Türk'ün çölle imtihanı
Yedi düvele yayılmış misyoner okullarımızla, kendini insanlığın aydınlanmasına adamış masum cemaatlerimizle, ‘yaratıcılıkta’ ve sömürüde ölçü ve sınır tanımayan cengaver girişimcilerimizle, Türkiye’de kazanabilecekleri gelirin iki ya da üç mislini kazanmak uğruna her türlü köleliğe razı olan örgüt özürlü işçilerimizle yuvarlak Dünya’nın dört köşesine ‘Allah Allah nidalarıyla’ yeniden yayıldığımız şu günlerde, coğrafyanın en uç noktasında karşılaştığı elin gavuru karşısında bir Türk neyiyle övünür dersiniz?
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan, hemcinslerinin kalabalığında coşan, ancak tek başına kaldığında hemen yan çizen savaşçı ruhumuzla mı?
Hep konargöçer göçebeliğimize yora geldiğimiz, işimize gelmediğinde dışladığımız, işimize geldiğinde ise ‘sahiplendiğimiz’, azınlıklardan aşırılmış kendimize özgü olmayan kültürümüzle mi?
Hep güçlüden yana olan, iktidara tapan, yanardöner, uyaroğlu siyaset yapma geleneğimizle mi?
Patentini Yunan’a kaptırdığımız baklavamızla mı?
Dönerimizle mi?
Dizi filmlerimizle mi?
Amerika’ya çoktan kolunu kaptırmış post modern hacıların sahte bıçkın delikanlı ‘One minute’ tavırlarıyla mı?
Ne yazık ki hiçbiri…
500 tane kösnül Türk’ün, en yakın yerleşimin 150 kilometre uzakta olduğu, sadece erkeklerin yaşadığı çöl ortasında ‘kadınsız’ bir kampa çalışmak üzere kapatılması sonuncunda yaşananlara tanık olunca, dört düvele karşı temel övünç kaynağımızın, bedenimizin biricik ve mütevazı bir aksesuarından ibaret olduğuna hiç kuşku yok.
İş arası verilen istirahatlarda, akşam yemek sonrası sohbetlerde, zaten kısıtlı koşullarda gelişen ‘kültürel değiş tokuşun’ öznesi varsa yoksa hep ‘Madam’. Filmdeki yaşlı dedenin ikide bir kulağını kaşıyıp ‘karı istirem’ demesi gibi bizimkiler de çölün göbeğine gelişlerinin henüz ilk haftalarında yerellerle iletişimlerini öğrendikleri ilk ve tek yabancı sözcük olan ‘Madam’ dilekleri üzerinden geliştiriyorlar. Tek bir sözcüğe oturtulamayan diğer yan anlamlar ya da etkinlik anıştırmalı ‘birleşik’ fiiller ise o mübarek ellerimizin küçük yaşlardan beri çok aşina olduğu seri ve kıvrak ‘el hareketleri’ ve acıklı yüz ifadeleri ile hararetle tamamlanmaya çalışılıyor.
Dünyanın en büyük çöllerinden birinin başlangıçlarında, kahraman ve fedakar Türk’ün tek sıkıntısı susuzluk, yemek ya da beyni sulandıran güneş altında elli dereceleri aşan aşırı sıcak değil, yalnızca ‘Madam’ sıkıntısı oluveriyor.
Bir zamanlar efendileri konumunda olan sömürgeci Fransızların ‘mezhebi geniş’ kültürüyle yoğrulmuş Müslüman kardeşlerimiz, temsilcilerimizin ‘dişil’ merakı karşısında bedevi misafirperverliğin güzel bir örneği olarak seferber oluyorlar. Buradan üç yüz kilometreden daha uzakta olan başkentteki geniş ‘olanaklardan’ söz ederken, bazen samimiyetlerinin ifadesi olarak, cep telefonlarına kaydettikleri eşlerinin ya da kız çocuklarının fotoğraflarını dostça bizimkilere gösterme gafletinde bulundukları da oluyor. Kültürlerarası iletişimin hızla vardığı nokta nedeniyle zaten yeterince müstehzi bir ifade kazanan yüzler bu hamle karşısında iyice ‘melunlaşmaya’ başlıyor.
‘Şu yerliler de ne kadar garip insanlar’
‘Bizde aynı olay olsa adamı keserler’
‘Bunların hepsi…’
Aynı dini söylemlere karşın ortak bir dilin olmayışı, iletişimin ısrarla ‘egemenin bastırılamayan dürtüleri’ üzerinden tek taraflı sürdürülmeye çalışılması durumu çözmüyor aksine daha da karmaşıklaştırıyor, yanlış anlamalar çoğalıyor.
Küçük gördüğümüz bu yoksul insanların aile düzenlerindeki ‘demokratik’ yapıyla, ‘bizimkilerin’ avrata hiç de güvenmeyen düzenleri arasındaki fark insanlarla konuştukça daha da belirginleşiyor. Birçok Afrika ülkesinde olduğu gibi, burada da kadın aile içerisinde özellikle ekonomik anlamda önemli bir yere sahip. Ailenin ekonomisini çekip çeviriyor, önemli ekonomik kararlarda söz sahibi konumunu yitirmiyor. Bizimkiler ise, bu kadar uzun mesafeden bile ‘karıya para kaptırmamak için’ kazandıkları maaşı karşı tarafa gıdım gıdım vermekte kararlı. Hatta Türkiye’den ayrılmadan önce aylık bir bütçe belirleyerek bu bütçe üzerinden yokluğu sırasında gerekecek parayı topluca eşine bırakıp geleni bile var. Ancak gerektiği kadarı, fazlası tehlikeli…
Çöle gelişinin daha birinci ayında hiçbir dişi varlıkla karşılaşmayan erkeklerimiz için yavaş yavaş sıkıntılı anlar başlıyor. Bilgisayarları bin bir tür virüse boğan ‘konulu filmler’ erbezlerindeki basıncı düşürmeye yetmeyince, manometre tehlike sinyalleri veriyor ve azgelişmiş ülkenin başkentindeki ‘olanaklardan’ yararlanmak için bu kez başka yollar deneniyor.
