Rastlantısalın krallığı
Para hesabı yapmadığımız dönemlerimizde marangoza pazarlıksız özel olarak yaptırılan tahta yeşil veranda, şimdilerde en küçük lodos esintisinde şirazesinden kurtulup, hemencecik bir tarafa doğru kaykılıveriyor. Tamamen yıkılmıyor; direniyor. Çürümekte olan keresteyi tümüyle dağılmaktan ona sağdan tutunan ya da aslında onu ayakta tutan genç çekirdeksiz üzüm asması kurtarıyor. Devleşen çam ağaçlarının yanındaki beton yığınına yalnızca ben girip çıkıyorum, kedinin bile artık uğramadığı soğuk binada dirime ait en ufak bir işaret yok. Hayıtlı Boğazı’nda muhtarlığın elzem numaralama çalışmasında çardağa tutturduğu mavi renkli yamulmuş küçük mavi plakadaki numaram 13.
Arazi alma komşu al demişler. Biz önce birincisini, sonra da ikincisini yaptık. Birinci dereceden ‘medeniyet’ uğruna toprağa bağlı yaşamı terk etmeyi denediğimizden beri, sağ olsun bizimkinin gözü hep benim arazide. Göz kulak oluyor gibi adeta, ama işin aslı öyle değil, sanki sadece göz oluyormuş gibi. Benim sayemde buraya yerleşen dostum ne zaman buradan uzaklaşsam, fino köpeğe dönüştürdüğü dakika başı havlayan eşeğini arazime sokuyor. Eşek de eşekliğini yapıp yerdeki mis otlar yerine zaten can çekişmekte olan gariban zeytinlere saldırıyor. Göbeğini şişiren hayvan ben gelince sessiz sedasız, tin tin tapulu mekanına geri çekiliyor fakat davetsiz ziyaretinin kanıtları, topraklarımın muhtelif yerlerinde bıraktığı düzgün dışkılar yok olmuyor. Bu garip hayvanla istem dışı oluşan biricik gizli bağım için kader denilebilir mi?
Havanın tümden kararmasına dakikalar kala, kadidim çıkmış bir durumda orman şeridinde koşarken, maki diplerinin güvenli karanlıklarında kendi vakitlerini seslendirmekte olan karatavuklar beni görünce kanatlarını vuruyor, tünelden çıkan yaşlı bir lokomotif gibi aniden ortaya çıkan soluyan bedenimi görünce beni de ürküterek birdenbire keklikler havalanıyor. Akşam ezanı hep yolun yarısına denk geliyor. Son kilometrelerde zemindeki taşlara takılıp tökezlememek için Kenyalılar gibi parmak uçlarında yükselip yüksek adım koşmaya çalışıyorum. İngiliz malı ayakkabının tabanındaki boşluğa sürekli küçük taşlar sıkışıyor. Genelde aynı yükseltide devam eden parkurun rampa noktalarında hızlanıp, inişlerinde yavaşlıyorum sanki. Kuvvetleniyor muyum, güç mü kaybediyorum bilmiyorum; ama tükenme hissim artıyor. Sol kalçamda derinden bir kas ağrısı içimi burkuyor. Kafatasımın sol kanadındaki sinir hasarının sızısı soğuk vurdukça artıyor. Üzerimde 1988 yılından EGE Ordu KARAGÜCÜ’nden kalma kıpkırmızı eski bir şort var. İnanmayacaksınız ama kırmızı üzerine silik beyaz numarası 13.
