arıyorum. Yattığım yer henüz sımsıcak ama dışarısı soğuk zemin ıpıslak.. Ev bomboş. Gördüklerim ve sanki dolu dolu yaşadıklarım aktarılamayınca bir türlü gerçek olmuyor, çoğalmıyor; sözcüklere vurulduğunda yalanın danıskası hâline gelen imgeler, duyumsandığında gerçeğin ta kendisi olan kabuslar.
Yaşam, anlatırken aslıyla anımsanması olanaksız bir düş gibi.
Bahçenin zirai ortamına doğru çaktırmadan yavaşca ilerleyen gözüpek makiliği elimle sinek kovar gibi ötelemeye çalışıyorum. Tavrımı değiştirdim; bu kış kampanyasında önüme çıkan ağacı köklüyorum şimdi: duvarda ezilen sineğin yakından duyumsadığı ‘köklü çözüm’. Meşe, akçakese, kocayemiş, dikenli meşe, ne kadar heybetli olursa olsun geniş bir amonyum nitrat çukurunda azimle kayboluveriyor. Herbirine artık iyice aşina olduğum kök yapılarına göre yaklaşıyorum. Parçalanmış yan köklerden ya da toprakta kendini kaybetmiş kuru odun parçalarından oluşan ganimetler bir araya getirilip kovayla akşam yemeğinin pişeceği sobada yanmaya taşınıyor.
Her alanı ‘tüccarlaşmış’ bir kürede, dışarıda kalan ve içeriye giremeyen ‘diğerlerini’ sildim attım. Ya da şu anda öyle olduğunu sanıyorum. Benim için şimdi ve belki de çok öncelerden beri asıl ‘öteki’ doğa. Masallara göre değil, her şeyden çok ve belki de yalnızca ona göre varım; hassasiyetleri atacağım adımı belirliyor. İçtiğim bulanık sudaki oynak kurt, tabana çökmekte direnen çamur, elimdeki sıyrıklardan, derimdeki soğuk yarıkların çatlaklarından kanıma temas ederek sızıntı veren pırıltılı ıslak toprak, yanlışlıkla kuyruğunu koparttığım kertenkele, kazma darbesiyle kış uykusundan uyandırdığım çekirdek akrep ailesi, yirmi ayaklık iki ayrı parçaya bölünen kıvranık kırkayak çıyan. ‘Sonsuzluk susuzluğumuzu’, kimsenin fazla dikkatini çekmeden karşılıklı olarak birbirimize anlatıyoruz.
Üst üste biriken yorgunlukların oluşturduğu çöküntü yeni bir yer arayışında fırsat olabilir mi? İçimi olduğu gibi taşıyabileceğim başka bir yer kaldı mı?
Bitik yorgunun çok ötesindedir. Yorgun aslında yalnızca gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin yapabileceklerinin olasılığını bitirmiştir. Olası olan gücüllüğünü yitirdiğinden gerçekleşmesine de artık imkan kalmamıştır.
Aylak göçebeliğin dönüp dolaşıp kendi üzerine kapanan hüzünlü paydosu. Yarın taş mı taşıyacağım, kök mü kazıyacağım, odun mu keseceğim? Hepsi de olası ama benim için sözkonusu oldukları şimdiden, bu geceden, bu satırdan itibaren aslında mümkün değil.
Bitik hiçbir şeyi mümkünleştiremez.
Girişim daha doğmadan bitip tükeniyor. Aslında insan da daha doğmadan tükeniyor, kendinden ya da herhangi bir şeyi gerçekleştirmeden,“daha doğmadan vazgeçiyor”.
Bitik hâlimle ben, -şimdilik- bir önceki devinimlerimi yinelemekten vazgeçmiyorum. Bu hâlimle bile ‘ötekilerin’ önünde ya da pek gerisinde, ama kesinlikle çok uzağındayım.