Skip to main content

Ecel kapıyı açık bulduğunda

le destin ile ilgili görsel sonucu Gelen Karslıların hepsi bir şekilde akraba, aşiret gibiler mübarek. Kendi halinde olup biat etmeye niyeti olmayanlardan gücü yettiklerini doğrudan, yetmediklerini ise sabırla kullandıkları kahpe yöntemlerle teker teker etkisiz hale getiriyorlar. Seyyar tuvalet kabinine giderken önünden geçmek zorunda kaldığım demir bükme makinesinin etrafı tam bir kerhane, şer merkezinde makine başındaki tombalak milleti etrafına toplayıp sürekli olarak işliyor.  

 

Başlarında, onları dünyanın Afrika Boynuzundaki bu ücra noktasına getirmek için her birinin maaşlarından helal ‘komisyon’ alan bir köle başı, ustabaşı var. Ona cakalı bir şekilde “formen” diyorlar. İlkokul mezunu arkadaş ustabaşı filan değil yüksek mühendis, müteahhit, proje müdürü ve hatta kainatın hakimi gibi davranıyor. Adamın tavırları da fiziksel duruşu da öykündüğü bu rolle çok uyuşuyor. Memleketinde kaldığı günlerde saz çalıp atışan bir aşık olduğunu söylüyor çete üyeleri. Retorik becerisi buradan geliyor anlaşılan.  

Herkesin daha topraklarına ayak basar basmaz, daha ilk altmış dakika içerisinde ne olursa olsun geri dönmeyi düşündüğü, gezegenin Allahın unuttuğu bu toprak parçasında bin bir dümenle iş tutan genç patron elindeki işleri bir an önce bitirmek için cehennemin dibinden getirttiği bu formen ne diyorsa kabul etmeyi tercih ediyor.

Bunun için gerektiğinde burada kurmaya çalıştığı garip düzen ve hiyerarşi içerisindeki herkesi bir çırpıda çiğneyiveriyor. Yeter ki bir an önce iş bitsin. Hiçbir güvenlik önleminin olmadığı, Çalışma Bakanlığının iş anlaşmazlıklarında, işçi-işveren arasında hakemlik yaptığı ara sokaktaki binada hakkını arayan yerli işçiler tarafından dövülmekten son dakikada kurtulan eski İdari Müdürün yerine İdari Müdür Yardımcısı olarak hesapta, bu dağınıklık içerisinde bir “düzen” kurma çabasındayım. Yerliler bir tarafa bizim formenin de idari konularda benim iradem altına girmeye pek değil hiç niyeti yok. Bir mesai bitiminde şirket minibüsünü bana haber vermeden saatlerce kendi ihtiyaçları için kullanması sonrasında adamlarının önünde doğrudan yüzüne patlayıveriyorum. Boy ve endamıyla beni istese kolayca duvara yapıştırabilecek “delikanlı” aşiret reisi doğrudan hesaplaşmak yerine yine kahpeliğe yöneliyor. Hazırlıksız yakalanıyorum.       

Bakanlık Binası şantiyesindeki idari konteynerde yalnız olduğum bir anda, hiçbir ilgim olmamasına karşın bana karşı doldurdukları ve yönlendirdikleri, çok daha önce ustabaşı tarafından işe yaramadığı gerekçesiyle işten çıkarılan sinirli bir yerli kapıyı itip içeriye dalıyor. Beni dinlese derdimi anlatacağım ama gat saatini beklerken kıpkırmızı kesilmiş gözleriyle kafamı kırmayı kafasına koymuş bir kere. Onu işten ismini bana veren havalı formen değil ben çıkarmışım. Elindeki bir ondörtlüden daha etkili 14’lük nervürlü demirle üzerime çullanıyor. Can havliyle dışarıya itelemeyi başarırken bir iki ikna cümlesi kurmaya çalışıyorum. Ama olmuyor. İlla ki demiri geçirecek kafama. Delikanlılığın yüzde bilmem kaçı kaçmakmış sözünü anımsayıp bu kez şantiye içerisinde koşmaya başlıyorum (ki bu koşu zamanla maratona evrilecektir). Ama adam benden daha antrenmanlı, ne koşarken, ne de demiri sallarken yoruluyor. Belki imana gelir de müdahale ederler, çelme takarlar filan diye bizim Türk işçilerin yoğunlaştığı demir tezgahının yanından geçiyorum.  Ama bırak adamı tutmayı, hepsi felç olmuş bir vaziyette bıyık altından gülerek, arkamdan sallanan darbelerin hedefine ulaşması beklentisi içerisinde, bu kedi fare oyununu keyifle izliyorlar.

