düşten kalan
Beyaz önlüğüyle beraber samimiyetini de duvara asmış adam rolünü iyi oynuyor. Hem üzgün, hem mağrur yüz ifadesinin gerisinde ‘senin bütün şifreni çözdüm’ diyen ses tonu kararlı ve titreşimsiz. Bilgisayarda benim yaşam sayfamı açmış, ara sıra ona göz atıyor. Çoktan ölü bir ifadenin göz bebeklerine yerleştiği soluk arka planlı bir fotoğraf; kan değerleri, muayene tarihleri, limit değerleri aştığı için yanına yıldız konmuş yanardöner sayılar. Yaşamın her daim hiçliğe çıkan cari hesabının oynak simgeleri. Benden çıkmış, bana karşı, benimle dalga geçen göstergeler.
Hayatımın bu son öyküsünü evrelere bölmüş, bana kendinden emin bir şekilde şu evreden şu evreye geçtin, şöyle olursa böyle olur, aktif yani normal yaşama geri dönersin falan filan diyor. Sevgili kardeşim bak ben on yıldan beri böyle yaşıyorum. Bu benim normal yaşamım. Yok hormon tedavisiymiş, testesteronmuş, libido eksilirmiş, olan olmuş zaten, eksilecek ya da artacak olan yerine gelmiş daha ne olsun.
“Tedaviyi reddetmeye devam ederseniz altı ay bilemediniz bir yıl ömrünüz kaldı” diyor. Hem de en sıkıntılı halinden. Sıkıntısız yaşam icat edildi mi? Peygamberi de geçtim, adam boynuna astığı uyduruk teneke parçasıyla kendini yaratıcının bizzat kendisi sanıyor. Sanki çamurdan hamurumu yoğuran bu eller, şimdi acıklı sözlerine eşlik edebilecek anlamlı şekiller arayışında, odanın zaten sıkıcı olan havasını daha da katlanılamaz hale sokuyor. Birbirine kavuşup bağlanmadan çözüldükleri anda tam bir simetri halinde dile ve bakışa dolanan vurguları havayı bir örnek döverek aynı şiddetle dönüyorlar. Bu dünyayı, seni, her şeyi ben yarattım, oyunun ne zaman biteceğine ben karar veririm der gibi gözlerini gözlerime dikmiş, daha önce belki de yüzlerce kez yinelediği tümceleri aynı sözcük ve aynı duygularla sanki ilk defa ağzından çıkıyormuş gibi bu kez benim yüzüme, gözbebeklerime bakarak yineliyor.
Varsayalım ki ben plasebo grubundanım. Yani yediğim içtiğim ne varsa ilaç niyetine diye yutuyorum ve bu bana iyi geliyor. Uymaz mı?
“Bu alanda her geçen gün yeni bir gelişme oluyor. İşe bir yerden başlamamız lazım. Hiçbir zaman geç kalmış sayılmayız. Bir gün, bir ay, bir yıl daha fazla yaşasanız sizin için kazançtır. Ortalama yaşam…”
Ortalama yaşam beklentisi masalı aptallığın ta kendisidir. Benim bu hayattan hiç beklentim kalmamış. Yüz yıl daha yaşamayı umuyorum, bekliyorum desem aldanmaya her daim hazır sevgili aptal hücrelerimin hoşuna mı gidecek, daha uzun mu yaşayacaklar yani?
Hem sen nereden biliyorsun? Sana ne? Neyin, kime karşı kazancı bu? Her ne kadar canlılığı sürdürme güdüsü, kazananı olmayan bu aptal oyuna mahkum hemcinslerimin tümü gibi korteksime, hücrelerimin kodlarının her satırına kadar işlemiş olsa da, hissedilsin ya da hissedilmesin acıdan ibaret olan bu varoluşu biraz daha uzatmanın çok da büyük bir başarı olmadığını anlayalı çok oluyor. Onun için o yüzüme sallayarak havada bin bir şekil çizen parmaklarını daha anlamlı bir işleve sokmam an meselesi.
