Ticaret savaştır
Serbest Ticaret anlaşmaları kitle imha silahlarıdır
« Ticaret savaştır ». On yıllardır güney ülkeleri adına uluslararası ticaret müzakerelerine yakından tanık olmuş biri olarak Yash Tandon’un abartmadan vardığı sonuç bu. Birkaç ay önce yayınlanan kitabında, serbest ticaret tarihinin, kalkınma ve büyümeye ilişkin güzel söylemlerden çok uzakta, yoksul ülkelerin daimi olarak Batılı ülkeler ve çokuluslu şirketlerinin egemenlikleri altına alınmasından ibaret olduğunu ortaya koyuyor. Bugün transatlantik serbest ticaret anlaşmasıyla ilgili tartışmalarla, Avrupalılar her zaman olduğu gibi gezegenin diğer tarafının gerçekliğiyle yüzleşmeye başlıyorlar.
Peki ya uluslararası ticaret ve serbest değişim anlaşmaları, batılı güçlerin ve şirketlerinin, güney yarımküredeki halkları ve hükümetleri egemenlikleri altında tutmak ve sömürmek için bir silahtan ibaret ise? Uluslararası ticaret arenasını olumlu bir bakış açısıyla ya da en azından tarafsız olarak değerlendirmeye alışmışız. Güney ülkelerinin yoksul halkları, ürettiklerinin ticaretini yapmak ve bunların ihracından kar etmek için her şeye sahip değiller mi? Ve her şeyden önce, kurallar alanı –ticari kurallar dahi söz konusu olduğunda- tanımı itibariyle baskı ve kaba kuvvetinkiyle çelişmiyor mu? Gerçi, toplumsal ve çevresel standartları güçlendirerek dünyadaki değiş tokuşun kapsamını geliştirmek gereklidir ama mevcut durum bile, mümkün olan tek seçenek olan kuralların toptan kaldırılması seçeneğinden daha çok tercih edilmelidir.
Birçok Avrupalı yurttaşın paylaştığı bu tatlı gerçeklikler, Avrupa Birliği ve ABD arasındaki serbest ticaret anlaşması (Tafta ya da TTIP olarak adlandırılan) tasarısı üzerinde yürütülen tartışmalarla biraz sarsılmaya başlıyor. Toplumsal ve çevresel düzenlemeleri en küçük ortak paydaya indirgeme tehdidi ve çokuluslu şirketlere kar oranlarını azaltabilecek politikalar yürüten hükümetlere yasal yaptırımlar uygulatma hakkı veren, büyük bir gizlilik içerisinde müzakere edilen bir ticaret anlaşması mı? « Ilımlı ticaretin » pek de teskin edici olmayan faziletleri bunlar. Bazen ticari « kuralların », hukuk devletini güçlendirmek için değil ama en güçlünün çıkarına, hukuk dışı ve cezasızlığın hüküm sürdüğü bir devleti inşa etmek için kullanıldığı görülmüştür.
Yash Tandon’a göre burada, serbest ticaretin kalkınma ve büyümeye katkısına ilişkin bütün güzel söylemlerin ardında gizlenen temel gerçeklik söz konusudur. Ve bu daha başından beri, daha Tafta ortada yokken bile, sömürgelerden çekilmeyle birlikte, GATT müzakereleri ve Dünya Ticaret Örgütünün ortaya çıkmasıyla olmuştur. Konuyu daha iyi özetleyen bir kitapta - Le commerce, c’est la guerre [1] (Ticaret savaştır) – anlattığı gibi, serbest ticaret ve uluslararası ticaret müzakerelerinin tarihi, her şeyden önce güney halklarının Avrupa ve ABD tarafından daimi olarak tahakküm altına alınmasının tarihidir. Bu tahakküm önce tarım ve gıda (ki bu konu bugüne kadar DTÖ’nde temel ihtilaf konusu olarak kalmaya devam etmektedir), sonra da sanayi sektöründe ve bugün de gittikçe artan şekilde fikri mülkiyet ya da hizmetler alanında yaşanmaktadır.