Yeniden konteynerin önüne geldiğim bir sırada, pas kırmızısı sıcak bir rüzgarın ensemde çıkmaya yeltenen taze kılları sarstığını hissediyorum. Bu sıcaklık da ne, yoksa vurdu mu? Kan ter içerisinde –bu deyimin teri tamam henüz kan yok gibi- ne olup bittiğini daha iyi anlamak için olay sahnesinde bana dönük olanların yüz ifadelerine bakıyorum. Elimi enseme atmaktan korkuyorum. Canım acıyor. Ama tenime değmeyen darbenin daha çok psikolojik etkisinden; kötü vurulmuşum.

O da ne adam bakanlıktan gelen polis ve çevredekiler tarafından yakalanmış, ikisi Türk üç kişinin kontrolünde. Suç aleti yerde, ya ben?     

Darbeyi yememe karşın kalın demirin alçak irtifadan yakın geçişinin yarattığı ısıyla ensemden sırtıma, sağ kaburgalarıma kadar inen kıpkırmızı bir çizgi oluşuyor.

--

Kan içerisinde geldiğimiz dünyadan, köşe bucak ellenmemiş yer bırakmadan sabunla yıkanıp tertemiz ayrılma saplantısı.

Bir büyük süpermarketin mal dağıtım merkezi gibi, belli bir düzen ve sıra içerisinde kamyonlar yanaşıyor, yükleniyor ve “işini bitirmiş” boş olanlar üsse geri dönerken merkezden ayrılıyor. İçerisinde mermer tezgahlarının yer aldığı, daima ıslak ve nemli sütkostik ve kemik kokulu odalara, tekerlekli masa üzerine uzanmış cansız bedenler, güler yüzlü ekipler eşliğinde sürekli olarak girip çıkıyor. Bembeyaz çarşaflara sarılıp sarmalanan ambalajlı ürünleri set üstüne geri geri yanaşan yeşil kamyonetler, çift kabine binen biri sarıklı profesyonellere eklenen erkeklerle hızla dağıtım noktasından ayrılıyor.

Organizmanın genelini besleyen bütünlük ölmüş, ama hücrelerdeki dirim kırıntıları son gayretlerini ortaya koyuyor. Daha henüz yakın zamanda konuşurken ve solurken gördüğünüz varlık, güler yüzlü, çenesi bağlı bir sessizliğe gömülmüş. Sanki daima bu anı kollamış olan, uzamaya devam eden tırnaklar, kıllar, sakallar. Gittikçe vurgusunu yitirecek olan fotoğraflara devredilmeden önce, ölü tebessümünün çoktan yerleştiği yüzü son bir kez görme gereği. Ağabeyimin yüzüne vuran gerçeğin karaltısı, ölüm filan değil asıl yaralayan. Odaya hızla girip çıkılma durumu, kısa süre sonra toprağa gömülecek olan bu rutin telaş, daima ancak bizdeki yansımasıyla duyumsadığımız hallerin acısı.

Her şeyin bir anda eriyip çökmesi. Bu yüzüme ansızın çarpan bir kalas gibi bizzat kendi ölümümden başkası değil.  

Nurdan Annenin kapıyı açtığında kapanan bembeyaz yüzündeki ifadesizlik.

Bomboş sokağa dolan cümle kuramama sıkıntısı. Aradaki beş evlik mesafenin yüzlerce yanıtsız soruya sıkışması. Dışarıya kapanan kulak, bakıp da görmeyen göz, hissizleşen ten.   

Üstüme yapışan haber bir türlü cümleye dönüşemiyor.

