Skip to main content

Akla zarar

Aslında gelişleri ya da gidişleri sıralı olmuyor, ama âdetini seveyim, anlatım kurgusu içerisinde herhangi birini atlamamak için illa ki bir sıraya sokmak  gerekiyor. 

Taşmaya yüz tutan bir bardağa düşen iri damlalar gibi, gittikçe biriken bir öfkenin ya da tam aksine anlamsızlığın itkisinde birdenbire terk edilecek yüzyıllık bir mücadelenin aniden boşa çıkma noktasına gelmesi gibi bir hal insanı içerisine soktukları. Ellinci tekrar da olsa yine kır kokulu bir « zararlı » anlatımı için menteşeleri pastan zorlanan kapı aralanıyor. Millet dünyayı geziyor, aşklarını, maceralarını filan anlatıyor, benim ise dağarcığım, basiretim değişik kılıklarla her dönem karşıma çıkan hortlakla, birkaç memeli, ot ve böcekle kilitleniyor. Meğerse bitmez sanığım hayatım bundan ibaretmiş.

Varoluşla yok oluş arasında gidip gelen, iniş çıkışlar, keskin dönüşlerin devamında önümüze neyin çıkacağını gizlediği, karşılaşabileceklerimizin en tehlikelisi olan patika üzerinde değişik hızlarda yol alışımızı –an itibariyle– sürdürüyoruz. Sanki hiç karşılaşmasak, birbirimizin ayaklarına basmasak, herhangi bir sorun çıkmayacak gibi.

Sonuç olarak çok istense de ölüm gibi bunun da pek sıralısı olmuyor.     

Hepsinden önce ya da generatif gelişime göre en başta bitki saplarını testere gibi kesen yeşil kurt geliyor. Yedekli olarak çoğul dikilen tohumlardan yeşeren fideleri, en olmaz zamanda, en olmaz yerinde çıtır çıtır kesip, nispet olsun diye olduğu yerde olduğu gibi boylu boyuna bırakıyor. Tamam, fidenin çanağındaki toprağı şöyle bir yokladığımda onu hemen buluyorum, şefkatle parmaklarımın arasına alıp, kalbinin pıtır pıtır atışını hissediyor ve elime aldığım küçük bir taşın altında iftar topu gibi muştulu « çıt » diye patlatarak az önce yedikleri yeşilliğin sıvı halde kahverengi toprağa koyu bir nem olarak karışmasını izliyorum. Onlar fidelerin çoğunu kesiyor, ben ısrarla yedeklerini hızla yerine dikiyorum ama başlarına gelenler benim intikam hırsımı kesmeye yetmiyor.

Sonra öğlen sıcakları bastırmaya başladığında, dinozor artığı, utanmaz çirkin tosbağalar akın akın gelmeye başlıyor. Hem de öyle bir iki tane değil, tugaylar halinde; henüz Haziran sonu itibariyle bu sezon irili ufaklı ele geçenlerinin sayısı otuzu çoktan aşıyor. Öğlen saatlerinde kavurucu sıcağın dinginliğinde, kemirdikleri ya da üzerine bastırdıkları bitkinin titreşimleri onları ele veriyor. Yaklaşan adımlarımın sesini duyduklarında henüz hâlâ dışarıda olan başları ne içeriye ne de dışarıya kaçıyor, alık alık benim yönüme bakıyor. Tehlike sesleri yaklaştıkça sert kabuğu şişirip söndüren hızlı soluk alışları kabuklarını iki elim arasına aldığımda kesiliyor ve o başparmak kıvamındaki yeşil kafa, işini görmüş iyi yağlanmış bir sustalının kaygan bıçağı gibi hızla içeriye gömülüyor. Bir sürü iklim felaketini atlatıp bugüne kadar direnen dinozor artıkları, yaprak, fide, körpe meyve, çiçek, önlerine ne gelirse yiyorlar. Uzak diyarları fetheden denizciler bir zamanlar bunların irilerini yedek gıda olarak fıçılara doldurmuş da nesillerini kurutamamışlar. Bir şey küçüldükçe şirinleşirken, üstünesi basılası bunlar küçüldükçe daha da hareketli ve inatçı oluyorlar. Nerede o mavi tişörtlü maaşlı çevrecinin sahilde kurtardığı devasa Caretta’lar? Çorbasını hiç denemedim. Üzerilerine akılsız bir bomba gibi bırakılacak iri bir taşla kabuklarını parçalamak içimden kuvvetli bir biçimde geçse de, aynı birazdan yere yıkılacak hedefe kilitlenirken yaptığım gibi, önce hızlanan nefesimi sonra, bizzat da kendimi tutmayı başarıyorum. Tarlada, zaten tepsi gibi düz mü, yoksa yuvarlak olduğu tartışmalı zemine geçici olarak ters biçimde alıkonuldukları, teneke, küçük kova vesaire gibi ara zindanların çeperlerine sürttükleri, kazma benzeri tırnaklarıyla kıvılcımlı takır tukur özgürlük tınıları çıkarıyorlar. Dünyayı bir kez de bu perspektifte, Allah’ına ters bakma konumunda konuldukları kovalardan hızla düzelip, kazma ucuna benzer ojeli tırnaklı ayaklarıyla plastiği çizip kanırtıyorlar. İnfaz yolunda yolda aktarma noktasına taşınırken bir ikrar, bir özür gibi az önce çaldıkları, yedikleri içtikleri idrar ve taze yeşil ağırlıklı bir dışkı halinde toprağa boşalır. Tarlada işin bitiminde çıkarıldıkları, ev önünde arabayla mekandan uzaklaştırılacakları günü beklerken acımasızca tecritte tutulacakları S, R, Y kuyu tipi tavuk evi önündeki beton sahanlıkta çaresizce dairesel voltalar atıyorlar. Sonra bu lanet olası mekana sıkışmış düzülmüş hayatlarına küsüyor ve başlarını duvara dönüp iç cepheye çekiliyorlar. Bacaklarının ısrarla taşıdıkları kabukla birleştiği noktalara tüneyen ve bu yöntemle mevsimden mevsime aktarılan boy boy keneler bütün bu olan bitene bir anlam veremiyor. Sert kabuğun kıyısından, üzerinden kan emmeyi nasıl başarıyorlar? Sorabilsem soracağım. Kimi zaman laf atmayı denesem ya da sinirlenip ana ata saydırsam da onlarla tek iletişimimiz cımbız ya da tırnak arasından taş ile patlatılacakları noktada ezilmeleri fiiliyle sınırlı.