Bizimkiler oyunun son bölümünde illa ki zar tutmayı deneyerek, cennet bildiklerini ‘giderayak’ kendi hinterlantlarına taşımayı deniyorlar. Bugüne kadar şu ya da bu şekilde sürdüredurdukları içler acısı yaşamlarını son bir ‘abrakadavrayla’ taçlandıran mide bulandırıcı yakın akrabaların işledikleri yüz kızartıcı suçlar belirginleştikçe şaşkınlığımız daha da güçleniyor. Halbuki birinci elden tanıklığımızla iyi biliyoruz ki haram ‘parayla saadet olmaz’.., Ama olsun Gül olur, Sabahat olur, Fatma olur… Seksenlerine dayanmış çok saygın büyükler, her iki anlamıyla da fani dünyadan ‘vuruşarak geri çekilme’nin güzel bir örneğini sergiliyorlar. Ölüler pek itaatkardırlar, onlara söylettiğimiz her şeyi söylerler, yeter ki onları kullanmayı bilelim. Cenazeden cenazeye görüştüğümüz, işbirlikçilik, suç ortaklığı, aç gözlülük dahil her türlü erdemi ilke edinmiş kuzinlerin doymak bilmeyen feryadı her yerimde inatçı ürtikerler başlatıyor. Yetmişlerine dayanmış uzak üvey kuzenler yaşlarından, kel başlarından utanmadan çoktan ölmüş gözlerle yüzümüze baka baka yalan söylüyor, bildiklerini bizden gizliyor, siperden sipere fütursuzca laf taşıyor. Bu temiz aile Raskolnikov soyuyla olan kan bağımın, garip akrabalığımın pek de iradi olmadığı kesin, peki ama bizi birbirimize mahkum eden, ilgisiz ve yüzkarası yeğenler olarak aslında pek de itibar etmeyeceğimiz, önceden peşin ödemeli yasal yollara dahi iten ilahi bir ceza mı, kader mi, yoksa rastlantısalın ta kendisi mi?
Sabahın altısında görüş alanımın her açısından sessiz, soluk beyaz bir buhar yükseliyor. Ocakta yanmış kavrulmuş soğan kokusu ciğerlerime dolmuş. Bedenen sendelemiyorum ama kesintili algılamamdan dolayı çevremdekileri, gördüklerimi oldukları gibi algılayamıyorum. Mısır tarlası, kavak ağaçları, çok geride birbirini uyaran kargalar; işlemeyen, yerde birikmiş antifrizli yeşil su, üzerinde telaşla insanların koşuşturduğu pis, kapkara bir asfalt. Hendek’in yeşil çimenine dağılmış araç motorunun az ötesindeki haki sırt çantamdan değerli eşyalarımı alıyorum. Gülcan’ı az önce sıkıştığı yerden çıkarıp karga tulumba hastaneye gönderiyorum. Yanağında kurşun yarası büyüklüğünde kırmızı bir delik var. Gözleri açıktı ama konuşmuyor. Onu alan araca bakarken, ön tarafı şarampole yuvarlanmış olan belediye otobüsünü fark ediyorum. Sağ el işaret parmağımdaki delikten kan sızıyor. Dikiz aynası alnıma yapışmış; başım sızlıyor. Yaşıyor muyum, yoksa az önce telsiz anonsunda anılmayan ölümle sonuçlanan bir kazanın paralel evrende yaşayan gizli bir öznesi miyim?
Kasımpaşa’ya yokuş aşağıya koşarken ardımızdan kopan cayırtı sağımızda, solumuzda, araba kaportalarında, ev cephelerinde yankılanan, kimi zaman çınlayan, kimi zaman tok seslere dönüşüyor. Beş on elin yukarıdan sıktıkları, sanki eğimle güç alıp aşağıya daha hızlı düşüyor. O hep söylenegelen vızıltı ortada hiç yok. Varsa yoksa otomatik silah sesleriyle senkronize olan, sağa sola saplanan, seken küçük çelik parçalarının madeni çatırtıları. Bize değmiyorlar; değseler de duyumsayamayacak kadar sıcak bedenimizin en ücra noktası. Hasköy mezarlığının iç taraflarında kendime geliyorum. Yeniden denemek için sözleştiğimiz gibi bu kez Unkapanı’na gitmeliyim.
Anavatandan çok uzakta, duygudaşlık kurduğumuz Karslı ustaların kışkırttığı, kardeşim gibi sevdiğim kara derili kıpkırmızı kesilmiş bir gözün salladığı on altılık inşaat demiri kafatasımın bir santim gerisinden kırbaç uğultusuyla geçiveriyor. Öylesine hızlı bir teğet geçiş ki bu saçlarım demirin deviniminden kıvılcımlar saçıyor, darbeyi almasa da beynim bu hareketten ısınıveriyor. Kurtulduğuma mı sevineyim, bu eyleminin sonrasındaki ‘duygusal’ karşılığımla birlikte garibin on beş gün iş göremez raporu alıp beni tutuklatmasına mı üzüleyim? Afrika boynuzu nere, kurşun tabut, kırk beş derece sıcakta kokan cesedim, Zincirlikuyu A protokol ikinci kat nere?