Ansızın inen darbe, elektrik, vücuda davetsiz giren çelik filan değil eldivenli koskocaman sıkılı bir yumruk. Sol bademciğimden sağdakine dayanan, küçük dilimi sekize katlayan genleşme. Acı yumrusu. Damarları boğan, geniz kapatan, burun sızlatan ruh kabarması. Sözcüksüz, nefessiz kalma hali; beynin iflası.

Örtülen kapının ardındaki yatak boş.

Çıban çıban vücuduma dağılan ağırlık.           

--

Daha odaya girip de açık pencereyi gördüğümde hemen anlamıştım. Nadiren elimde gördüğü “Beyaz kitabı” ‘istihbarat’ elde etmek ya da fotoğrafları ele geçirmek için çaldıran oydu. İşler gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alınca, bana ağlayarak ‘başına bir şey gelecek diye çok korkuyorum’ demişti. Sanki aleyhimde bir şeyler yapmış ama bundan pişmanmış gibiydi halleri. Karanlıkta dahi ışık saçan gözleri, güzel göründüğü için yalandan çok uzakmış gibi davranıyordu bana. Eliyle elimi ovuşturuyor, beni sıcaklığıyla gerçek bir tehlikenin varlığına inandırmaya çabalıyordu. Yoksa benim bilmediğim bazı şeyleri mi biliyordu?

Oysa bana bu tiyatroyu oynadığı sırada, fırsat buldukça çevremdeki çemberi daraltmak için elinden geleni ardına koymuyordu. Eve ordunun teneke kutu içerisindeki kaşar peynirlerini çalarak getiren askeri istihbarattaki eniştesine benimle ilgili tüm bilgileri aktarıyor ve ‘şüpheli’ olmam için elinden geleni yapıyordu. Genç dişi çalışanlarını birbirine SMS göndererek evine davet ettirerek taciz eden yaşı geçmiş ırz düşmanı faşist koordinatöre, ülkesini satarak her türlü yolsuzluğa gözü kapalı imza atan projedeki devlet temsilcisine, her türlü yolsuzluğunda sıçrama tahtası olarak kullandığı, kendisi de ayrı bir sapık olan Hacivat kılıklı cambaz yerli dostuna benimle ilgili doğru yanlış bilgiler sızdırıyordu. Benim ise bunun hiç farkında olmadığımı zannediyordu.    

Çevremde bir haftadır sıra dışı olaylar oluyor, ama bunları kötüye yormamaya gayret ediyordum. Kendine fazla güvenmenin yaşamımda bana daha çok yararı mı, zararı mı dokundu bilemiyorum. Temkinli olmaksa tamam gereken özeni gösteriyordum, gözümü dört açıyordum, güvenliğe bina girişinde yönetim tarafına giden gelenleri daha bir özenle değerlendirip “markajlı” bir şekilde içeriye almaları, hiç tanımadığımız şahısları ise nizamiyede bekletip beni çağırmaları talimatını vermiştim, zaten saha dışına çok az çıkıyordum. Ama asıl düşman her zamanki gibi yanı başımızda, içerideydi. İnsanın can düşmanlarının olması çok da önemli değil. Ama kaçınılmaz olarak bunların sayıları arttığında, saldırının tam olarak nereden geleceği bilinemediği için önlem alınması zorlaşıyor.

Düzenli olarak tek yaptığım iş sabah koşularıydı onu da rutinden çıkarıp son hafta içerisinde bir iki gün sabah, bir iki gün de akşam yapmaya başladım. Akşam anıt çevresine gizlice bira içmeye gelenler, arabaya attığı manitasıyla araziye çıkanların oluşturduğu ‘kalabalık’ bir tür güvenlik sağlasa da, günün henüz ağarmadığı sabah saatlerinde güvenlik noktasından sonra bomboş zifiri bir karanlıkta koşuyordum. Önce anıtın çevresinde bir tur atıyor oradan da yine ağaçsız parkın içerisinden geçip yola çıkıyor ve ilçe merkezine giden asfaltta sitelerin başladığı belli bir noktaya kadar koşup oradan geri dönerek tur atıyordum. Yolun tek tarafında sıralanan lambaların yarısı yansa da yolun aydınlatması için yeterli oluyordu. Dört tur bir yön dik rampayı da sayarsak hemen hemen on kilometreye denk geliyordu. Yaz aylarında ara sıra bir leyleğin erken saatlerde gezinmeye geldiği, taş ocaklarının olduğu tepeye doğru giden toprak patika yolda aydınlatma sorunu olduğu için burada daha çok yaz aylarında koşuyordum.