« Kan ve şiddetle » yazılan bir tarih
Yash Tandon’a göre bu tarih hala « kan ve şiddetle » yazılmaya devam etmektedir: « Eğer savaşın tanımlamasını ateşli silahların kullanımıyla organize şiddetle sınırlandırırsak, o zaman tabi ki fiilen olduğu kadar hukuken de savaşla ticaret arasında büyük farklar var. Ama gerçekte ticaret kitle imha silahlarıyla aynı şekilde öldürmektedir [2]. » Fikri mülkiyeti koruma gerekçesiyle yoksulların bazı temel ilaçlara ulaşımını engelleyerek, geleneksel tarımı ve kendi kendine yeterliliğe yönelik gıda politikalarını yok ederek ya da halkların temel ihtiyaç maddelerine erişimini engelleyen ticari yaptırımlar dayatarak tamamen doğrudan öldürebilir. Ve Yash Tandon’a göre, Afrika’nın sınai kalkınmasını engelleyerek ve kıta sakinlerinin sahip oldukları doğal kaynaklara erişimlerini ellerinden alarak, dolaylı yoldan dramatik sonuçlara yol açmaktadır. « Binlerce Afrikalı hayatlarını tehlikeye atarak Avrupa’ya kaçmaya çalışıyorlar, ama Afrika’nın içerisinde, sahip oldukları sermaye ve teknolojiyi kullanarak onları ezen çokuluslu şirketler nedeniyle yaşamlarını sürdürmeleri için gerekli olan topraklardan ve diğer kaynaklardan yoksun bırakılan daha milyonlarca başka Afrikalı sığınmacı vardır. »
Bu tespit, az bilgili ya da kendini aşağılanmış hisseden bir militanın değerlendirmesi değil. Yash Tandon, on yıllardır önce doğduğu ülke olan Uganda sonra da Kenya adına, SEATINI’nin [3] kurucusu ve Başkanı, ardından merkezi Cenevre’de olan güney ülkelerinin bir düşünce kuruluşu olan Güney Merkezi Müdürü sıfatıyla uluslararası ticaret tartışmalarını yakından takip etmiştir.
Ticaretle jeopolitik güç ilişkisi arasındaki sıkı bağları ortaya koyan en somut kanıt nedir?
Dünya Ticaret Örgütü, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ile birlikte, gerçekten güce sahip –ticari yaptırımlar dayatma gücü- olan tek uluslararası oluşumdur. Dünya Ticaret Örgütü ya da başka çok taraflı çerçevelerde kararlaştırılan yaptırımlar, özellikle ABD ve Avrupa olmak üzere her zaman büyük güçlerin jeopolitik seçeneklerine yakın olma çabası içerisinde olmuşlardır.
Emperyalizm
Yash Tandon’un kitabı aynı zamanda uluslararası ilişkileri analiz etmek için, biraz modası geçmiş « emperyalizm » anlayışına dair sarsıcı bir savunmadır. « Batı sömürgeciliğin sona ermesiyle birlikte emperyalizmin de son bulduğuna inanmak istiyor. Ama hayır. Sadece iki taraflı sömürgecilik, çok taraflı emperyalizme dönüştü. Uganda’yı yöneten Büyük Britanya ya da Cezayir’i yöneten Fransa yerine, bugün Avrupa, ABD ve Japonya ile birlikte Afrika’ya hükmediyor. Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği gibi küresel yönetim kurumları aracılığıyla kolektif olarak yönetiyorlar. » Bu uluslararası kurumların ve kısmen kuruldukları ülkeninkiyle farklı özel kar amaçlı çokuluslu güçlü şirketlerin yükselişi, egemen dünya sisteminin bir yeni dönüşümünden başka bir şey değildir. Yash Tandon’a göre –ancak bu noktada onun hızına yetişmek biraz zor gibi-, Çin ve diğer BRİCS ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Güney Afrika) gelişmesi bu durumu fazla değiştirmiyor: BRİCS ülkeleri ne kadar « büyük ülkeler » olsalar da, « uluslararası ticaret, teknoloji, fikri mülkiyet ve uluslararası finans arenasında görece olarak daha zayıftırlar ».