Sevişirken kabukları çaresizce birbirine takır takır vurduğu için tos ön adına hak kazanan bağalar bazen birbirine boy ve şekil olarak o kadar benziyorlar ki, dört beş kilometre uzaktan aynı tosbağa geri mi dönüyor, tam olarak anlayamıyorum. Bu yaşıma karşın neyi tam olarak anlayabiliyorum ki bunu anlayayım? Bir ara kabuklarına sprey boyayla işaret dahi koymayı düşünüyorum, sonra vazgeçiyorum, içerilerine nüfuz eder karaciğerlerine oturur kaygısıyla doğaya değil boyanın ederine saygımdan.

Mavi tüylü süsleriyle uzaktan gayet yakışıklı havalı alakargaları hiç saymıyorum. Onlar manzaranın doğal bir parçası haline geldiler. Olmazlarsa olmuyor. Arazilerin dört bir tarafı makilik olunca bunlardan kurtulmak kolay olmuyor.  Sürü halinde gelenler ortalığı ayağa kaldırıp yaygara koparıyor. Bir de yalnız kurt ayağına tek başına ve sessizce gelenler oluyor ki fark edilene kadar en büyük zararı uzun vadede onlar veriyor. Peki ya çok sevimli çift mift ayaklarıyla bostana yakın elektrik tellerinde birbirilerine serenatlar düzen kumrulara ne oluyor? Bostanın içerisinde tavuk gibi cirit atıp, sulama hortumlarına küçük şirin delikler açıyorlar. Alakarganın biraz küçüğü, orman benzeri sessizce yerden yürüyen kapkara karatavuklar vur-kaç taktiği uyguluyorlar. Olay yerine vardığımda diğer kuşlar gibi kolayca av olmamak için hemen havalanmıyor, bir süre bitkinin ya da bağın en karanlık kör noktalarında oyalanıp, dikkatimin dağıldığında yükseliveriyorlar. Mini minnacık sakaları, bülbülleri hiç saymıyor gibi yaptığıma bakmayın onlar da kimi zaman cüretkar uçuşlarıyla sahneye dahil oluyor ve küçük ana etkili gaga darbeleriyle bu yıkıma kendi katkılarını sunuyorlar.

Bütün kuşlar cıvıldamaz.

Daha çok orman şeridinde müşerref olduğum azla yetinmesini bilen koşucu boz tavşanlar, ürkekliklerinden olacak bostan sınırı içerisine çok nadir girerler. Ama elektrikli çitin devre dışı kaldığı günün ilk saatlerinde ipin üzerinden atlayıp, doğrudan karpuz, kavun, acur gibi meyvelere saldırdıkları oluyor. Hansel’in çakıllarını ekmek kırıntısı sanıp yutan İbrahim Peygamber’in itina noksanlığından olmamalı ama ziyaretlerini,  olay yerine istemeden bıraktıkları, bizim Mişka’nın çakma mamasına şeklen öykünen minik boklarından anlıyorum.

Tavşan tilkiden sağlıklı yaşamı için daha hızlı koşmaz.