Hiçbir düzenli hareket yapmamaya özen gösteriyordum. Şehirden alışverişlerimi çok aykırı günlerde, bazen tek yön araçla, bazen tamamen yürüyerek yapıyordum. Saha dışına çıkışlarımı aynı ana güvenlik noktasından değil, bazen tali kapılardan, bazen de zayıf noktalarını gayet iyi çiti aşarak gerçekleştiriyordum. Araca ihtiyaç olduğunda, yaya çıkış yaparak araçla dışarıda buluşuyor işimi görüp öyle dönüyordum.  

O sabah daha gün ağarmadan çift arabayla başkentten personel maaşı için nakit para almaya giden iki araç yanımdan geçerken beni selamlıyorlar. Daha tam uyanmamış gibiler.

Hava henüz aydınlanmamış, aşağıya doğru inen yolun ışıklarının büyük bir kısmı ise yanmıyor. Anıtın çevresinde turumu attıktan sonra yoldan vadiye inmeye başlıyorum. Parkurun orta yerinde aşağıda yolun sağında bir araç duruyor. Gündüz, akşamüstü anıtın otoparkında, anıta çıkan yolun sağında solunda park eden araçlara alışkın olsam da, genelde bu saatte burada hiç araba olmadığı için önce biraz şaşırıyorum. Arabaya yaklaştıkça içerisinde iki kişi olduğunu fark ediyorum.

Yol içerisinde iniş yönünde sağ tarafta duran araca olabilecek en uzak noktadan sol kaldırımdan hızla koşarak geçiş yapıyorum. Spor giysiler giyinmiş iki genç önde oturmuş, aralarında sohbet ediyorlar. Arkama dönüp bakmıyorum ama aklın arkada. Nasıl olsa zorunlu olarak bir kilometre ileride hafif rampayı tırmanıp binaların başladığı yerleşim yerine girmeden geri dönüş yapacak ve ilk turumun dönüşü için yine aynı noktadan geçeceğim.

Döndükten sonra aracın hala aynı noktada olduğunu anlıyorum. Rampanın başladığı noktada aracı net olarak karşıma aldığımda gençlerin araçtan inip asfaltın iki yanında yüzleri bana dönük şekilde beklediklerini görüyorum. Bir tanesi bir ara yerde şınav çekiyor gibi yapıyor. Diğer beni gözlüyor. Aramızda yüz metre kadar kaldığında özellikle beni yakalamak ister gibi biri solda, diğeri sağda olmak üzere yolun iki yanına dağılıyorlar. Araçlarının yanan farları gözümü alsa da bir tanesinin elinde belli belirsiz parlak bir şey olduğunu görüyorum. Canı için koşan tavşan misali aramızda elli metre kala birden kaldırımın arkasında biçilmiş buğday tarlasına dalıp rampa yukarı deliler gibi tırmanmaya başlıyorum. Biri aracına biniyor diğeri ise peşime takılıyor. Kazanacağından emin kendine güvenen bir koşucu gibi hiç arkama bakmadan son sürat rampa yukarı tırmanmayı sürdürüyorum. Aracın anıta doğru tırmandığını unutmadan anıta ve yola yönelmeden olabildiğince çaprazlamasına çok ötedeki çiftliğe doğru uzaklaşmayı sürdürüyorum. İki tarla arası sınırda iyi görmediğim bir taşa tökezleyerek yere düşüyorum. Kalkarken arkama baktığımda peşimdeki serserinin çoktan yola geri döndüğünü görüyorum. Ancak yukarıya tırmanan aracı göremiyorum. Ortalık hafifçe aydınlanmaya başlıyor. Ben anıtın altından yamaçtan dolaşıp güvenlik noktasından değil de çitteki bildiğim bir gedikten girmek üzere tempomu düşürerek koşmaya devam ediyorum. Yukarıda anıtın çevresindeki yol görünüyor ama herhangi birine rastlamıyorum. Bereket arazi açık, tek tük sınırdaki bodur ahlatların böldüğü alabildiğine bir buğday tarlası uzanıyor.

