Senden hiçbir şey olmaz
Bir kez konuşma fırsatı bulduğu zaman, sohbetsiz kalan önceki saatlerin tüm acısını çıkarmak ister gibi hemen heyecanlanıyor. Pek konuştuğu da söylenemez gerçi, öyleymiş gibi yapıyor. Mesele ağızdan çıkması ise ağzından çıkıyor bu sözcüğe tamamlanamayan birbirini kovalayıp iten kesik ses dizimleri. Kendi dilinde uzun cümleler kabul edilebilmesi zor, uzun, parçalı, dilde seken ifade zerrecikleri.
Söylediklerini dikkate almayacağım. Yankısız, tınısız söz dizimleri, bir tür hırıltı. Bu haliyle bile. Hele daha ilk çocukluğumdan bugüne telaşla “anımsanmayacaklar” fıçısına tıkıştırdıklarım, yeşil siyah küfe bürünerek dibi görünmez sudan daha önce olmadıkları halleriyle kafalarını dışarıya çıkarmaya başladıkları şu geri dönülmez belleğin yitiminden önceki son anlarda. Bal gibi yaşanmış olan ama asla hak ettikleri kadar anımsanmayacak olanlar. İşlenmedikleri, istenmedikleri, ayıp oldukları, o daha ilk çocukluk yıllarımdan beri bana kurgulattıkları yılmaz karakterime uymadıkları için dönüşüme uğramış, belki de daha oluştukları, şekillendikleri anda hikayenin Allahına evrilmiş yetersiz kalan hakikat. Kendine ihanetler. Acemice bir oradan, bir buradan budanmış anlamlar. Kolay teslimiyetler. Küçücük bedenimle koltuğun sırtlığından oturak kısmına yuvarlanmalar. Gözünü kırpmadan can almalar, pür dikkat can vermeler. Ötesine geçmemem salık verilen, ama cesaretle aştığım çok işlek bir çevre yolunun adaya dönüştürdüğü, göbeğinde çalıştığını görmediğim, telle bağlı bir salın yapay adayı anakaraya bağladığı kent içi ormanına gömülen çocukluk. Cüzdanımda sağı solu delikli pembe biniş kartı bulunan sarı tramvay yolunda kafama yediğim atkestaneleri. Kesintili bir soluk alışverişi gibi, yapılmaması gerektiğini bile bile, sanki ileride onlarda yararlanarak benliğimi yüceltmeyi düşündüğüm suç unsuru kanlı giysiler gibi belleğin karanlık dehlizinde en derin kuytuya fırlatılmış heceler.
Anımsamayı topyekun unutmaya başlamadan önce akla gelen, günahıyla sevabıyla son anılar bunlar. Örümcek ağlarıyla bağlandığım varoluşumun etrafında, beni korkutmak istercesine yapmayacakları şeyleri bal gibi yaparak dönüp duruyorlar.
Sabahın güneşsiz karanlığında, güpegüneş ışıltıda, gecenin uykulu yapay görüntüsünde. Her dönemeçte karşıma çıkan, yok olan, yuvarlanan, ağaca tırmanan, meydan okuyan bu üç renk.
Yerde yolunmuş dış tarafı kahverengi gri, iç tarafı beyaz tüyleriyle kendini gösteren kumru çiftinin hangisinin ebediyete intikal ettiğini bilemiyorum. Çünkü dehşete kapılan eşi, iz bırakmadan yapışıp kömür olacağı bir çıplak iletken arayışına gitmiş. Daha on santim ötemi net göremezken sanki on metreden cinsel organlarını seçebileceğim. Kuşun görünmeyen kuşu.
Çiğnenmeden yutulan bir ıslak tarla faresi, ölü taklidi yapmasına karşın saatlerce pençe oyun işkence geçirdikten sonra katledilen kardeşinin iletisini tam anlamamış. Fazladan bonus can aldığını, birazdan bu çiğnenmiş pösteki halinden sıyrılıp birden iki nala koşuvereceğini düşünüyor kendince.
Böcek kapanının alt haznesine girmesi gereken çam ağacı canavarları bu gittiğin yol, yol değil diyor. Biz yanılsak da, ya da sırf ağacı işletenler memnun olsun diye öyle gibi yapsak da, sen uyma bize diyorlar.
Siz de haklısınız. Beyaz kutunun içinden dışarıya taşan bu halinizle bile.