İllegal alanı mekan eden, kör taklidi yaparak mahbup ayaklarına yatan acemi terörist köstebek bu yıl börülcelere dadandı. Sırasıyla her gün ikişer ikişer köklerinden çektiği kocaman bitkileri toprağın içerisindeki karanlık dehlizlerine sürüklüyor. İki ya da üç gün arayla hemen hemen günün hep aynı saatinde. İki aydır suladığım çapaladığım güzelim börülce, üzerinde olgun meyveleri ve açmış ve açmakta olan çiçekleriyle birden toprağa gömülüveriyor. Neymiş açtığı anlamsız yeraltı dehlizleri ağıyla toprağı havalandırmaya hizmet ediyormuş, öldürmemeliymişiz. Yakalasam diğer bütün zararlıların hıncı kafasında bir anda öfke olup patlayıverecek. Sıcağın alnında çapayla toprağı kazarak açığa çıkardığım dehliz deliklerini kısa sürede geri dönerek taze toprakla kapatıveriyor! Neymiş, içeride cereyana neden oluyormuş, rahatsızlık yaratıyormuş. Dikkat çift halinde yaşadıklarından birini ele geçirdiğinizde diğerini de yakalamanız şart.     

Bitti mi? Hayır.

Çirkin suratlı güler yüzlü cingözlü koku ve iletişim cambazı yabandomuzları elektrikli çit boyunda cirit atar dururlar. Toprak üzerinde bıraktıkları boy boy toynak izleriyle, biz buradayız, buraya kadar yaklaştık, daha da ileriye geçebiliriz mesajı verirler. En az hasarla en acısız şekilde bu çıt çıt öten elektrikli çiti nereden geçsek diye sonu gelmez tartışmalara girişirler. Upuzun burunlarına sızan binlerce koku arasından benim kokumu ayırt ederler, olan uykusuzluğuma olur, tam da gündüz boyu gördüklerimi boş yere zaten yeterince düzülmüş olan beynime yedekleme saatinde, büyük ayı, küçük ayı, ayı oğlu ayı yıldızları gökyüzünde zapt etmeye çalışırım. Ama nafile, zifiri karanlıkta burç adını alan karga burga kurgular, uçak, helikopter, meteor vs. uslu durmayıp ha bire birbirine kayan, oynaşan noktalarla hep bozulur, ayı gergedana, ebabil kırata dönüşür.  

Çift sıra dizilen tele bir çıt sesiyle aralıklı verilen akım aslında onların o iri cüsseleri için bir sivrisinek ısırığı etkisi bile yapmaz. Ama salaklar meraktan önlerindeki düzeneğe ıslak burunlarıyla yaklaştıklarından canları oldukça acır. Bir kere çarpılınca da, o tık sesini duyduklarında şanslarını denemezler. Haydar, hortum, Toma, polis copu, maden suyu şişesi gibi halkımız üzerinde gayet etkili olan toplumsal riski önleme araçları burada da kısmen etkisini gösterir.    

Ayakta durmakta zorlanarak iki uzun kolunu armudumsu bedeninin iki yanından aşağıya sarkıtan yalan imparatorluğunun hakanı hortlak yetmiyormuş gibi bir de kırkayaklılar, dört ayaklılar, iki ayaklılar, ayaksızlar, kanatlılar, kanatsızlar, kınkanatlılar, kafadan bacaklılar, kabuklular, kabuksuzlar, omurgalılar omurgasızlar, bütün bu zararlılarla ilgili her yıl birbirini yineleyen ve sıradan bir yaşamı ısrarla vurgulayan kaçıncı yazı olacak? İşin sonunda, onca hır gür katliamın sonrasında şöyle bir çalışma masasına çekilip koşullu vicdan muhasebesi yaptığımız bugüne ulaştığımız noktada, insanın bütün bu yaşananlar evreninde yoksa « asıl sorun ben miyim? » diye sorası gelmiyor değil. Basit bir Sapiens olarak, seri şekilde hayata masal anlatmayı öğrendiğimden beri –ki çok bilen insanlar buna bilişsel devrim filan diyor– olup biten içerisindeki varlığımı denklemden çıkarsam da sonuç başlangıçtaki gibi koskoca bir hiç olmayacak mı?

Ben bu tanrının çoktan terk ettiği coğrafyada zorla bu suya hasret topraktan bir şeyler üretme çabasında bulunmasan bütün bunlar belki olmayacak, yaşanmayacak. Bu türler arası pek de adil olmayan olağan çatışma hali hiç var olmayacak. Dolayısıyla bütün bu « sıkıntı » olarak yansıyan durumlar benim varlığımla sınırlı gibi görünüyor. Çekip gitsem, mekan değiştirsem, anlamsız çabaları başka bir anlamsız alana kaydırsam, yalanlara severek inanıyor gibi yapsam, hakikat arayışını terk etsem iş bal gibi çözülecek. 

Ama inat etmişiz bir kez.  

İç sıkıntısı, mücadele illa ki sürecek.

Yalan imparatorluğu pekişiyor. Yinelendikçe gerçekmiş gibi gelen yalanlar, cilveli vıcık fahişelerin kovboy filminde hana gelen yakışıklı silahşörun kucağına, orasına burasına oturması gibi her yanımı sarıyor, gittikçe benim de özellikle içime dönük söylemime yapışıyor. 

En büyük yalan insanın kendisine söylediği yalandır. 

Toprak yoruluyor.

Ben de.