Çok anlamlı varoluşumuz, ta on milyar yıl öncesindeki doğumundan başlayıp, üzerinde yaşayanların karşılaştığı gündelik olaylara değin, önceden belirlenmiş bir kader masalı yerine tümüyle şansa, rastlantıya göre belirlenen bir dünyada emekleyerek adeta yerlerde sürünüyor. Biz ki boyumuza postumuza bakmadan kolaycı belirlenimciliğin ucuz cazibesine kapılarak, acemi dönüşüm müteahhitleri gibi nice mutlu yarın inşalarına kapıldık. Yarının nasıl olacağından peygamberler kadar emin olduk. Ne olursa olsun tarihin gidişinin yönünden emin olmanın hoş sarhoşluğuydu bu. Şüpheye her düşüşümüzde tereddüt etmeden ‘determinizmden dönenin kaşığı kırılsın!’ dedik. Oysa zar atımı icraatlarda kolayca ayaklarımız birbirine takılıverdi. Belirsiz sorulara belirsiz yanıtlar arayıp durduk. İşi rastlantıya bırakmadan yarın yerine bugünü hemen ve şimdi kurmayı denemeden, bulaşıcı hastalık nedenselliği yok saymayı öğrenemedik bir türlü.
Allah akıl devletinden etmesin diye boşuna dememişler; ‘Tanrı zar atmaz’ demiş Einstein hazretleri. Oysa o kafamızı yukarıya çevirdiğimizde göremediğimiz ama bilimsellikten uzaklaşmayı göze alarak varoluş sırasında ‘aslında o hiç olmadı’ demeyi de göze alamadığımız kudretin varsa yoksa tüm düzeni rastlantısal. Bir başka deyişle o kutsal düzenin bizatihi kendisi zarın Allahını atıyor. Bunu sadece ben değil, çocuk ölüler, kolsuzlar, bacaksızlar, körler, dilsizler, karnına tekme yiyen katırlar, tecavüze uğrayan küçük erkekler, kızlar da söylüyor.
Gözler görüşün kısıtlamasıyla, ele geçirilmeye çalışılan kader hesaplanmaya çalışılan olasılığın gittikçe yoksullaşmasıdır. İçinde başka birçok uzayın gizlendiği sonsuz boyutlu Hilbert Uzayı’ndaki pozitif sayılar, düzenli olasılıkların temsili dizilişlerini içerir. Ama bu düzen içinde dahi rastlantısalın hesaplanamayan olasılıkları gizlenir. Öngörülemeyen fenomenlerin belirlenmesinde araç olan olasılık hesabı genelin ruhunu kavramakta zorlanır. Varsayımlardaki belirsizliklerden oluşan öklidyen uzayda çalışan kuantum mekaniğinin çözümlemesinde de matematik modelleme yetersiz kalır. Önceden belirlenmiş olasılıkların kısıtlı iktidarına rağmen, kavranabilir gerçeğe bir türlü ulaşamamanın yücelttiği kavram rastlantısaldır yine.
Nedensizliğin biyo-iktidarı iliklere kadar işlemiştir. Evrenin tek hakimi olan rastlantı doğurur, ‘vücuda’ getirir; ‘zar atımı’ anlamsızlıkta yaşatır, hiç ‘beklemediğimiz’ bir anda, geriye en ufak bir manyetik alan, aura maura kalmayacak şekilde de tümüyle yok eder. Sınırlı bir gülümsemeye dönen buz gibi bedenimizde, beklenmedik şekilde son hamleyi açıkta kalan delikleri kapatmak üzere hiç de aşina olmadığımız sıcak bir el yapıverir. Öldükten sonra tıkaç olarak kullanılan mısır koçanı, kumaş parçası, pamukmuş hiç fark etmez.
Ben böyle oyunun, böyle kaderin içine tüküreyim!