tek oda
Yüz elli gram pirinçten iri anahtarlı dış kapı içeriye doğru yüksek tavanlı uzun koridora açılır. İlgisiz kalmış menteşelerden dolayı kavranıp hafif yukarıya kaldırılarak ve beton eşikten üç karış boyu aşağıya yine aynı beton sahanlığa atlanarak yapılan giriş. Kapının hemen yanında yaklaşık 1,80 cm yüksekliğinde, üzerinde çoğunlukla duvara yaslanarak şaha kaldırılmış plastik terlikler veya ıskartaya çıkartılmış eski ayakkabıların dinlendiği, kısa boylar için ulaşılamaz olan bir şapkalık vardır. Zemin kattaki –birinci kat- iki yatak odası da parmaklıklı ve fazla iddialı olmayan, açık bırakılmak istendiğinde iki taraftan demir mandallara tutturulan yukarıdan aşağıya sürme pencerelerle ön bahçeye, daha doğrusu ortancaların koyu yeşil yaprak arkası karanlığına bakar. Sokağa cepheli olanının diğerinin yarısından da küçük olduğu bu odalar arasında, yine yirmi santimlik bir seviye farkı sanki yok gibi çok fark edilmez. Çünkü bu küçük oda sonradan yapılmıştır ve vücuda gelişteki zaman farkı subasman seviye farkını tetiklemiştir. Zaten bu evde baş, olur olmaz basamaklara tökezlememek için hep aşağıda olmak zorundadır.
Küçük olanı nedense diğerine göre yüksektir ve bu yükseklik iki oda arasında sonradan açılmış bulunan bağlantı kapısında bir basamağa dönüşüverir. Hiç açık görmediğim bağlantı kapısı, sıkıntılı anlarımda yuvarlak beyaz porselen tokmağı üzerinde olmayan kapı kolu demiri kendi ekseninde dönecek, kapı en lüzumsuz anda açılacakmış gibi durur. Ana kofra sigortası atık olduğunda ya da evin elektriği kesildiğinde akşamları, dışarıdaki lambanın sendeleyen aydınlığı, oda içerisine ihtiyaç gidermeye yetecek kadar bir aydınlık verir. Odada içerisinde nedense bize ait olmayan kutular ve eski giysiler bulunan küçük bir gömme dolap vardır. Mekân dar olduğu için duvarda ya da tahta döşemede oluşan delikleri kapatmak yoluyla börtü böcekten korunmak daha kolay olmuştur. Evin en güvenli ve dışarıya en yakın yeridir burası.
Pencerede kalın demir parmaklıklar olsa da, içeri ile dışarı arasında kalan üzeri sıvanmış ince ahşap duvarın geçirgenliğinde, bir sıkıntı anında kolayca dışarıya çıkıverebilecek gibi rahattır insanın içi. Yol tarafına dayalı sert bir döşek; kolçaklı tahta bahçe koltuğu ve ters çevrilmiş bir ahşap meyve kasasının sehpa rolünü üstlendiği küçük memleket. Duvardaki yuvarlak askılıkta ucunda eğrelti bağlanmış salyamalar bulunan misina parçaları, yerde birbirine dolanmış, sabırlı bir günde açılmayı bekleyen çapari. Kapı arkasında, kullanım ömürlerini doldurmuş küf kokulu modası geçmiş eski montlar, hırkalar. Duvarın tavanla birleştiği noktadaki sıva üstü kutudan omuz hizasına kadar yine sıva üstü inen bakır korumalı elektrik hattının bağlandığı sert çıt çıt anahtar.
Ses ve cızırtı çıkarmanın yanı sıra bazen görüntü de verdiği olan başka bir meyve kasasının üzerindeki turuncu plastik kasalı küçük televizyon. Uzun süre kesik olan elektrik. Lamba ya da mumla idareler. Yerde Polonya pazarından alınmış yeşil askeri kumaştan sırt çantası. İçindeki Hasan İzettin Dinamo’nun ince kitabının sayfaları arasında, yedili çapari iğne takımı, beyazlı ve sarılı tekli sıyırtma iğneleri ve her zaman bulamadığımız bir iki kurşunlu salyama iğnesi.
Yapayalnız ergenlikte kendimi gönüllü bir yoksunluğa terk edip, gündeliğin bıktırıcı kalabalık sıradanlığından kurtulma rahatsızlığının başlangıç yeridir burası. Üzerinden otuz, kırk yıl geçtikten sonra bile hala üzerimden atamadığım gönüllü yalnızlık ihtiyacının ilk filizlendiği mekan. Açlığa karşı ne bir buzdolabı, ne de erzak; varsa yoksa şimdi sosyetenin uğrağı olmuş aşağıdaki fırından alınabilen ağızda dağılan lezzetli poğaçalar, kırık kıraklar, unlu çıtır halkalar, mevsimine göre bahçedeki meyveler ya da istavrit mevsiminde tutulmuş balıklar. Kimi zaman ise değişiklik olsun diye, yıllar sonra ünlü bir dizinin çekimlerinin yapıldığı bakkaldan yarım ekmek beyaz peynir.