Amerikalı ortağıyla karşılaştırmalı olarak eğer Avrupa Birliği ticari standartlar ve uluslararası ilişkiler alanında erdemli havalarına girmekten hoşlanıyorsa da, bu duruşun gerçeklerle yüzleşince bozulacağı kesindir. Kendini beğenmiş tavırlarına aykırı bir şekilde Avrupa « daha dengeli bir küresel sistem arayışında değil, hatta tam tersi söz konusu ». Ve 2006 yılında, ekonomi çevrelerinin yoğun etkisi altındaki « Global Europe » stratejisinin kabul görmesiyle birlikte durum daha da kötüleşmiştir. Yaşlı kıta kendisinin ve çok uluslu şirketlerin çıkarlarını korumak için ABD’den çok daha saldırgan bir biçimde DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) silahını kullanmaktadır. Birlik, en yoksul ülkelerle (Afrika, Karayip ve Pasifik kısaltmasıyla « ACP ülkeleri » olarak adlandırılan) ticareti geliştirmek gerekçesiyle özellikle ve gittikçe artan bir şekilde onlara, iç pazarı korumaya yönelik her türlü koruma şemsiyesine ortadan kaldıracak « Ekonomik Ortaklık Anlaşmaları » dayatarak kendi çıkarlarını korumaya çalışmaktadır.
Hukuk Devletinin bir başka yüzü
Eğer uluslararası ticaret kuralları Batılı ekonomik çıkarlara bu kadar bağlıysa, güney ülke yöneticilerinin Avrupa ve ABD tarafından kendilerine dayatılan koşullara ve kendilerine önerilen anlaşmalara boyun eğmeyi sürdürmesini nasıl açıklayabiliriz? « Teoride hükümetler, ticari anlaşmaların içerdiği hükümleri kabul ya da reddetmekte ‘özgür’dürler. Uygulamada ise güney ülkeleri hükümetleri uluslararası yardımların, Batılıların teknolojisinin ve sermayesinin rehinesidirler. Güney ülkeleri kendilerini ancak ticari koruma önlemleriyle kendilerini koruyabilirler ama Dünya Ticaret Örgütünün kuralları bunları yapmalarına izin vermiyor ».
Uluslararası ticaret pazarlıkları bu şekilde, DTÖ’nün iki yüzlülüğünün ortaya koyduğu gibi, bir zorlama gerçeğini maskeleyerek sadece hukuk görüntüsünü sunmaktadırlar: « Gerçi DTÖ çok taraflı bir pazarlık platformu oluşturmaktadır (en azından Cenevre’deki merkezinde). Tafta ya da TransPacific Partnership (TPP) gibi bölgesel anlaşmalar, herhangi bir standart içermeyen çoğul taraflı sözleşmelerdir. Dolayısıyla bir başka açıdan daha da tehlikelidirler. Bununla birlikte, burada bir şeyin altını çizmekte yarar var: DTÖ sadece Cenevre’de kurallara uyuyor. Cenevre dışında hükümetler düzeyinde konferanslara katıldığında –Nairobi’de Aralık 2015’te olduğu gibi- DTÖ gerçek bir canavara dönüşüyor. Bütün kurallar bir kenara itiliyor ve İmparatorluk güney ülkelerine diz çöktürmek için çıplak iktidarını uyguluyor. DTÖ’nün hemen hemen tüm hükümetler düzeyindeki konferanslarına şahsen katıldım ve kitabımda işlerin gerçekte nasıl yürüdüğünü açıkça anlattım. » Orada bulunmayanlar için zorlayıcı içerik kazanan, hukukun en güçlünün çıkarına yorumlanmasıyla, « Yeşil Salonlarda » okunmadan imzalanan metinler, küçük bir ülke topluluğu (Batılı ülkeler ve özellikle seçilmiş bazı güney ülkeleri) tarafından alınan kararlar… İşte bu kurumun acı ama gerçek yüzü bu. Ve kimi nadir durumlarda güney ülkeleri DTÖ’ye tavır almayı başarabilseler de, Batılı ülkeler iki taraflı anlaşmalara ya da başka ticari pazarlık forumlarına öncelik verip yönelerek her zaman bu engeli kolaylıkla aşabilirler.
Bu nedenle Yash Tandon, bazı STK’ların umduğunun tersine, « DTÖ’nün reformlarla düzeltilebilir olduğuna inanmıyor ». Batılı güçlerle diğer ülkeler arasındaki güçler dengesindeki orantısızlık kendisiyle çok eştözlüdür. Her şeyden önce, tarım ve ilaçlara ulaşım alanında bazı kısmi başarılar elde edilmesini sağlamış olan, güney ülkelerinin birliğine (ki bu gittikçe daha sorunsal bir hal alabilir) ve özellikle de daha iradeci güney hükümetleri ve sivil toplum arasındaki ittifaklara bel bağlamaktadır.