Bir ara duracak gibi olan soluğum çitin içerisinde normale döndüğünde yıldız kuşanmış gökyüzünde yanıp toz olan meteorların izlekleri çoktan görünmez oluyor.

--

Her geçen gün yeni ölüm haberleri geliyor. Onun silahsız olduğunu biliyorum. Benimkisi ise biraz zorlu bir zulada. Hani çat diye kapı çalınsa çıkartmam bir iki dakikayı bulacak. Daha kolay erişilebilecek bir yere mi alsam yoksa? Ama silahın olsa ne yarar, kuşatmayı mı yaracaksın? Daire kapımız tam bir çelik kapı olmasa da bahçe kapısı gibi, birbirine kaynatılmış kalın olmayan iki sactan mamul. Öyle çat diye kırıp girmek mümkün değil. Ama asıl zayıf nokta teraslar. Bize çaktırmadan üst kata çıkarlarsa, son kat olan emekli belediye memuru rahmetli Eyüp Beyin katından kolayca ve birçok noktadan terasa inebilir, oradan da camları kolayca geçip hemen içeri girebilirler. Gün boyunca boş kaldıkça yukarıdan dik bir yokuş ve elli metrelik bir çıkmaz aralıktan olan evin çevresini gözetliyorum. Sanki bir hareketlenme görsem beşinci katın üzerindeki terastan Hezarfen gibi kanatlanıp havalanarak kaçabileceğim. Çatıdan çatıya bir şeyler denenebilir belki ama aşağıya iniş imkanının olup olmayacağının hiçbir garantisi yok.

Komşular anlatmıştı 12 Eylül öncesinde bu terasa bakan dairelerde İTÜ öğrencileri kalıyormuş ve bir gece aynı hizadaki yandaki evde kalan başka öğrencilerle silahlı çatışmaya girmişler. Camlar kırılmış, yaralananlar olmuş.

Evde küçük çocuğun, annesinin olması hiç de içimi rahatlatmıyor aksine daha da kaygılanıyorum çünkü son günlerde ilgili, ilgisiz, yaşlı kadın çoluk çocuk ev halkı arasında hiçbir ayrım yapılmıyor. Onlar da çoğunlukla araya karıştırılıp imha ediliyorlar.

Gün ağarmadan Alper’lerin tepesine çöktüklerinde hemen yanı başımızda uykumuzun içinden gerçeğe duyduğumuz patırtı, patlama sesleri arasına sıkışan küçük sessizliklerin kısa zaman dilimine sıkışan vücut halleri. Binadan çıkartılan cesetler, infazı gerçekleştiren eli kanlı yorgun bedenler.   

Kuşçunun eve geldiği ve ayrıntılı sohbet için boğazda balık tutmaya gittiğimiz gün de dikkatimi çektiği gibi bu çok da işlek olmayan ara yokuşta bazı zamanlarda garip bir hareketlilik oluyordu. Dönüp dolaşan, yarım saat içerisinde iki kez üst üste yokuştan tırmanan bir araba, sağa sola binalara balkonlara, teraslara biraz fazla bakan, ağır yürüyen iki adam, yukarıda sigorta binasının önündeki çöp konteynerlerinin gerisinde bekleyen boş kamyonet. Ya önceden bizimkiler güzergahı kontrol ediyor ya da çoktan hepimiz deşifre olmuştuk. Ve uygun bir anda, yani bizim üzerimizden başkalarına ulaşmanın imkansız olduğunun anlaşıldığı anda düğmeye basılacaktı. Bir an önce burayı boşaltmam gerekiyordu.

