Skip to main content

Şebekenin dışında mutlu kanaatkarlık

 Her şeye bir ad takma, kısayol yapıştırma alışkanlığının hüküm sürdüğü, günümüz siyasal tanımlamalarında, yaşamında bizi sürükleyip attığı dip noktanın bile bir yeri varmış meğer.

Son dönemde içine hapsolduğum içkin evreyi, evlendiğimden yani daha işin başından beri beni canalarından çok seven yakınlarım, cümle komşu mahlukatla yaptığı siyasi derinlikli görüşmelerde  “bu adamın içi geçmiş, çalışmıyor etmiyor, koşup duruyor, bütün gün evde yatıyor, karı parası yiyor” deyip durarak yorumlarken, yaşadığım ve içerisine yuvarlandığım son durumu ben daha çok şişenin tabanına çökmek, yerin dibine girmek, oyuna dahil olmadan yok olmak olarak adlandırıyordum.

 

 

Aile geleneğinde süregeldiği biçimiyle, beni araçsallaştırmaktan öteye gidemeyenlere, doğal olarak bir türlü benimseyip içselleştiremediklerime, fiilen hangi ulvi yer altı faaliyetin karanlık derinliklerinde bulunduğumu anlatma durumunda olamadım. Zaten terfi ettiklerini sandıkları boyutta beni pek dinleyecek halleri ve iradeleri de yoktu. 

Herkes ezikliğini dışa vurmakta, dilediği kişi hakkında arzu ettiğini, içinden geldiği şekilde düşünmekte serbesttir. ‘Aile içi’ yoz çatışmalara icabet etmeyip, bunu en basit ve insancıl haliyle Osman’ın tercihi olarak adlandırdık bir süre önce. Oyuna gelmeyeceğimizi, oyunun bir parçası olmamaya çalışacağımızı açıkça ilan ettik.

Şimdilerde mevcut durum icabı kısa süreliğine zorunlu olarak yeniden tüketim/üretim sarmalına giriyor gibi görünsek de, sahranın kapısında dahi yaşayacağımız kesinleşen  maceradan sonra varacağımız yerin aynı nokta olacağı kesindir.   

 

Ama bugün bakıyorum, tam cepheden karşılamasa da içerisinde bulunduğum atıl durumun da kabul görmüş genel bir tanımı bile varmış. Elin gavurları, gelişmişlik itibariyle Türklerden çok daha erken içine düştükleri, sanayi toplumunun kıskacındaki kentsel yaşamdan kaçış ve ‘kırsala dönüş’ görüngüsü dolayısıyla yaşanan olaya “gönüllü sadelik” ya da “mutlu kanaatkarlık” adını vermişler bile. Biz de bu düzlemden devam edelim.

 

Tanıma göre bu yaşam biçimi, daha çok “asli” olarak tanımlanan değerleri temel alan bir yaşamı sürdürmek için, bireysel tüketimini ve onun etkilerini gönüllü olarak azaltmak anlamına geliyor. Bu bireysel ya da toplu girişim, gücünü aile, cemaat ve/veya çevreyle ilgili değerlere öncelik veren bir anlayıştan alıyor. Esin kaynağını Tolstoy, Ruskin ve Thoreau’nun roman ve yazılarından aldığını söyleyebiliriz. Daha da gerilere gidilirse, akımın kökenlerini doğulu ya da Grek çilecilerin mistik felsefesinde ve stoacılar ve kiniklerde ve özellikle de Epikür’de bulabiliriz.

 

“Simple living” deyimini ilk olarak Gandhi’nin müritlerinden biri olan Richard Gregg kullanmış. 1960 ve 1970’li yıllarda ABD’de “toprağa dönüş hareketi” etkili olmuş. Bu akım 80’li yıllarda birçok sanayileşmiş ülkede gelişme imkanı bulmuş. Hannah Arendt tarafından geliştirilen ve gündelik yaşamda siyasal eyleme yer verebilmek, zaman ayırabilmek için çalışmadan kaçınma ve kamusal alana daha çok öncelik vermeyi salık veren tüketim toplumu eleştirisini de esin kaynakları arasında sayabiliriz.