İnsanlar belli bir dönem sonra birden hastalanıveriyor: baş dönmeleri, sıcağın ortasında birden azıveren astımlar, şüpheli göğüs batmaları, sancılar, kusmalar, çıldırtan baş ağrıları ve hatta kimi zaman merdivenden düşmeler, parmağa inen keser darbeleri… Her şey bir an önce bu konuda uzmanlaşmış, oyuna gelmeye pek niyetli olmayan sağlıkçının sevkiyle adamı bezdiren ‘Survivor’ adasından kurtulup başkente giderek ‘fizik tedavi’ görme umuduyla tasarlanıyor.
Bu dümen de tutmayınca, çöl güneşi altında elli derece sıcaklıkta köpür köpür kösnümeye başlayan vatandaşımızın içeriye atamadıkları ‘güdüleri’ bu kez hemcinslerine yöneliveriyor. Hayır, cinsel anlamda değil, bir çeşit iktidar kurma anlamında… ‘Kurtlar Vadisi’nin etki alanından kendini kurtaramamış yaşlısıyla genciyle iki sözcüğü aşan cümleleri kurmakta zorlanan, göğsü bağrı açık eli sallanan tespihli bıçkın ‘delikanlılar’ kavga arayışı içerisinde sağa sola saldırmaya başlıyorlar. Yeni tür çağdaş dolaylı köleliğe olduğu kadar Türkler tarafından ana avrat sövgüler eşliğinde ‘itilip kakılmaya’ alışık olmayan yerliler zılgıtlar eşliğinde kendi topraklarında kösnül iktidar arayışlarına anında kalabalıklaşarak geçit vermeyince ortalık karışıveriyor.
Çölün bir anlamda atı eşeği konumunda olan develer, Türkiye’deki eşeklerden istihbarat almışçasına kutu gibi konteynerlere yerleşmiş beyaz insanların ‘enerji’ dolu devinimleri sonucu oluşabilecek kazalardan kendilerini korumak için uzaklarda duran bedevi çadırlarının çevresinden fazla uzaklaşmıyor; Türk kampı çevresine hiç uğramıyor.
Yurttaşlarımızın bu ‘olağan’ hallerini gören yabancılar yanılıp, bizimkilerin kendi ülkelerinde uçanı kaçanı affetmediklerini, çok faal ve dengeli bir cinsel yaşam sürdürdüklerini sanır. Son kuşaklarla birlikte kısmen kırılmaya başlasa da, flörtün hayal olduğu, ilk cinsel edimlerin ‘aile dışındaki’ karşı cinslere yönelmekte zorlandığı bir ülkede gençlerin çok da etkin ve sağlıklı bir cinsellik yaşadığı söylenemez.
İç düzeniyle basit bir ilçe genelevinin de gerisinde kalan, nüshasını alamadıkları el çabukluğuyla okumalarına izin verilmeyen sözleşmelerle gönderilen işçilerin yarısına yakının kısa sürede istifa edip yurda geri döndüğü, altı bin kilometre uzaklıktaki bu ‘şantiyeye’, ‘seyyar’ ya da prefabrik bir ihtiyaç giderme istasyonu kurma çalışmalarını ciddi ciddi düşüne dururken bir yandan da haftada belli sayıda Türk işçiyi ‘rahatlamaları’ için nöbetleşe olarak başkente götürme hazırlıkları yapıyor. Ancak başkentin bu beklenmedik sıra dışı kalabalığı ağırlayacak altyapıya sahip olmamasından hareketle, muhtemel ‘girişimler’ sırasında vatandaşlarımızın kendi aralarında kavga etmelerinden, bu durumun da ülkede zengin maden yataklarının hayrına ‘gavur eliyle’ sağlanan sahte istikrarı bozacağından endişe edilmektedir.
Öyle sanılanın tam da tersine, kedileri saymazsak, hayatına ikisi biricik eşi olmak üzere toplam dört kadını zar zor, ite kaka ancak sığdırmayı başaran birinin, fazla etki altında kalmadan olan biteni ‘dışarıdan’ sosyal bir görüngü olarak kenara çekilerek izlemekle yetinmesinde ve olaylara birebir katılmamasında yarar oluyor. Bu işler öyle hata kabul etmez; şakası yok bunun...
Çöl güneşi engebesiz, buğulu ufukta genişleyip daralıyor, ışığı açık bej rengi tabana doğru dağılıp gidiyor. Arazinin ortasında sebepsiz oluşuveren başıboş küçük masum hortumlar, kuru güneş altında inleyen yurttaşlarımızın arasından ortalığı toza dumana katarak nazire yapar gibi dört dönüyor. Kızgın kuma gizlenen kobra öfkeden bir dikeldi mi, ikna yoluyla indirmesi kolay olmuyor…
Ne diyelim...
Tanrı Türk’ü korusun!