O gün abla eve kekle gelmişti. Her ikimizle de özel olarak konuştu. Çok önemli gelişmeler yaşanıyordu. Verdiğim istihbaratla ilgili bir haber yok. O yakında evden ayrılacak. Benim için ise Antalya ya da yurtdışı için haber bekleniyor. Hiç yapmadığı şekilde kendisini araçla Saraçhane’ye bırakmamı istiyor. Yüklü. Kırmızı Vosvos’un karbüratörü hasta, rölantide hemen stop ediyor. Şair Nedim’den Akaretlere çıkan ara yola giriyoruz ve saat itibariyle trafik daha henüz rampanın başında duruyor. El freni çalışmıyor; sol ayağım frende, araç boşta, sağ ayağım ise araç stop etmesin diye gaz veriyor. Bir iki kere stop etsek de bu feci durumdan kazasız belasız kurtuluyoruz. Karaköy meydanından Perşembe Pazarına döndükten hemen sonra o da ne, sivil bir çevirmeye denk geliyoruz. Ablanın eli çantada. Sağ ve sol çaprazda adamların ellerindeki oyuncakların emniyetleri açık, eller tetikte. Onunla bakışmadan aynen duruyorum. Yolun sonu. Penceremi açıp sıcak bir ‘merhaba’ eşliğinde soğukkanlı bir şekilde ruhsatı uzatıyor gibi yapıyorum ama arka koltuğa göz atan adam kafasıyla geç işareti yapıyor.

El çantadan geri çıkıyor. Köprüye gelene kadar ikimizden de tek bir ses çıkmıyor.

Unkapanı koşar adım ara sokaklarında kaybolunan bir cennet.

Müsait bir yerde ineyim.  

--

Her şey olup bittikten sonra o “an”ı anımsamak çok kolaydır. Kaydedilen ya da olay sonrası ortada olan somut kanıt ya da göstergelerden bir tür öykü yazımı gibidir bu. Oysa olan biten çok farklıdır. Ne kadar güzel betimlemeler, kurgular yapsan da o kısacık anın upuzun anlamını bir türlü yakalayamazsın.

İnce uzun virajsız bir yol. Henüz gün ağarmamış. Dışarıda gri fonda buz gibi bir hava. Seyrek bir trafik. Evlada güvence için dikilmiş kavak ağaçları, mısır tarlalarıyla nöbetleşerek iki yandan akıp gidiyor. Pus, sis, kırağı, ne direksiyon oynuyor, ne de vites değişiyor. Yanımdaki de uyuyor! Ortalama 100-110 kilometre saat hızla akıp gidiyor zaman. 

Bir anda Murat 124 aracın sağ ön tarafında bir patlama sesiyle direksiyonu refleks olarak sola kırıyorum, yol bölünmüş değil karşı şeride geçiyorum iki üç metrelik şarampole düşmemek ve aracı yolda tutma için bir kez daha sağa kırıyorum. Bu kez sağ şarampole doğru gidiyoruz, son bir hamle ile direksiyonu tekrar sola kırsam da bu kez karşı taraf boş değil. Benim yalpalamamı görerek hız kesen belediye otobüsüyle önce kafa kafaya çarpışıyoruz.

Belki de aracın yaptığı bu sağ sol hareketler sağ ön lastiğin patlaması sonucunda çok da benim denetimimde olmadan kendiliğinden gerçekleşti bilmiyorum.

Birden gün ağarmış gibi. Aracın panele dayanan motoru, elim, kafam, beynim, yeşil akü suyunun sıçradığı giysiler, yanımdaki kadının yanağı, boydan boya yolu kapatan yan dönmüş otobüsten inen yolcular, kavaklar, kargalar, aydınlanan ufuk, her tarafta fıslayan bir sızıntı var sanki.

Kemerimi çözüp sıkışan kapıyı kaktırdıktan sonra hemen onu kurtarıyorum. Uykuda olduğu için henüz şokta. Kemerini çözüp dışarıya çıkarıyorum. Yanağında kurşun deliği gibi yuvarlak bir delik var. İnsan sesleri otobüsün çevresinde yoğunlaşıyor. İçerisinde önemli eşyalarımızın olduğu bagajdaki sırt çantamızı alıyorum.

Fısıltı devam ediyor.