Tafta ya da kendi tıbbına tabi olan batı
Transatlantik Tafta serbest ticaret anlaşması projesiyle, Batının ve özellikle de çokuluslu şirketlerin ekonomik çıkarlarının, on yıllardır güney ülkelerine yaptıklarının aynısını bu kez Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerine yapmaya hazırlandıkları yorumunu yapabilir miyiz? Yash Tandon bu alandaki tecrübesiyle Avrupa’da Tafta’ya karşı gerçekleştirilen hareketleri olumlu karşılıyor ancak yine de fazla hayal kurmak istemiyor.
« Batılı çok uluslu şirketler, 80’li yıllarda küreselleşmenin yaygınlaşmasıyla birlikte kendi halklarına karşı tavır almaya başladılar. Burada yeni olan bu neo-liberal küreselleşmenin bölgeselleşmesidir. Tafta ve TTP (Trans Pacific Partnership, ABD ve Pasifik çevresindeki on beş ülke arasındaki serbest ticaret anlaşması projesi) üzerine yürütülen tartışmalar olumludur ama Avrupa’da bunun ekonomik ve hukuki görünüme çok fazla odaklanıyor. Tafta ve TTP’nin askeri boyutu hala çok belirsiz, oysa NATO’nun bir başka yüzünden başka bir anlam taşımıyor. ABD bu nedenle Avrupalı hükümetleri Tafta’yı imzalamaya ikna etmeyi başarıyor. »
« Bizler Afrika’da, Avrupa Birliği tarafından bize dayatılan kendi Tafta’mızın, ticari ortaklık anlaşmalarının sonuçlarına maruz kaldık. Aradan geçen yıllar içerisinde, Avrupa’da, sol içerisinde dahi bize yaşatılan duruma dair çok az tartışma yapıldı ve daha da kötüsü çok az somut dayanışma sergilendi. Şimdi sol Tafta karşıtı kararlı bir mücadeleye girişmişken, söylemlerine ve yürüttüğü mücadeleye Tafta’nın emperyalist Kuzey-Güney sürümü olan ekonomik ortaklık anlaşmalarını da bu dahil etmesini öneriyorum. »
Yash Tandon’un kitabı iki başlık altında sorguluyor. Önce saflığın panzehiri ve uluslararası ticaret anlamında güç ilişkileri gerçeğine ilişkin kurtarıcı bir hatırlatma olarak. DTÖ ve bugünkü ticari kurallarında –ve tabi ki Tafta’da da- reform yapma ve bunları geliştirme olasılığını tümüyle reddetmesi biraz radikal bir yaklaşım sayılabilir ama bu mutabakatların demokratik açıdan meşru sayılmaları içinde tabi olmaları gereken gerçek standartların neler olduğunu somut bir şekilde ortaya koyuyor. Ardından, bugünkü transatlantik anlaşması projesine karşı ortaya çıkan yurttaş itirazının ancak aynı zamanda günümüzün küresel ticaret sistemini yeniden sorgulamasına yönelik küresel bir girişim bağlamında yerinde ve etkili olacağını öne sürüyor.
Olivier Petit Jean
Notlar :
[1] Yash Tandon, Le commerce c’est la guerre (Ticaret savaştır), Jean Ziegler’in önsözü ve Julie Duchatel’in çevirisi, CETIM, Cenevre, 2015, 224 sayfa. Sipariş için tıklayınız.
[2] 24 Eylül 2015’te elektronik postayla alınan görüşler.
[3] Institut d’information et de négociations commerciales de l’Afrique australe et orientale (Güney ve Doğu Afrika Ticaret Görüşmeleri ve Bilgi Enstitüsü), Afrika ülkelerini ticaret görüşmelerinde destek vermeye yönelik bir yapı.
Eğer bu makale ilginizi çektiyse Yash Tondon’un makalesini keşfetmenizi öneririz : Le commerce c’est la guerre, publié par les Editions du CETIM.
Özgün kaynak : http://multinationales.org/Yash-Tan...
(İnvestig’Action www.michelcollon.info sitesinde 13 Mart 2016 tarihinde Olivier Petit Jean imzasıyla yer alan Fransızca yazıdan Türkçeleştirilmiştir http://www.michelcollon.info/Yash-Tandon-Les-traites-de-libre.html?lang=fr)