İrtifasız, yere paralel gibi uzanan, ama beş adımı dahi alçalıp yükselmeden giden, her dönemecinde ayrı bir sıradan beklenmediğin gizlendiği aşina güzergahın acıdan kıvranması. Büyüyen gölge, durduğu yerden bir karış daha yükselen taş, sanki bir karınca ordusunun omuzlarındaymışçasına ağır ağır yürüyen kuru odun. Besbelli, sırıtan bir sıkıntı. Aynı unsurlarla, aynı yerde, aynı saatte, aynı şekilde yinelenmenin acısı bu.
Mevsimler değişiyor, ıslandıkça, kurudukça ayrı bir güzel koku yayan otları, odun parçacıklarıyla, sağa sola serpiştirilmiş geçici olarak terk edilmiş karınca yuvalarıyla varışsız, dönüp dolaşan yol hep aynı.
Tepeden aşağıya karsız bir çığ gibi daimi bir soğukluğun estiği dönemecin en kör yerinde mevzilenmiş kuru bir sazın her yanından geçişimde yüzüme sürtünmesinden önce yola çıkıp, hayıt ve zakkumların kafa çıkartamayıp gizlendiği dere yatağına geri kaçıyor. Ben geçtikten sonra peşim sıra beni takip ediyor. Sanki topuk tendonumdan ısıracak. Ta ki bir sonraki dönemeçte yere sürtünen beyaz bir halkanın süslediği kuyruğunun gürültüsüyle ben arkaya dönüp bakana kadar.
Kimi zaman cepheden karşılıyor, tam delikanlı gibi konuşacak gibi oluyoruz ama sonra da ağaççıkların arasında birden kayboluveriyor.
Bunlar da ayrı bir sıkıntı; beş, on metrede bir önüme konuyor, ben yaklaşınca havalanıp tekrar on metre öteye öylece oturuveriyor. Küçücük bedeninin iki yanını besleyen tanıdık bir gölge. Alaca karanlıkta tam da göremiyorum onu. Kanatları olmasa kuş bile denilemeyecek bir yaratık. Meydan okuması böylece metrelerce devam ediyor. Oyun oynuyor kafasınca.
Tilki, ebabil, kendi yasalarının infazı peşinde. Tıpkı geçerli hiçbir gerekçesi, işlevi olmaksızın on dakikalık aralarla pencereden girip kapıdan çıkan, kapıda bağırıp pencere önüne koşan kedi gibi.
Gündüz ayı, gece güneşi kadar bana anlamsız gelen bir döngü bu ortaya koydukları.
Hava kararmaya yüz tuttuğundan tam akşam namazı okunduktan sonra iki metre uzağından geçtiğim otuz altı arı kovanı terk edilmiş gibi. Önce vızıltıları uykuya dalmış. Oysa hepsi de bal gibi içeride ve gündüzün eli kolu dolu geri döndükleri bu yapay yuvanın içerisinden, yanı başlarından soluk soluğa geçen bu albenili renkleri çoğunlukta olan parmakları üzerinde zıplayan gölgeyi dikkatle izliyorlar. Wimbledon’da bir tenis topunu aval aval izleyen sünepe izleyiciler gibi. Kafaları tam soldan, tam sağa çok ama çok ağır kayıveriyor. Sağlarını ve sollarını selamlıyor gibi. Önlerinden bir geçiyorum, sonra dönüşte, yani bir dakika sonra bir kez daha. Tam da hizalarında hızlandığımı fark ediyorlar.
Benim aklım ne bu üç renkli fırsat yaratığında, ne de gittikçe uzaklaşan, uzaklaştıkça bende öykü yaratma güçlerini yitiren insan seslerinde. Kurumuş derenin buharında gövdesi iyice kayganlaşan çınarın tam da dibine, iki mahfuzlu canavar istilalarını haber veren susuz su perilerinde de değil. Sahra çölünün orta yerinde etrafı yarısı kuma gömülmüş, dikenli telle çevrilmiş, bir iç çatışmadan kalma insan mezarlarından dış ortama sızan kemik parçaları kadar bile korkutmuyor beni bu olağan dışı tezahürler.
Son dönemecin sonrasındaki ağaç gölgesi karanlığı. Yolun bilinen ama her gün gidilmeyen kesimi daima daha en uzun. Belirsizliğin uzaklığı. Henüz oraya gidip varamayan bir at nalı takırtısının toprağa bıraktığı izlerin gidip de dönemeyen yankısı.
Çok uzaktan gelen havlama seslerine rağmen, biliyorum sağımdaki ve solumdaki hışırtılar, tam sayılı olarak ikiye bölünemeyen çift gözler çok yakınımda.
Çok zor olmasına karşın önüm yerine, sık sık arkama dönüp bakmam biraz da ondan.