Nereden çıktığı ve buraya bu kadar hızlı bir şekilde nasıl geldiği belli olmayan trafik polisleri onu alıp bir ambulansla Devlet Hastanesine götürüyorlar. Beni de götürecekler elim ve alnımda kan var. Bana nasıl olduğunu soruyorlar. Sağda patlama ve bir trafik levhasından söz ediyorum. Araçlarına gidip yola bakıyoruz, levha filan yok ortada. Sonra lastik patladı diyorum. Ama araca geri döndüğümüzde ortada sağlam lastik filan da kalmamış, benzin deposu yirmi metre ötede çimenlere uzanmış, depodaki tahta kızak parçalanmış. Sanki hem önden, hem de arkadan çarpışmışız gibi.

Topkapı’dan Cerrahpaşa’ya.

“Ben iyiyim”.

Fısıltı.        

--

Bize zaten dar gelen Bil Apartmandaki dairenin yüklük olarak tasarlanan küçük odasında, arşiv belgelerinin yığıldığı demir konstrüksiyon rafların bir iki tanesi yuva gibi masaya dönüştürüp teleks cihazını buraya koymuşuz. Aletin üstündeki ince köpük Danimarka, Fransa, Belçika, Kuşadası ve diğer şeklinde bölünmüş. İletisi olan başlığında kimde kime gönderildiğinin belirtildiği küçük bir kağıda yazıp iğneyle köpüğe tutturuveriyor. Sonra biraz birikince önce delikli sarı banda çekilen uzun bir teleks gönderisinin parçası oluveriyor. Nüzhet Aktar Amca gelen ve giden gönderilerin iki artıyla ayrılan iletilerini birinci nüshadan ince ince kesip üçüncü hamur kağıda yapıştırdıktan sonra dağıtımını yapıyor. İkinci karbon nüsha arşiv olarak ayrıca tasnif ediliyor. İlgili iletinin yanıtını yine aynı kağıda yazıp bizim levhaya asıveriyor.

Bilgisayarın henüz ofise inmediği bu dönemde tek iletişim yolumuz bu.

Ben aleti en hızlı kullanan operatörüm. Delikli banttaki noktaların şifresini dahi çözmüştüm ve dolayısıyla sarı şeridi belirli bir yerden kesmem gerektiğinde bunu nereden yapacağımı gayet iyi biliyordum.  

Çiçekçilerin Taksim’deki yaya üstgeçidinin altında dolmuşların ön tarafında olduğu dönemde, adaşım şirket müdürünün talimatıyla hafta bir iki kez çiçek alıp, masalara dağıtılmasını sağlıyordum. Ofise bir başka hava doluyordu. Ancak kendi “odama” koyduğum vazonun çatlağından sızan su yürümüş ve karanlık ortamı aydınlatan masa lambasının altına ulaşmış.

Sağ bileğimi demir masaya dayamamla o gri yanık kibrit kokusunu duymam bir oluyor. Saksının içerisindeki güllerin canlı renkleri titreşimle birlikte çok renkli güzel bir soyut tasarımın vücuda gelmesine yol açıyor. Üst dudağım ayrı, alt dudağım ayrı oynuyor, dilimi hissetmiyorum. Çoktan uzak bir soğukluğun yerleştiği beynim konuşsa da ağzımdan ses çıkmıyor. Az önce oturuyordum, şimdi ayaktayım. Tüylerim, saçlarım sertleşiyor. Bir yerlerimi bir yerlere çarpmış olacağım, ellerim uyuşmuş. Pencere önü cumba çıkıntısını bir baştan bir başa kaplayan Hüsniye’nin yanına gidiyorum: Çarpıldım!

Lamartin Caddesi, orta refüjdeki henüz kesilmemiş devasa çınar ağaçları, yok edilen Gezi Parkına gitmeden önce buluşmaya gelen sevgilimin siluetinin ön planda göründüğü her daim kalabalık otobüs durağı, henüz dolmamış dolmuşlar, köşedeki simitçi…

Müdürümüz Osman Özdikmen beni küçücük balkona oksijen almaya çıkarmış. Geleneksel ilk yardım iksirimiz “bir bardak suyu” çoktan içmişim.