 

Gittikçe artan bir tüketim, aynı şekilde mali gereksinimlerin de arttırılmasını ve dolayısıyla da bunları edinebilmek için daha fazla çalışma gereğini doğurur ki bu da tersine bazı kişilerde memnuniyetsizliğe (boş zaman yokluğu dolayısıyla kendine zaman ayıramama, stres, sağlık sorunları, paraya bağımlılık gibi) yol açabilir. Tüketim toplumuna tutsak olmuş birey, sonu gelmeyen bir koşuya katılmış gibidir: tüketme arzusunun sonu yoktur. Maddi alanda yani mal tüketimindeki alışkanlıklar manevi alana da sıçrar. Arzu nesneleri birbirine karışır. Duygular, arzular, anlar, aşk sözleri, aşkınlıklar, aşklar da yok pahasına harcanır, tüketilir. Daimi olarak pozisyon değiştirme yolunda bireyi düzerken amuda kalkmayı deneyen şebekenin hapsedici oyununun önemli bir bileşeni olan cinsellik de keza öyle. 1900 filminde tefeciye, ağaya kulağını kesip eline veren İtalyan çiftçiye öykünerek, cinselliğin tüketime sevk eden etkisinden tümüyle sıyrılabilmek için insanın içinden kökten bir adım atarak kestiği kanlı canlı uzvunu şebekenin eline vermek geliyor! Ama kolay değil tabi, yılların alışkanlığı...   

 

Gönüllü sadelik, tüketim ve gelişmenin (sürdürülebilir olanı da dahil) çevreye getirdiği ölümcül ve geriye dönülemez zararların bilincindedir. Bu yüzden doğal kaynakların yok olmasını önlemek için tüketimin olabildiğince sınırlandırılmasını öngörür. Gündelik yaşam içerisinde, çalışmanın, bireysel tüketimin, beslenme şeklinin, konutun, sağlığın, nakillerin, eğlence ve dinlencenin, toplumsal ilişkilerin evrene bakış açısı doğrultusunda gözden geçirilmesi söz konusudur. Gönüllü sade yaşam olarak da anılan gönüllü sadelik hem bir yaşam tarzı seçimi hem de kişisel değerler sistemine dayanan kültürel yönü daha güçlü olan bir harekettir. Söz konusu kişisel değerler bireyin aydınlanmasına ve manevi olarak daha yüksek standartta bir yaşam sürmesine engel olan tüm yüklerden kurtulmasını ifade etmektedir.

 

Gönüllü sade yaşamı tercih etmiş bireyler gerçekten ihtiyaç duydukları ve değer verdikleri şeylere öncelik verirler. Bilerek tüketim düzeylerini asgari seviyeye indirir, daha az varlık ile yaşamlarını sürdürmeyi tercih ederler. Gönüllü sade yaşamda hedef varlık edinme mücadelesini, gösteriş yapmaya dayalı tüketim davranışını ve sahip olunan varlıklar aracılığıyla statü kazanma arayışını asgariye indirmektir.

 

Gönüllü sadeliğin, temsili demokrasinin etkin olduğu, daha çok batılı sanayi sonrası toplumlarda geliştirilmiş bir yaşam tarzı olduğunu düşünenler de var. Geri bıraktırılmış ülkelerde zaten yoksulluğun ve sefaletin kıyısında, ayakta kalma ve yaşam kavgası verenlerin seçeneği değildir. Demokrasi aldatmacası, seçim oyununun iflası nedeniyle iktidara etki etme, müdahil olma araçlarını yitiren ve kapitalist şebekenin güçlü devlet aygıtı karşısında düşüncelerinin hiçbir şekilde iktidara gelemeyeceğinin farkına varan birey, gönüllü sadelik aracılığıyla yaşam çerçevesi ve kamusal alanı üzerinde böylece doğrudan söz sahibi olma hakkı kazanır. Kor gibi yanan devasa güneşin içerisinde küçük buz taneciklerinin varlık savaşıdır bu. Ama çok da umutsuz değildir durum. Yeter ki irade ve kararlılık sürekli kılınabilsin.  

 

Marksistler, toplumdan kaçmak, ondan uzaklaşmak, onu yadsımak yerine, emeğin bileşenleriyle birlikte onu dönüştürmeyi hedeflerler. Bu durumda, bu dönüşüm hedefine hizmet etmeyen, sınırlı bireysel gönüllü sadelik faaliyetleri, orta ve üst düzey gelir grubuna dahil insanların sendromu olan bir küçük burjuva modası olmaktan öteye geçemez. Ne ahlaki ne de sınai olarak sistemle temas etmeyen, bireyselliğe gömülmemiş gönüllü sadelik adalarından oluşan ‘küçük kızıl otonom siyasi üsler’, kuşkusuz şebekenin baskın yapısını zorlayacak, kolektif yaşama kapı açabilecek girişimlere dönüştürülebilir; ama ulusal ve uluslararası alanda iktidar ve hak mücadelesi veren merkezi yapılarla ilişkiyi ihmal etmeden.

 

Bu yolu kısmen özümsemiş, yanılsamanın orta yerinde şebekeden kaçayım derken doluya tutulan bir garip yeryüzü yurttaşı olarak, arzu nesnelerine ulaşma çabasını olabildiğince kısarak, yurt dışında başka yerel topluluklar aracılığıyla gönüllü sadeliğimizi yineleme çabasında olduğumu söyleyebilirim.