Skip to main content

Varoluş serabı

Yaptığı bir işi son kez yaptığının bilincinde olmak, kesin olarak onun artık ‘sonuncu’ olduğunu bilmek kadar güzel bir duygu var mı? Bir devinimin bir kez daha yaşanılmayacağından emin olmak; bir ihlali yaptığını, mutluluk yanılsamasına kendini son kez kaptırdığını ya da bedeni esir alan acıyı yenerek, upuzun bir yolun zaman atımlı ‘son’ metrelerini koştuğunu bilmek.

 

 

 

Doğanın ezeli-edebi hakikatleri içerisine sıkışıp kalmış dehşet verici hiçliğimizle, her zaman kafamıza vura vura ‘öğreten’ ve kandıran oyunlarıyla, küçücük algı evrenimizde öncesiz ve sonrasız olduğunu kabul etmek ve dünyanın haklılaştırılması çabasında zar atarak ‘sonuna kadar gitmek’.

Göreceklerimizin, aslında gördüklerimizden farksız olacağını unutmadan, sonuçların değil nedenlerin düzenine evirilmek. Geçmişi, düşündüğümüz andan itibaren asla şimdiki zaman olamayan bir şimdiye karşı düşünmek; ısrarla tekrar tekrar açılan resim albümlerinden, aynı anlardan değişik zamanlarda yeniden farklı anlamlar üretmeye çalışmak.

Hep aynı yönden aynı yöne sürüklenir gibi yapan cam tozu parlak kum taneciği ordularının, dağılma ve içtima noktalarını bir türlü aşamıyor göz menzilim. Diş arasına sıkışan birbirine benzer küçük parçacıklar, asla tıpatıp olmayıp sadece türdeş olduklarını vurgulamak ister gibi, bir noktadan bir diğerine doğru dalga boyları mislindeki göçebe yolculuklarının her bir aralığında farklı yoğunluklar vücuda getiriyor.

Manzaranın akışkan yersiz yurtsuz kök hücreleri, rüzgarın sırtında oradan oraya ‘taşındıkça’, kıvrımdan kıvrıma, organdan organa, belirsiz şekilden yere sere serpe uzanmış yarım bedenlere dönüşüveriyorlar.

Isınan yer yüzeyiyle birlikte dalgalanmaya başlayan algılar, çoktan ısınmış bedenimin anlam duvarına çarptıkça, çıkmaza dönüşen elle tutulamayan bir gerçeklik gibi gittikçe tekilliğini yitiriyor, yanılsamalar çoğalıyor. Olur, olmaz esen rüzgar, terk edilmiş gibi görünen kobra deliklerini harekete geçiriyor. Yuvaların girişleri, farksız duran düzlemde ha bire yer değiştiriyor.

Sürekliliğin karşıtı bir rastlantının beslediği kargaşaya ayak uydurarak direnmek.

Karanlıkta bastığım yumuşak zemin, topuk bağlarımı rahatlatırken çevresi çitle çevrili ne zaman ve hangi ihanetin pususunda öldükleri belli olmayan eski berberi toplu mezar tümseklerinin gerisinde, ulaşılabilir görünen uzakta bir ışık yanıyor. Ara sıra yok oluşu sönmesinden değil, muhtemelen kaynağın konum değiştirmesinden. Gün dönümüne yakın zifiri karanlığın, bej gri aydınlığa evirilmesini hızımı arttırarak beklerken, çevremdeki değişimlerin farkıyla birlikte, ne olursa olsun, her şeye rağmen zamanın geçtiğini duyumsamanın zevkini çıkarıyorum. Koştukça, yarım aksak adımlarımı bozuk zeminde gezdirdikçe, zamanı kendim ilerletiyormuşum duygusuna kapılıyorum. Bir adım; bir adım daha, ağırlığım altında ezilen kumun kulağıma kadar yükselmeyen çekingen gürültüsü, ben geçer geçmez, ardımdan yok olan ayak izlerini fısıldıyor…

Zaman, boyutunu uzak ışık oyunlarıyla anımsatırken, kararsız zar atımı devinimlerimde hem varım, hem yoğum. Ben, oyundan uzaklaştıkça sayıları gittikçe azalanlar, kendini bana göre konumlandıranlar, varlığım üzerinden sıfır çarpanlı yoz kurgular türetenler, ancak benim olduğum kadar, daha da doğrusu ancak hiçliğim ölçüsünde var olabildiklerini fark edebilecekler mi? Kendi düzülmüş talihlerini, ötekilerin talihsizliğiyle beslemeyi düstur edinenler bir kıvrımlarını daha yitiriyor.

Yolun sonuna doğru gelmişken bile, doğulu bir savaşçı bakışıyla, her bir eylemine yaşamının son devinimiymiş gibi asılma dönemi süregeliyor.

Yokluklarımızın bizi sürüklediği yanılsamada bir var olup bir tükeniyoruz. Orada olup olmadığından dahi emin olmadığımız, yabancı, deniz aşırı, acemi bir deniz fenerinin, aynı aralıklarla yanıp sönmeyen ışığı gibi.