Daha da küçükken, bir yaz sağanağı sırasında ayaklarım demirlerin arasından aşağıya sarkıtılarak oturtulduğum ve çocuk heyecanımla sağa sola sarkarak bakıp deliler gibi “Arap kızı” arandığım yokuş aşağıya üzerinden deli bulanık sellerin aktığı taşlık sokak merdivenine bakan parmaklıklı pencere, bu dönemde içerinin görünmemesi için kalın perdeyle daimi örtülüdür. Önünde rengarenk çiçekler açan güllerin her daim misler gibi kokan bahçeye bakan ve kış hariç hep açık duran ikinci parmaklıklı pencerede ise börtü böcek girmesin diye ince tel çekilidir.
Koskocaman boş bir ahşap evin içerisinde kısmen yarattığım bu daracık “akrepsiz” saha benim ilk kendilik alanımdır. Anlamsız yolun bu aşamasından geriye baktığım şu kısacık anda, belki kısa süre sonra tekrar unutulmak üzere, önemi daha da artan, devleşen birçok “ilk”in yaşandığı mekan. Adımını atsan aşacakmışsın gibi topyekun duran uçsuz bucaksız tarlalardaki tek ağaç gibi dimdik ve sağlam duran bir tek oda, tek yatak, tavandan sarkan tek ampul, tek insan.
Yaşanması illa ki şart olan cesaret anlarımızın birinde, dikkat çekmemek için gecikmeli bir intikalle karanlık üzere vardığımız cennet sığınak. Işıksızlıkta börtü böcek var mı diye gözden geçirilen yatak, artık son dönemini yaşamak üzere buraya aktarılmış bizim eski ranzanın birini üzerindeki, rutubet işlemiş örtüler. Evin buz gibi işleyen her dem serinliğini çoktan uzaklaştıran, garip bir şekilde hala hissetmeye devam ettiğim ten sıcaklığı. Kuraldışının, yasadışının her zamanki dayanılmaz çekiciliği. Şöyle olursa böyle yaparız, böyle olursa şöyle yaparız diye cesaretimizin beslediği zor kaçış planları. Birimizin bahçeye kaçışıyla özetlenen, basit acil durum planları. Tüketildikçe zayıflamayan, daha da güzelleşen anlar. El ele verilen sözler kadar kararlı, inandırıcı bakışlar, yutkunmalar, sessizlikler. Determinizmimizin genç yüreğimizde özelimize yansıması: Gelecek yaşamı tam da kurguladığımız gibi yaşayacağımız yanılsaması. Akışın rastlantısallığına direnmek için güncelere yazılan iddialı sözlerle, ufka bakan kararlı bakışlarla gelecek günlerin elde kalem, kara kalem basit bir taslak gibi kolayca çizilebileceği düşüncesi. Hiçbir zaman o anda tasarladığımız, hayal ettiğimiz gibi süregelmeyeceği aslında daha haftasında belli olan, ama görmek istemediğimiz yaşamlar.
Bir türlü bitmek bilmeyen bir aydınlığın geri çekilmesiyle birlikte kopkoyu renklerin, önce arka bahçenin duvar dibinde başlayan, sonra dut ağaçlarının aralığına açılan mutfak ocağı bacasının derinliklerinden firar ederek, kuytulardan gizemli bir gaz kümesi gibi hafifçe, artarak etrafa yayılması. Güpegündüz aydınlığın kalabalığındaki gece değil bu; kendi varlıklarına sahip basbayağı kara bir gece. İlk yalnız zifiri karanlıklarım. Sokak lambasına göre yürüyen karaltılar. Gölge bedeninden kurtulduğu andan itibaren var olur. İlk varoluş sanrılarım. Gölgenin asıl kurtuluşu bedenle bağıntılı hareketini terk ettiği anda başlar. Kaybolan simetrinin ürküntüsü. Işığın yönüne göre büyüyerek, küçülerek ya da açı değiştirerek değil, devinimi ve yoğunluğuyla tamamen bedeninden ayrılan, bağımsız hareket eden, kökenine başkaldıran bulutsu şekil, taralı bölge. Tıkırtılar, karaltılar, anlam yüklemeye çabaladığımız anlamsız ve kökensiz seslere rağmen, irade elde tek başına olmanın verdiği güçle küçücük odaya dolan, korkunun dahi bana ait olduğunu bilmenin huzuru.
Zamanla vardığı yerde biraz genişlese de, mobilya şekil değiştirse de, biri yok olurken diğerinin ortaya çıktığı, bir başlangıcın bir sonla buluştuğu mekan gibidir tek oda. Bir an için gerçekten çözdüğüme inandığım, ama açılır açılmaz yeniden dolanan, nereden tutup başlayacağını bilemediğim, yer yer kör düğümlerle kilitlenmiş kuru, rengini yitirmiş bir kucak dolusu misina yumağı, asla denizde var olmayan ama gümüşi devinimlerini açıkça gördüğümüz balıkları değil bizzat kendimizi aldatmak üzere, hala önümde, kararlı bir anımda kavak ağacı tahtaya sarılmayı bekliyor.