--            

Kendine aşırı güven ve rahatlık kimi zaman çok tehlikeli olabilir. Ama kararlılık hepsinin önüne geçmeye, ne kadar doğru da elinin tersiyle bir kenara itmeye yeter. Haftanın iki ayrı gününde, aynı saatte yapılan araçlı kısa bir keşifle yetiniyorum. Kafama koymuşum bir kere. İçimi köpürten duygular soğumadan harekete geçmek zorundayım. 

Siteye girdiğim ve çıktığım noktada bir sıkıntı yok.

Harekat sahnesi iki yüksek apartmanın arasında kalan otopark. Hava kararmaya yüz tutmuş. Çevre yolunun altında ara sokağa terk edilen araç. Yavaş yavaş, küçük adımlarla tırmanarak yaklaşılan mekanla birlikte aynı zamanda Z saati de. Aşağıya doğru kayan yamaca paralel giden sokaklar, yokuş, araçlar, limandaki çok katlı gemi her şey yerli yerinde.

Her birinde ayrı bir yaşam oyunun oynandığı evlerin birçoğunun ışıkları yanmış.               

En küçük bir ayrıntıyı dahi kaçırmayan gözler bir aşamadan sonra at gözlüğü takmış gibi hedefe kilitleniveriyor. Açılan bir pencere, yaklaşan bir araba, köşede oynayan çocuk çok yakın da olsalar, hepsi sanki başka bir diyarın dikkate alınmaması gereken dekorunun tali unsurlarına dönüşüyor.

İş gerçekleşmeden, yerine getirilmesi kararlılığını daha da pekiştirmek için, olay sonrasına ait kurgular geliyor akla. Şöyle olacak, böyle olacak.

Bir kedi çöp konteynerinde kayboluyor. Mutfak penceresinde tencereden çıkan buharın görünmez kıldığı kadın, kapağın kapatılmasıyla birlikte yeniden beliriyor. Alt sokakta servis aracının otomatik kapı gürültüsü, su satıcısının elinden düşürdüğü boş damacana sesiyle yarışıyor. Elli metre ötede bir araç park manevraları yapıyor. Çevre yolundaki araç sesleri uğultusu iyice uzaklaşıyor.

Her şeye, herkese arkamı dönüyorum.

Bu iş olacak, ötesi yok.  

Bir an oksijensiz kalıyor bedenimi yöneten beynim.

Karanlığa gömülmek üzere olan günün sonu ansızın parlayan sarı sessiz ışıkla aydınlanıveriyor.

Yokuş aşağıya yeni bir perspektif daha açılıveriyor.

--  

Bazen düşünülmeden atılan bir adım kadar yakındır son. Aşılacak bir mesafe vardır önünüzde size bir adım aralığı kadar yakın, bacak açıklığı kadar basit ve kısa görünen. Hayat gibi, öyle önünde durup da öyle çok düşünmeye hiç değmeyen. Kaçınılmaz olarak aşılacak bu engel sonrası yenilerine sıra gelmelidir. Oyun kurgulandığı gibi ya da onunla hiç ilgisi olmayan bir biçimde oynanmaya devam edilmelidir.

Öte taraf, daha az önce küçük renkli noktaların devinimini zar zor seçebildiğim son sığınağa giden birbirinden ayrılıp buluşan patikaların dağınık izlekleri. Mahsur kaldığım bu taraf, izleksiz ve ötesi cansız.

Sınırı hattını kontrol eden helikopter gibi bir yaklaşıp, bir uzaklaşan dağ.

Geriye sarılamayan an.

Tuttuğu gibi alıp götüren bir yön. Kafama eşit aralıklarla peşi sıra inen üç ıslak darbe.

Açık pembe sıcaklığın durduramadığı titreme.

Uğuldayan buz gibi soğuk bir suyun, eriyen buzulun kayalarından kulaklarımın içine taşıdığı kum parçacıkları.

Su perilerinin kıvrımlarıma nüfuz eden inatçı ezgisi.

Hala titreyen bir beden. Kahkahalarla gülen, ışığı daha da yükselen zirve.