Ben modern tıp yerine alternatif tıbbı tercih ediyorum. Benim alternatifim direnmeden, arkadan kelepçelenmeden bilerek ölüm.
Bazıları ölümü birçok ticari araç gereçle öteleme manevralarına tedavi, yaşam kalitesi filan diyor ya buna çok gülünç bir şekilde. Yahu neyin kalitesi bu? Ölüme ‘kaliteli’ bir şekilde koşar adım gitmekle, ‘kalitesiz’ sürüklenmek arasında fark var mı? İnsanın ‘kaliteli’ yok olması ile ‘kalitesiz’ yitmesi arasında değişen ne olabilir?
Sorun geceleri bin kere bölünen uykum mu? Ben buna da alıştım. Normal şartlarda hiç farkına varmadığım anları yakalama fırsatı veriyor bana. Yerleri ezberlenmiş terliklere kayıveren ayaklar, aniden yanan ışığın altında şaşkına dönen gece yaratıkları, ay ışığı altında kendi için birer varlık iken birden pencereden sızan güçlü ışık altında basit gölgelere dönüşen ağaç dalları. Sonra her bir seferinde yeniden uykuya dalmak üzere o zihnimin derinliklerinden bir kez daha elinden tutup çıkardığım, ama artık bu uyku bölünmelerinde daha da kısa süren düş öncesi tasarıları.
Her bir yerimden sızan acılar mı? Bir organdan diğerine geçişleri, geçmişin darbelerinin birer birer yeniden sızıyla dirilişi, eğlenceli bir hafıza oyunu gibi bana çoktan unutmaya yüz tutmuş, bir şekilde bilinç altına ittiğim, tedavi ve hekim yüzü görmemiş büyük travmaları eğlenceli bir şekilde anımsatıyor. Bundan da hiç şikayetçi değilim.
Artık yavaş yavaş eskisi gibi koşamamam mı? Zaten an geçmiyor ki bedenimin bir yerinden bir bozuk ses, bir aksaklık çıkmasın. Performans yıldan yıla, aydan aya, günden güne düşüyor. Daha sık yoruluyorum. Sabahlar erkenden uyanmama rağmen bedenim ‘çıkmamak’ için olmadık numaralar yapıyor bilincime. Koşarken mesafeyi, parkuru kısaltmak için bin bir gerekçe arıyorum.
Ne o, çok karamsarmışım, dünyaya hep en kötü yanından bakıyormuşum, beynim hücrelere olumsuz emirler yolluyormuş, bu habis hücreler de zaten o yüzden oluşmuş, içimde sevgi, yaşama arzusu kalmamış. Dünyayı algılamam neyse bedenim de ona uyarmış. Yani bir anlamda hayatı algılama halimle birlikte oyunu ben yazıyormuşum da haberim yokmuş.
Yalnız yaşamamalıymışım. Niye yalnız ölmek çok mu korkutuyor seni? Karamsarlığımı daha da arttırıyormuş. Hayata bakışımın, yaşama tarzımın bedenimi, bedenimdeki rahatsızlığın hayat tarzımı biçimlendirdiği içinden çıkılamaz bir çembermiş bu. Yaşamda içerisinden çıkma, kurtulma imkanımızın olduğu mucizevi bir yol biliyormuş da söylemiyormuş gibi. Sanki o, yaşamın sırrını çözmüş ve sonsuza kadar yaşayacak. Oysa ikimiz de aynı yolun yolcusu değil miyiz? Sen ‘kaliteli’ yaşayarak ve hücrelerine ‘olumlu’ mesajlar yayarak git, ben de farklı bir yoldan –sana göre- ‘kalitesiz’ yaşayarak ve her bir atomuma nefret saçarak ilerleyeyim. Varacağımız yer aynı.
Sen daimi olarak hayatta kalıyormuşsun gibi ‘ölümü unutmuş gibi’ yap, ben hiç ama hiç aklımdan çıkarmayayım.
Bırak da zamandan ibaret olan kendi yaşamım üzerindeki hakkımı kullanayım. Hem de tam da kedi dahil artık kimsenin, ama kimsenin bana ihtiyacı olmadığını iyice anladığım anda.